24 Temmuz 2019 Çarşamba

Irkçı bir faşist İngiltere Başbakanı Olunca, Türkiye'de Birileri Aptalca Bir Sevince Kapıldı

Irkçı-faşist Boris Johnson'a bizdeki bir takım cahil-alçak medya mensuplarının "Türk asıllı" veya "Osmanlı torunu" diye sahip çıkması, eğer zır-cehaletten kaynaklanmıyorsa, düpedüz alçakça bir yobazlık propagandası


Medyamızın ısrarla “Türk asıllı” dediği, gaflar, potlar kralı Boris Johnson nihayet İngiltere’nin yeni başbakanı. Aslında bu utanç İngiltere'ye yeter de artar bile ama hikaye bu kadarla sınırlı değil.

Saç rengiyle Donald Trump’ı andıran Johnson’un başka açılardan da ABD Başkanı Trump’a benzeyen yanları var. Ağzının ayarı yok bir kere.

Bu edepsiz ve "tuhaf" herifin Birleşik Krallık başbakanı olması nedense bizm gerici-yobaz akepe'liler tarafından pek bir sevinçle karşılanmış görülüyor.

Ne Türk asıllısı yahu?

Bir yerel seçim öncesi partisine mensup bir adaya oy istemek amacıyla Londra’da Türklerin yoğun yaşadığı yerleri ziyaretinde, laf bu şahsın "Türklüğüne" gelince yanıtı kısa ve kesin olmuştu: “Benim Türklüğüm, Almanlığım ya da Rusluğum kadardır” oldu.

Akepeli cahil ve yobaz kesimin nedense "bizden" görmeye pek hevesli olduğu Johnson, üstelik damarlarında çok az İngiliz kanı da taşımasına rağmen ülkenin hatırı sayılır “ırkçılarındandır”. Örnek mi? 2002’de dönemin Başbakanı Tony Blair’in eski İngiliz sömürgelerini ziyaretini Daily Telegraph gazetesinde değerlendirirken, Blair’i karşılayanlar için “piccany” demişti ki bu sözcük ırkçıların literatüründe beyaz olmayan herkesi tanımlayan berbat bir anlam taşır.

İyi eğitimli, kuşku yok. Oxford mezunu bir kere. Ancak espri yapayım derken baltayı sıklıkla taşa vurmasıyla da ünlü. O espri yaptığını sanıyor ama “şakaları” can yakan, ırkçı, nefret dolu ifadeler içeriyor. Homofobik, kadınları aşağılayan biri. İngiltere’de üniversiteye giden Malezyalı kadınlar için, “koca bulma istekleri azaldı demek ki” dedi bir keresinde, ne büyük ayıp.

Kadınları aşağılamada ırkçı sayılmaz çünkü kendisi gibi “mavi kanlı, beyaz” Hillary Clinton için bile ağzını bozmuşluğu vardır: “Akıl hastanesindeki sadist bir hemşire gibi sarı ve koyu renkli dudakları var”.

Patavatsızlığına tahammül etmek her zaman kolay olmuyor. Aile bağlantılarıyla girip editörlüğe kadar yükseldiği Times gazetesinden kovdular onu. II. Edward’ın sarayıyla ilgili bilgileri için kaynak gösterdiği Piers Gaveston meğer söz konusu saray yapılmadan on üç yıl önce öldürülmüş. Okuyucuyu yanılttığı için kapının önüne kondu tabii. Bir de “dayı” tarafı var. Bir ses kaydı çıktı ortaya. Bir arkadaşıyla bir gazeteciyi nasıl döveceklerini anlatıyordu.

Diplomasi dili hak getire. Dışişleri Bakanlığı’na getirilmeden iki ay önce “en kötü Erdoğan şiiri yarışması”na katıldı, kazandı.

İngiltere Trump’ına kavuştu. Hayrını görsünler.

Bu "tuhaf" herif, Türk tarihindeki en azılı şerefsiz hainlerden biri olan Ali Kemal'in torunu olduğu için, akepe'li gerici-yobaz güruh kendi pozisyonlarını aldı.

İngiltere’nin yeni Başbakanı “Osmanlı Torunu” Boris Johnson olunca, yine birbirine girdi cehaletle ihanet. Bu durum da en çok toplum mühendislerine(?) yaradı. Tabii doğal olarak da onların arkasındaki küresel efendilere.

Yapılmak istenen açıktır. Bir hainin, dedesiyle aynı düşünen torununun başarı hikayesi üzerinden ihaneti aklanmaya çalışılmaktadır. Hainin kahraman olduğu yerde kahramanlar da hain olacaktır. Türk ulusu bu tarz algı operasyonlarına yüz yıl önce izin vermediği gibi yine izin vermemelidir, vermeyecektir.

Kimdi Boris Jonhson? Ali Kemal’in torunu.

"- Kim bu Ali Kemal?"

"- Gazete muharriri.

İngiliz’den para alır.

Adamıydı Halifenin.

Gözlüklü,

şişman.

Kan damlardı kaleminden,

fakat murdar,

fakat pis bir kan.

Gün olur daha derin,

daha geniş yara açar

kalemin düşmanlığı

mavzerin düşmanlığından."

İHANETİN VÜCUT BULMUŞ HALİ

Damat Ferit Kabinesinde Eğitim ve İçişleri Bakanlığı yapmışlığı vardır Ali Kemal’in. Yazdığı provokatif köşe yazıları ile düşmanın mermisine rahmet okutmuştur. Öyle ki Millî Mücadele’nin bir cephesi de basın cephesidir. Ali Kemal de o cephede emperyalizmin yazar görünümlü tetikçisidir. Halkın nezdinde ihanetin vücut bulmuş hali olduğundan, Sakallı Nurettin Paşa’nın ihmalinin de etkisiyle halk tarafından linç edilmiştir. (Halk nezdinde ve yaptıklarıyla hain olsa da Mustafa Kemal Paşa, Sakallı Nurettin Paşa’nın bu linç girişimine dolaylı destek vermesine çok sinirlenmiş, büyük tepki göstermiştir. Bu “tepki”, kurucu felsefenin hainlere karşı bile “her durumda önce hukuk” dediğini görmek açısından önemlidir.)

Bu profilin zihinlerde daha belirgin olması açısından şöyle bir varsayımda bulunabiliriz: Eğer Ali Kemal bu dönemde yaşayacak olsaydı, kendisinden kumpas davaları desteklemesi, Atatürkçülerin karşısında olması, FETÖ’cü kumpas dava savcısının heykelini dikmek isteyecek kadar ihaneti kutsaması beklenilirdi.

ESAS HEDEF

Bugün Ali Kemal’in torunu olmakla övünen “Osmanlı Torunu”nun İngiltere’de Başbakan olması kimilerinin gönlünü okşamaktadır. Osmanlı hülyası gören “hain olmayan” gafiller için... Kimilerinin ise gerçek konumlarını gizlemek için bulunmaz bir nimet, “başarı hikayesi”dir. Millî Mücadele döneminden beri Millî Mücadele’nin karşısında olanların devamı niteliğindeki “hainler” için...

TBB Başkan Yardımcısı Hüseyin Özbek, en sonda söylemekte çekinileni en başta söylüyor:

“Bu yapılan utancı anıtlaştırmak, ihaneti kutsamaktır. Damat Ferit Kabinesinin İngiliz işbirlikçisi Ali Kemal’in aklandığı yerde Mustafa Kemal mahkûm olur!”

Millî Mücadele’nin yüzüncü yılının halkta içselleşen coşkusu; bir takım Millî Mücadele karşıtlarını, Atatürk düşmanlarını dolaylı savunma sistemlerine itmektedir. Bazılarının açıktan savaşmaya devam ettiği yerde bazıları da savaşlarına “örtülü” devam etmektedir. İşte yeni gündem ve “örtü”, “Osmanlı Torunu İngiltere Başbakanı” pozisyonudur. Örtünün altındaki 100 senedir aynıdır. Hiç değişmemiştir.

Yapılmak istenen açıktır. Bir hainin, dedesiyle aynı düşünen torununun başarı hikayesi üzerinden ihaneti aklanmaya çalışılmaktadır. Hainin kahraman olduğu yerde kahramanlar da hain olacaktır. Türk ulusu bu tarz algı operasyonlarına yüz yıl önce izin vermediği gibi yine izin vermemelidir, vermeyecektir.

Özel Okullar Toplumsal Barışı Tehdit Eder Hale mi Geldi?

Özel okul patronlarının velilere dayattıkları fahiş fiyatlar, çocuklarını devlet okullarındaki islamo-faşist baskıdan kaçırma bedelidir. Nitekim "laik ortam" son yıllarda özellikle yerli kolejler için etkili bir pazarlama unsuru.


Yazan: EBRU ERBAŞ


Bu yılki LGS'nin en ilginç sonuçlarından biri, yabancı liselerin belki tarihlerinde ilk kez kontenjanlarını dolduramaması oldu. Birinci kayıt dönemi sonlandığında hemen hepsinin kontenjanlarında onlarca açık vardı ve herkes bu durumu öncelikle ekonomik krizin etkilerine yordu. Zaten geçen yıldan beri kriz eğitim sektörüne, iflas eden, öğretmenlerinin maaşlarını ödeyemeyen özel kolej haberleriyle yansımıştı, demek artık şimdiye dek öğrenci sıkıntısı çekmeyen köklü yabancı liseler bile etkilenmeye başlamıştı.

Ancak benim gibi bir zamanlar orta halli ailelerin bu liselerde büyük fedakarlıklarla okuttuğu ve şimdi de çocukları eğitim çağına gelmiş bazı veliler, kriz patlamadan önce de bu okulların ücretlerinin anormal düzeyde artmakta olduğunun farkındaydık. Çok kabaca alım gücü karşılaştırmaları yaparak "bugün olsa benim ailem beni asla bu okulda okutamazdı" diyorduk. Nihayet geçen gün elime somut bir veri geçti: Notre Dame de Sion Fransız Lisesi'nin (NDS) 1989-1990 öğrenim yılında okul ücretlerini duyurduğu yazı, bugün tarihi bir belge niteliğinde.

Hemen hesabı çıkardım:

1989- 1990 yılında okul ücreti yeni girişler için 3.520.000 TL, lise sınıfları için 1.635.700 TL imiş.

Aynı dönemde Cumhuriyet Altınının ortalama satış fiyatı 181.000 TL (ödeme tarihlerine göre 1989 Haziran, Eylül ve 1990 Ocak ortalaması).

Buna göre hazırlık sınıfı ücreti yaklaşık 19 Cumhuriyet Altını, lise sınıfları yaklaşık 9 Cumhuriyet Altını ediyormuş.

Bugün Cumhuriyet Altınının satış fiyatı, çok da geniş paylı bir yuvarlatmayla 1.750 TL.

9 Cumhuriyet Altını 15.750 TL, 19 cumhuriyet altını 33.250 TL ediyor.

Sadece enflasyon oranında artsaydı bugün NDS’nin yıllık ücreti bu civarda olacaktı yani. Bu krizin ve 1990'dan beri yaşanmış tüm krizlerin toplam etkisi bu kadardı.

Halbuki bugün aynı okulun yıllık ücreti 68.500 TL ve tüm sınıflar için aynı.

Sonuç olarak, okulun ücreti enflasyon farkı düzeltildiğinde dahi reel olarak yüzde 106 ilâ yüzde 335 oranında artmış durumda.

"Bizim gibi aileler çocuk okutamazdı", derken haklıymışız.

Bu acayip artışın herhalde ilk açıklaması “laikliğin bedeli” olmalı. Yani velilere dayatılan fark, çocuklarını devlet okullarındaki islamo-faşist baskıdan kaçırma bedelidir. Nitekim "laik ortam" son yıllarda özellikle yerli kolejler için etkili bir pazarlama unsuru. Devlet de her uygulamasıyla "laik eğitim isteyen parasını verip özele gitsin" tavrını hissettiriyor.

Kanımca yine aynı islamo- faşist gerileme, yabancı liselere yükseköğrenim vesilesiyle kapağı yurt dışına atma eşiği olarak da prim kazandırmış ve bu prim de okul ücretlerine yansıtılmış durumda. NDS örneğiyle devam edersek, bizim mezun olduğumuz 1991 yılında sadece bir arkadaşımız üniversite öğrenimi için Fransa'ya gitmişti. Bizim devreler yurt dışında üniversiteye okumayı, ancak ailesi zengin olup da burada iyi bir okul kazanacak kadar başarılı olmayan öğrencilerin seçeneği olarak hatırlar. Pek de havalı bir durum sayılmazdı yani. Bugün aynı okulun sitesinde geçtiğimiz yıl 87 mezunun Fransa'daki üniversitelerden, 31 mezunun da ABD, Kanada, Hollanda ve diğer batılı ülkelerin üniversitelerinden kabul aldığı duyuruluyor.

Bu ligdeki hangi lisenin sitesine girip üniversite yerleştirmelerine baksanız benzer sayılarla karşılaşır, hepsinin yurt dışına öğrenci göndermek için yarıştığını görürsünüz; aynı birinci ligdeki köklü Türk liseleri de dahil. Ve bu çocuklar tabii ki geri dönüp "vatana millete faydalı olmak" niyetiyle gitmiyor, en iyi eğittiklerimiz can havliyle kaçıyor bu ülkeden. Konuyla ilgili kişiler 23 Nisan'da Darüşşafaka'lı öğrencinin "Almanya'da yaşamak istiyorum" demesine şaşırmadılar yani, yaşıtlarının ancak bu hayallerle halen bu ülkede lise hayatına dayanabildiğini biliyorlar. Dehşete kapılmalıyız, aklımız alınıyor, bu korkunç bir kan kaybıdır.

Aslında tüm bu tablonun "islamofaşizm- laik eğitim" geriliminin de ötesinde ekonomi-politik altyapısı var ki o da AKP neoliberalizminin Türkiye'de ABD tipi ortaöğretim sistemini yerleştirme çabasıdır. Bir yanda çok küçük bir azınlığa dünyanın en iyi eğitimini vererek yönetici elitleri yetiştirirken nüfusun geri kalanının dünyanın en kötü okullarına ve en koyu cehaletine mahkum edilmesi, olarak özetleyebilirz. Ve nitelikli eğitimi tamamen paralı olmanın ötesinde fahiş pahalı bir hizmet haline getirerek eğitimin en önemli işlevi olan sınıfsal geçişlilik imkânının tamamen tıkanmasıdır. Bugün ABD'de bir yanda dünyanın en iyi bir kaç üniversitesi var, dediğimiz gibi, yönetecek üç beş kafayı yetiştiriyorlar ve insanlar üniversitede okuyabilmek için 30 yıllık banka kredilerine ömürlerini ipotek ediyor. Öte yanda dünyanın en berbat okulları da ABD'de, o kredileri dahi çekemeyen büyük çoğunluk, hani o filmlerde gördüğümüz, her türlü kriminal ortamın döndüğü devlet okullarında, haritada ülkesinin yerini gösteremiyor, doğru düzgün okuma yazma bile öğrenemiyor. Size de bu tablo bir yerden tanıdık geliyor mu?

Özetle, evet, doğru düzgün eğitim alabileceğimiz birkaç okul kaldı ve onların da fiyatı krizi de katlayarak, fahiş oranlarda arttı ve artıyor. Kriz, işin kılıfı. Özel okul patronları hem alttan alta islamcı eğitim öcüsünü köpürterek çaresizlik hissi pompalıyor hem de ekonomik krizi bahane ederek haydutluk seviyesinde fiyat çekiyorlar. Ancak bu orantısız fiyat artışlarının asıl sebebi, derin bir kastlaşma; bu okullar asıl iyi bir eğitim almayı en çok önemseyen orta sınıflar için ulaşılabilir olmaktan çıkıyor. Ve sınıfsal geçişliliğin böylece kısıtlanması, asıl toplumsal barışı tehdit ediyor.

Toplumsal dinamikler açısından eğitimin belki en kritik rolü bu: Evet, kutuplaşıyoruz ama asıl kutuplaşma, bu zeminde gerçekleşiyor. Bu koşullarda bizim hakkımız olan parasız, laik, bilimsel, nitelikli, eşitlikçi, özgürlükçü bir eğitim için, -önceliğimiz bu sıfatların hangisi olursa olsun-, ilk hedefimiz; ilkokul seviyesinde özel okulculuğun yasaklanması, ilköğretimin yine tamamen parasız ve eşit sunulan bir kamu hizmetine dönüşmesi olmalı.


EBRU ERBAŞ

15 Temmuz 2019 Pazartesi

15 Temmuz Gerçeklerini Ararken


Yazan: CEM ASLAN


  • Sınav sorusu çalmak ne demektir bilir misiniz? Üniversiteye yerleşemedin, kıl payı mı kaçırdın? Bunlar bu dolapları çevirmeseydi şimdi meslek sahibi bir insan olacaktın. İki yıllığa mı yerleştin? Şimdi dört yıllık okul diploman olacaktı elinde. Belki İTÜ’yü değil Boğaziçi’ni bitirmiş olacaktın. Hemşire değil doktor, astsubay değil subay olacaktın. Bunlar gençlerden hayatlarını çalan böyle alçak adamlardır işte. Elbette bunlara haberi olduğu halde göz yumanlar da.
  • Ajan tarikatın teki devletin kontrol merkezlerini adım adım ele geçirirken Fethullah gibi bir şeytanı değil üç beş kişi, toplumun yüzde 80’lik bir kesimi “nur yüzlü hocaefendi” olarak gördü, kuruduğu tezgahları alkışladı. Bu bir iki yıl boyunca değil 40 yıl boyunca devam etti. Afrikalı çocuğun söylediği Ankara’nın bağları türküsüyle ninni dinler gibi uyudular. Bu da milli kerizlik olarak tarihte yerini almıştır çoktan. Ancak 15 Temmuz kafa darbesiyle kendilerine gelebildiler.
  • 15 Temmuz’un tezgah olduğunu düşünmüyorum. Çünkü hedefteki unsur facetime’da konuşurken azrail görmüş gibi titriyordu hatırlarsanız. Fakat tezgah olduğunu düşünmek de ahmaklık değildir. En ince ayrıntısına kadar aydınlatmazsan, “tanrının lütfu” diye yorum yaparsan, karşıtları sindirmek için fırsata çevirirsen isteyen istediğini der.
  • “Fener şike yaptı mı?” diye bir soru sormuyorum kendime. Nitekim yurdumda şikesiz pinpon maçı olabileceğine ihtimal vermem. Mesele spot ışıklarının neden Fener’in üstüne tutulduğudur. Adamlar ordudan, yargıdan, polisten, Meclis’ten, hükümetten daha sağlam çıktı. Fener bunlardan daha Cumhuriyetmiş! Futbolla ilgim yoktur, takım tutmam fakat eskiden Fener’le dalga geçmeyi severdim. Tüm camiadan özür dilerim.
  • Fethullah’ın en iyi sızdığı yerlerden biri de Galatasaray çıktı bu arada. Memleketin en iyi okumuşları da orada! Gerisini sen düşün.
  • Harbiye bedensel ve ruhsal olarak zor bir okuldur. Yer yıl doğal olarak birkaç kişi bırakırdı okulu, zora gelemediği için. 2005-2006’dan sonra her yıl yüzlerce öğrenci bırakmaya başladı. Sonra anladık ki Fethullah’ın kendi adamlarını yerleştirmek için yaptığı yıldırma operasyonlarından dolayı imiş. Akıl almaz işkenceleri burada yazmaya gerek yok, herkes biliyor artık. Peki orada olanlardan okul komutanlığının, genelkurmayın, savunma bakanlığının, başbakanlığın haberi yok muydu? Elbette vardı. Neden bir soruşturma açılmadı burada neler oluyor diye? Devir değişince başkası soracak bunların hepsine bu soruları. O çocuklara yapılanların hesabını vermeden kimse bu dünyadan göçemez!
  • Kalkışma hakkındaki en önemli saptamaları İlker Başbuğ yaptı. 2002’den sonra MİT’ten istihbarat gelmedi dedi bize örgüt hakkında. Ondan önce iyi kötü YAŞ’ta ayıklıyordu asker bunları. Gene işbirlikçilik, gene yardakçılık. Devletin göstermesi gereken en doğal tepkisini çoğulculuk, inanç özgürlüğü, fosilleşmiş rejim, sivilleşme diye yerden yere vuran sidikli enteller de bu çarkın bir parçası elbette.
  • Amaçları Tayyip’ten kurtulmak falan değildi. Öyle olsa çok daha basit olurdu işleri. Nitekim şah damarı kadar yakınlardı adama. Tayyip’in beş yaverinden dördü cemaatten çıktı hatırlayın. (Fethullahçıların inlerine girmişlerdi sözde, kimin nereye girdiği anlaşıldı tabii.) 1500 korumadan kaçı cemaattendir kim bilir. İlker Başbuğ ayrıca altını çizmişti darbeyi yaptıranlar başarısız olması için yaptırdılar diye. Ayrıca ellerindeki kadroların çok azını sürdüler sahaya o gece. Gerçek amaçlarını bilmiyoruz. Sonuçta Ergenekon, Balyoz, 15 Temmuz derken darmadağın olmuş, sınırları koruma yeteneği hırpalanmış, tarikatlar arasında parsellenmiş bir ordu kaldı elde.
  • Kurmay subayların yüzde 80’i Fethullahçıymış. Bunu diyen ben değilim “Fetö iddianamesi”nin savcısı. Kanser herkesin sandığından daha yaygın ve tedavi çok yavaş ilerliyor.
  • Bu adamlar yurt içinde biraz hırpalamış olabilirler fakat hâlâ güçlü ve örgütlüler. Yurtdışında ise oldukları gibi pozisyonlarını koruyorlar.
  • Geçenlerde Genelkurmay kapısına dayanıp hakim albay almaya kalktılar. Cesaret mi intihar mı daha anlayamadık. Bu olay gündeme oturmadı gerektiği gibi. Kimse de kükremedi “eyyy paralel vatan haini gene ne iş peşindesin?!” diye…
  • Harp okullarını kapatıp Milli Savunma Üniversitesi yaptın, başına da bir tarihçi geçirdin. Öyle yapınca tarikatlar falan sızamaz emin olun. Şimdi dört yıllık okul mezunlarını bir yıl eğitip subay yapıyorlarmış. Hayat sizi bildiği gibi yapsın.
  • Dağda üç gün yaşamayı beceremeyen bordo berelisi, başkentinin ortasından deve kadar binayı ıska geçen F-16’sı, elin ecnebisinin whatsapp uygulamasında grup kurarak harekat yapmak, darmadağın olmuş subay resimlerinin basına saçılması, ağlayan, af dileyen asker afişleri…. Deliğe saklanıp titrek sesle milleti sokağa çağıran baş komutan, otoparka saklanan kuvvet komutanları, esir düşen ordu komutanı, tüymek için sınırda bekleyen bakanlar… afet gibi ülke görüntüleri.
  • 15 Temmuz’dan kuruluş efsanesi yaratmaya çalıştılar. Kültür sanat birikimsizliklerinden dolayı elbette beceremediler. Edebiyat, tiyatro, sinemayla içli dışlı olmazsan beceremezsin. Siyasete sanatın içine tükürerek başlamışlardı. İçine tükürdükleri sanat döndü dolaştı bunların yüzüne tükürdü. Eserini ortaya koyamadıktan sonra ne yaşarsan yaşa.
  • Şu bulutlar dağılınca bütün bu olanlar islamcı grupların iç çatışması diye anılır.
  • AKP “FETÖ” ile mücadele edemez. Öyle bir vizyon ve iradesi yok onların. Şu anda yaptıkları delirmiş bir şekilde karanlıkta yumruk sallamak. Tarikat ve cemaatleri cumhuriyeti kuranlar gibi sağlam bir kurucu irade temizler ancak ülkeden. O tasfiye listerini şeytan bilir kimler hazırlıyor.
  • İBB’yi kaybedeceğini anlayınca Apo mesajı yayımlayıp, Osman Öcalan’ı TRT’ye çıkaran, yarın bunlarla barışma yolu aramaya başlarsa hiç şaşırmam. Tüccar siyasetinin doğasında var böyle şeyler.
  • Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları sonuna kadar gidip bire kadar kırmaz da bu alçakların yakasından elini çekmek gibi bir yanlış yaparsa 100 yıl daha gün yüzü göremez!

Yazı: CEM ASLAN