29 Mart 2018 Perşembe

Yobazlarda sapıklık - sübyancılık bitmiyor!



Gericiliğin ve yobazlığın esaretindeki Türkiye'de MART 2018 itibarıyla durum budur!

Soldaki resim, bir tarikatın Google reklamlarına parayla verdiği ilan. Mart 2018 ortalarında yayına çıktı.
Sağdaki resim ise 29 Mart 2018 tarihli bir gazete haberi.

Google reklamlarına parayla ilan verip "hafız yetiştirmek" için paranıza tasallut eden yobazlar, bilahare kendi yurtlarında bu sübyanlara tecavüz edecek, hatta ölümlerine yol açacak ve sapıklıkla bütünleşmiş iktidarlarını bu sayede "sizin paranızla" finanse etmeye devam edecekler!

Bunu da tarihe not düşelim istedik!

17 Mart 2018 Cumartesi

Fenerbahçe - Galatasaray ezeli rekabetinin tarihi

“Tezgahtâr mahirane bir el hareketi ile kumaşların dalgalarını birbirleriyle birleştirdi. Bir saka kuşunun başıyla kanadının yarattığı neşeli pırıltıya benzer bir parlaklık oldu. Ateşin içindeki renk oyunlarını görür gibi olmuştuk. Sarı kırmızı alevin takımımız üstünde parıldamasını tasavvur ediyor ve bizi derhal galibiyetten galibiyete götüreceğini tahayyül ediyorduk. Öyle de oldu…”

Mektebi Sultani’de bir araya gelmiş liseli gençler Şişman Yanko’nun dükkânında, kurdukları isimsiz takımın renklerini tüm benlikleriyle hissediyorlardı. Artık bir kuruluş amacı da eklemeleri gerekiyordu taptaze varlıklarına. Bu amaç, “İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmekti”. Türk olmayan takımları yenmek, o dönemlerde ezilmiş ve kendi topraklarında yabancı hisseden Türk kökenli vatandaşlar için oldukça önemli bir misyondu. Futbol ise bu misyonun en önemli aracı haline dönüşmek üzereydi. İstibdat döneminin o kasvetli günlerinde, bir korku ikliminde geçen futbol kovalamacası artık kendisine Anadolu’dan ve Avrupa’dan yeni alıcılar eklemişti anlaşılan.

“1 Ekim 1905'te mektebin beşinci sınıfında edebiyat öğretmenimiz merhum Mehmet Ata Bey’in dersi esnasında birkaç arkadaş baş başa vererek Galatasaray’da bir futbol kulübü kurmaya karar verdik.” Mektebi Sultani’nin ünlü avlusu Grand Cour’a futbol oynamak için doluşan gençler futbol oynamaya çalışıyorlardı. Tokatlar, uyarılar, yasaklar… Teneffüslerden çayırlara uzanan bu oyun jurnalciler ve hafiyelerin sıkı takibinden de kaçmamaktaydı.

"Mekteb-i Sultanî-i Şahane talebesinin kale kurup birbirlerine top endaht ettiklerinin görüldüğü bera-yı sadakat arz olunur."

Teneffüslerden çayırlara uzanan bu oyun üzerindeki baskılar Tevfik Fikret’in okula müdür olarak gelmesi ile son bulur. Artık bambaşka bir dönem açılmıştır.

Mektebi Sultani’de kurulan bu lise kulübünün misyonu belli olsa da henüz bir adı yoktur. Şişman Yanko’nun dükkânında karşılaşılan renklerde karar kılınmış gibidir ancak lise dersliklerinin bir tanesinde ilk tohumları atılan bu takımın bir isim ihtiyacı olduğu kesindir. Ansiklopedist Şemsettin Sami’nin oğlu Ali Sami, o dönemler futbol takımlarına yabancı isimler yakıştırıldığından Gloria (Zafer) ya da Audace (Cüret) isimlerini hatırına getirmiştir. Ancak çevre muhit, bu sorunu bir sorun olmaktan çıkarır. Futbol takımını kuranların kimler olduğunu öğrenen ahali onlara ‘Galata Sarayı Efendileri’ diyerek seslenmektedir. İsim, kuranlar tarafından değil; izleyenler tarafından konulmuştur liselilerin takımına…

Kuruluştaki motto, büyük ölçüde tamamlanmış oluyordu artık. Takımın ileri gelenlerinin aklındaki tek eksik netleşmiştir. Artık sıra, zaferler kazanmaktır ‘ecnebi’ görülen takımlara karşı.

IŞIKSIZ FENER ÇİÇEKSİZ BAHÇE

1905’te başlayan tarih, 1907’ye uzanır. Galata Sarayı Efendileri artık daha serpilmiş, lisenin duvarlarını biraz olsun aşmıştır. Ancak çok bariz bir eksiklik kendisini iyiden iyiye açığa vurur.

Bu bir "kardeş" eksikliğidir.

1907’nin güzel bir gününde karşı kıyıda bir hareketlilik göze çarpmaktadır. St. Joseph’li gençler Moda Beşbıyık Sokak 3 numaralı evin selamlık katında yaptıkları bir görüşme sonucunda kuracakları takımın ilk tohumunu atmışlardır yemyeşil kıyılara. Gençler için o gün, yurtdışından getirilen, önü ve kolları düğmeli, sarı beyaz yollu bol formaları, lacivert şort pantolonları ve sarı löverli yün çorapları ile artık yepyeni bir takım vardır bu saf Anadolu kıyılarında. 1899’dan beri süregelen bu çaba, en önemli meyvesini vermiştir artık.

Işıksız fener artık ışıksız, çiçeksiz bahçe artık çiçeksiz ya da yalnız değildir…

Pera’daki Galatasaraylılardan Ali Sami, Fenerbahçe’nin kuruluşunu işitmiş, bundan büyük heyecan duymuş ve bunu hiç gizlememiştir. Günümüzdeki anlamsız ve temelden yoksun tartışmaların aksine Fenerbahçe ile Galatasaray arasında hep bir dayanışma, iletişim, yardımlaşma olmuştur. Bu yüzden 1907, hem bir kuruluş hem de bir kardeşliğin doğum yılıdır bu iki güzide kulüp için… Bu durum, iki kulübün tarihlerinin birbirine içkin olduğunu da net bir biçimde göstermektedir. İki kardeş takımın birbirine destek olması da, birbirlerine imrenmesi de dönemsel olarak meşru ve olanaklıdır. Fenerbahçe’nin doğumu herkesi heyecanlandırmış ve memnun etmiştir, buna eşlik etmemek zaten imkânsızdır. Özellikle de Galata Sarayı Efendileri için…

“Fenerbahçe ilk kurulduğunda bizim için yabancı memlekette rastlanılmış bir vatandaş gibiydi. Ona manen ve maddeten ihtiyacımız vardı.”

Fenerbahçe kulübünün ilk amblemi Fenerbahçe burnundaki ışık saçan beyaz fener, ilk renkleri ise sarı-beyaz olmuştur. İçinde Fenerbahçe yazılı beyaz yuvarlak çerçeve, temizlik ve açık yüreklilik ifadesi olarak, kırmızı fon ise Fenerbahçeliler arasındaki sevgi ve bağlılığı belirtmek için tasarlanmıştır. Ortadaki sarı renk ise Fenerbahçe için duyulan gıpta ve kıskançlığı, kalp şeklindeki lacivert renk ise asaleti temsil etmektedir. Sarı-laciverte dönüşen renkler ise olsa olsa şunu ifade edebilirdir açıkça: Güç ve kudret!

Galatasaraylılar ile Fenerbahçelilerin birbirlerine ihtiyaçları olduğu kesindir. Dönemin koşullarında ikisinin varlığı hem yabancı takımlara karşı bir birlik hem de aralarında tatlı bir rekabet demektir. Ebedi kardeşlik işte böyle başlamıştır. Ali Sami Bey’in o dönemi yansıtan ifadesinde olduğu gibi; “Bunca ecnebi ve gayrimüslim takımın olduğu yurdumda Fenerbahçe’yi görmek ecnebi memlekette rastlanılan bir dost gibiydi.”

Bu, iki köklü, doğumları Meşrutiyet öncesine dayanan ve baskı ile iç içe büyümüş geleneğin tarihi belki de başka kulüplere nasip olmayacak şekilde birbirine bağımlı ve kardeşçe koşullarda gelişmiştir. Bu iki kulüp, birbirini büyütmüş ve birbirlerini gözlemlemişlerdir Boğaz’ın farklı yakalarından. Ne anlaşılmazlık yaşanan şilt meselesi, ne kazanılan/kaybedilen karşılaşmalar ne de başka bir yapay "çekememezlik" sebebi tarihin bize gösterdiğini unutturmaya yetmeyecektir. Tonlarında farklılık olsa da "sarı"lar aynıdır nasılsa…

METİN’DEN KALAN LEFTER’DEN DEVROLAN

Yılların geçmesi bir şeyler götürmemiştir rekabetten. Tam aksi geçerliydi aslında; büyüyen bir mazi, kaybolan eskiler ancak yepyeni efsaneler vardı yeşil sahalarda artık. Birisi, Galatasaray bir diğeri ise Fenerbahçe sevgisinin hiç duraksamadan büyümesinin en önemli nedeni oldu. Birisi İzmir’in diğeri ise Büyükada’nın yetiştirdiği eşsiz futbol yetenekleri ve emekçi kimlikleri ile parıldayan gözde insanlar olarak öne çıktılar. Lefter, yoksul bir ailenin çocuğu idi aynı Metin Oktay gibi. Onları birleştiren emekleri oldu. Ayrımları ise sarı-lacivert ya da sarı-kırmızı renkler hiç olmadı. Topluma mal olan insanlar olmalarının nedeni, emekçi karakterleri ve amatör bilinçlilikleri oldu. Anlamsız bir fanatizmin ya da saçma bir "renk alerjisinin" kırıntısı dahi yoktur içlerinde…

6-7 Eylül olaylarında çektiği acıyı, utancı hangi futbol maçı ya da renk giderebilirdi ki zaten? Her ne kadar bu utanç kendisine, Lefter’e ait olmasa da…

“15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü, harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul’dan emniyet müdürü gelmişti. Gece gördüğü manzara karşısında “Aman Allahım” demişti. Sonra çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”

Diğer tarafta “10 dakikalığına Fenerbahçe forması giyer misin” sorusuna “Şeref duyarım” demekten gocunmayan, ağları delen golünden duyduğu mahcubiyeti gizleyemeyen ve “O gol bugün bile hatırlanıyor ise bu Fenerbahçe'nin büyüklüğündendir ” diyebilecek kadar asilce düşünebilen insanlar da vardır, Metin Oktay gibi.

Bir derbi öncesinde Fenerbahçe baş kaptanı Galip Kulaksızzade’nin (Kulaksızoğlu) Galatasaraylılara, “Oberle kardeşler hasta, Hasan da sakatlanmış. Sizi karşımızda eksik kadroyla görmek istemiyoruz. Dilerseniz maçı erteleyelim” diyebilecek olgunluğa ulaşmış bir "rekabetin" ilk nüveleridir bunlar… 20 Ekim 1914 tarihinde böyledir karşı kıyıların insanları.

Küçük bir örnek olsun, baş kaptan Galip Kulaksızzade (Kulaksızoğlu) hakkında bir anı vardır dillendirilen. Galatasaray takımını idman yaparken dışarıdan takip eden ve Ali Sami’nin deyişiyle "terbiyeli ve mahcup" bir genç vardır dikkat çeken. Bir müddet için Ali Sami tarafından takıma davet edilen bu genç sporcu, arkadaşlarının Fenerbahçe isminde bir takım kuracaklarını öğrenince oraya geçmek için izin istemiştir Ali Sami’den… Ali Sami Bey ise bunun "Galatasaray için de iyi olacağını" söyleyerek mahcup ve terbiyeli bu beyefendiyi oraya gidebilmesi için serbest bırakmıştır. Galip Bey’in gittiği yer neresidir ki sanki? Orası Kadıköy’ün güzel gençlerinin bin bir çaba ve emek ile kurduğu "kardeş" kulüp Fenerbahçe’dir. Bu, Galatasaray ve Fenerbahçe için şunu göstermektedir. Tarihlerinde sayısız kez bir araya gelmiş bu iki köklü kulübün birbirleriyle sporcu alışverişinde bulunması, birbirlerine destek olması, birbirlerinden feyz alması kadar doğal bir olay yoktur ve tüm bunlar, her iki kulüpten de karşılıklı olarak mümkün mertebe gerçekleşmiştir. Bu durum, bir diğerini küçültmemiş, aksine büyütmüştür. Derbinin büyük bir derbi ve tarihsel anlatı haline dönüşmesi işte bu saiklerle mümkün hale gelmiştir.

NÂZIM HİKMET'İN ANLATTIĞI...

Bu saiklerden birini büyük usta, komünist şair Nâzım Hikmet açıklamaktadır. 1936 yılında, kendince üslubu ve tutkusu ile anlatmıştır:

“Geçen gün bir dostum dayattı, ‘İlle de gidip Fener-Galatasaray maçını seyredelim’ dedi. Bende kıramadım dostumu, gittim maçı seyrettim. Futbol denilen şey dört bir yanında binlerce insanın toplandığı bir meydanda yapılıyor. Meydana, teker teker saydım, yirmi iki delikanlı çıkarılıyor. On birinin üstünde sarı-kırmızı yollu yollu gömlekler; öteki on birinde sarı-lacivert fanilalar…

Ne yalan söyleyeyim, bu hengâmede ben de heyecanlanmadım değil. Fakat benim heyecanlanmam etraftaki binlerce seyircinin coşkunluğu yanında devede kulak kabilinden. Oyunu seyredenler ikiye bölünmüşler. Herkes dilediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti, alabildiğine…

Bu işin birçok tarafları hoşuma gitmedi desem yalan söylemiş olurum. Muayyen bir manada, demokrasiyi anlamak isteyenler Taksim Stadyumu’na gitsinler. Ben kendi payıma güzel, berrak ve heyecanlı bir iki saat geçirdim orada.”

109 YIL SONRA BU AKŞAM...

İşte bu akşam, 109 yıllık tarihsel derbinin bir uğrağı daha olacak Kadıköy’de Papazın Çayırı’nda. Bu derbiyi tarihsel anlatılarıyla ya da sembol figürleriyle anlatmak ne kadar zor olsa da yaşamanın ayrı bir heyecanı ortaya çıkardığı aşikâr. Ancak açık olan bir şey daha var ki o da, tüm bu yaşanan tarihselliği izlemenin farklı eğilimleri tetikliyor oluşu.

Hani hepimizde vardır ya saklanan, saklandıkça ortaya çıkma hevesi artan ve bize enerji ikmal eden küçük mutluluklar…

Belki de o mutluluk sadece böyle bir maçın, böyle görkemli tarihi olan kulüplerin sadece var olmasıyla, yaşamasıyla ilgilidir. Kazanmayla, böbürlenmeyle, hakaret yarışına girmekle, emekçi karakterdeki geçmişleri "3 puanlık" bir hevese feda etmekle hiçbir tarihsel olay ya da anlatılar büyük olmaz. Olmamıştır da…

Büyüklük, koskoca bir çınar gibi olgunlaşmış bir gelenek ile büyümek, büyürken de onu nesiller boyu takip edenlerin büyütmesiyle, bizlere anlatmasıyla oluyor. İşte, bu maçları o yüzden izlemenin ayrı bir değeri oluşuyor ya da izleyenlerle büyütmek mümkün oluyor sevgimizi.

Aynı, yine Nâzım’ın 1923’teki dizelerinde büyüttüğü gibi:

Futbolda eski kurdum.

Fenerbahçe’nin forvetleri

Mahallede kaydırak oynayan birer piç kurusuyken

Ben

En ağır hafbekleri yere vururdum

Futbolda eski kurdum

Santırdan alınca pası

Çakarım

Hoooooooooooooooooooooooooop!

5 numro top

Açık ağzından girer golkipin karnına.

Bana mahsustur bu vuruş

Futbol potinlerim

Kurşun kalemimden öğrendi bu zanaatı!

O kurşun kalemim ki

9 deliğinizden vücudunuza her tıktığı mısra

İşkembenizde taş

Şairiz be,

Şairiz dedik ya be arkadaş.

15 Mart 2018 Perşembe

Bekir Coşkun yazdı: Çiftlik Bank kerizleri bize neyi gösteriyor?


“Rabbim bize yol gösterdi, bu günlere geldik… İman ile yola çıktık, dualarımızla hakikaten ahiret gününü unutmadan davamıza devam edeceğiz…”
“Ümmetin lideri” diye alkışladılar…
“Bu vesile ile şehitlerimize rahmet, yaralılarımıza şifa, yakınlarına başsağlığı dilerim… Rabbim mekanlarını cennet etsin… Şimdi açılışa geçiyoruz… Bize neler söylediler, bakın nereden nereye geldik, şükür rabbim hamdolsun…”
Alkış…
Herkes inandı…
“Müslüman adam” dediler…
“Şu gördüğünüz tesisler millidir… Yok öyle dediler, yok böyle dediler… Hak yolundan ayrılmadan Cenabı Hak nasip ederse hedefimiz adeta ileri bir noktaya doğru ne yapıyoruz, gidiyoruz…”
Kuran okundu…
Görenlerin itikadı bir iken bin oldu…
“Biz proje adamıyız, onu da söyleyeyim” dedi…
Hoca Kuran okumayı bitirince “Ya Allah bismillah” diyerek kurdele kesildi…
“Ümmetin lideri” meydanda toplananlara karanfil attı, yüzlerce kişi cep telefonları ile resmini çekiyordu… Yaşlılar “Allah seni başımızdan eksik etmesin” diye ağladılar… Gençler “Kimsesizlerin kimsesi” diye zıpladılar…
Sonuçta neleri var, neleri yok, yatırdılar…

*

Geçen gün Çiftlik Bank battı…
Mehmet Aydın denilen sahtekar yarım milyar ile kaçtı…
Uruguay'da…
İnsanlar bilgisayara girip ineğin üzerine tıklayınca inek sahibi oluyordu… Tavuğun üzerine tıklıyorsun, tavuk çiftliğinde tavukların oluyor… Gece evinde otururken bir tıklama ile ineklere, tavuklara yem veriyorsun, biraz daha paran gidiyor…
Böyle karlı bir işi kaçırmamak için evini, takılarını, arabasını satıp yatıran 80 bin kişi dolandırılmıştı…
Kaçınılmazdır; böyle yalanlar bir yerde patlıyor işte…
Dün televizyonda gördüm, gece karanlıkta otuz kişi bir ineği kovalıyor… Her şey gitmiş, birkaç inek kalmış, kim yakalarsa artık…

*

Keriz yerine konulduğunu anlamazsan…
Müstahak…

12 Mart 2018 Pazartesi

Takipçileri için Sevan Nişanyan ve Ali Nesin: 'İtlaf ahlâkı'



“Cübbeli Murat Belge Hocaefendinin müritleri için: ‘Linç nedir?’ ve ‘utanma kültürü’” yazıma Sevan Nişanyan iki yanıt verdi:

Sevan Nişanyan: “Bir yerden sonra fikirmiş, özgürlükmüş, hakmış, hukukmuş boş laf oluyor. Bunları itlaf* etmek lazım.”



*

Sevan Nişanyan: “Bunlar organize vurucu tim. Aptal değiller, görevliler. İtlaftan başka çare yok.”

S. Nişanyan’ın bir takipçisi: “Hocam faşistler gibi 'itlaf'tan bahsetmek size yakışıyor mu?”

S. Nişanyan: “çok”.



“İtlaftan başka çare yok.” yanıtını ilk beğenen kişi ise Ali Nesin oldu.



*

Ali Nesin ve Sevan Nişanyan’ın benim için kullandığı “it”, “otistik”, “ruh hastası”, “ahlaksız”, “aşağılık”, “ajan”, “vurucu tim” gibi ifadeleri bir kenara koyalım.

Yazımda yalan, yanlış ya da iftira olan ne vardır? Yazdığım yazının içeriğiyle ilgili bir kelime bile yazmamalarına da girmeyelim.

Biri çıkıp “Sevan Nişanyan ve Ali Nesin itlaf edilmelidir” yazsaydı ne düşünürdünüz?

Tehdit ve hakaret etmeyi sadece Ali Nesin ve Sevan Nişanyan mı biliyor?

*

Yazının içeriğiyle ilgili tek bir satır yanıt vermeyip yazarını “ajan”, “faşist” ya da “hain” ilan etmek fazlasıyla ucuz bir davranıştır. Çünkü karşınızda bir “hain”, “faşist” ya da “ajan” varsa, onun yazdıklarının bir önemi yoktur.

Beni itham ettikleri her şeyi bizzat yaptılar: Ölümle tehdit, hakaret, ajan ilan etme, taraftarlarına hedef gösterme, her türlüsünden iftira…

*

“Sevan Nişanyan itlaf edilmelidir”, “Ali Nesin itin tekidir”, “Sevan Nişanyan ve Ali Nesin aşağılıktır, ajandır” gibi cümleler kurmak çok mu zordur?

Bunlar çok mu yaratıcı ifadelerdir?

Birine “it” demek için çok mu zeki olmak gerekir?

Aklımıza mı gelmiyor?

Bu hakaretleri etmek bana kaç kalori harcatır?

“İtlaf edilsin” ifadesini yazmak benim kaç saniyemi alır?

Böyle cümleleri aptallığımdan, eğitimsizliğimden, küfür bilmediğimden, korktuğumdan ya da zekâ eksikliğimden mi kurmuyorum?

Bu hakaretleri ağzı olan, konuşabilen her insan edebilir.

Hakaret etmek ve birini toplumun önünde ölümle tehdit etmek marifet değildir.

*

İtlaf ahlâkı

Bu bir tavır, yaklaşım ve ahlâk farklılığıdır.

Beğenmediği bir yazı karşısında Ali Nesin ve Sevan Nişanyan’ın tutumu budur: “Yazarı itlaf edilmeli”.

Onların ahlâkı budur. Bu ahlâkla aramızda çok temel bir karşıtlık vardır ve her zaman olmak zorundadır.

Bize düşen “demokrat”, “özgürlükçü”, “solcu”, “hümanist”, “çağdaş” görüntüsünün arkasındaki bu ahlâkı teşhir etmektir. Uğraşmaya gerek kalmadı; kendilerini gösterdiler.

Onların ahlâkı budur: İtlaf ahlâkı…

Onların ahlâkı, beğenmedikleri bir yazının yazarını, öldürülmesi için yandaşlarına hedef göstermektir.

Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde.

*TDK sözlüğüne göre “itlaf”: Öldürme, yok etme, telef etme.



Ali Nesin'de keramet aramak boşuna!



Ali Nesin’in saltanatı ve sefaleti




Bok kavanozu Nişanyan ve onun alkışçısı Ali Nesin'in iğrenç halleri



Aldatan ve aldatılan bir toplum haline geldik



İlber Ortaylı Fena Yakalandı: Cevap ver Hoca, bu ne kıvırma böyle?




Rezil olmaya doymayan yüzsüz ve zavallı Murat Belge



Celal Şengör iyice "salağa" bağladı!



Liboşların ağlama günleri


Ali Nesin'de keramet aramak boşuna!



“Ali Nesin ,…. çocuklarla yatmaktadır.”*

Yukarıdaki iğrenç cümle için en baştan herkesten özür dilerim.

Yazarken bile son derece rahatsız olduğum, tüylerimi diken diken eden bu cümleyi gerçekten yazacak olsaydım, bu benim gözümde bir suç olurdu. Ancak Ali Nesin’e göre bu suç değildir, olmamalıdır.

*

"Sadece hatıraya değil, kişiye hakaret de suç olmamalı. Biri babama ya da anama küfrettiğinde benden bir şey eksilmiyor ki. Zaten Facebook sayfamda küfürlerin âlâsını yazıyorlar. Umursamıyorum, engellemiyorum bile. Bunlar ayıptır, günahtır, kötüdür, edepsizliktir, hadsizliktir filan ama suç kapsamına girmemeli.(1)”

Ali Nesin’in, “Mustafa Kemal, evlatlığı Afet İnan ile yatıyordu” dediği için tutuklanan ve ülkemizde eşi görülmemiş bir hızla 19 günde iddianame yazılıp tahliye edilen kişi için görüşleri bunlardır.

Ali Nesin’e göre Atatürk için:

“38’de geberen şahıs”

“Selanik piçi”

“Annesi genelevde çalışıyordu” demek de suç değildir.

Ali Nesin’in bu tutumuna bakınca onun ne kadar da çok “özgürlükçü” olduğunu anlayabiliriz. Ancak Ali Nesin’in özgürlükçülüğü sadece yukarıdaki küfürbaz yobazlar için geçerlidir. Konu başka alanlara kaydığında o çok özgürlükçü kişi, herkesi susturan bir despot haline gelmektedir.

Son referandumdaki hukuksuzluklara itiraz edenler için Ali Nesin şu yorumları yapmıştır:

“Ama bu haksızlık diyenler geçmişte yaptıkları haksızlıkları gözden geçirsinler. 367 kararı mesela. Etme bulma dünyası.”

Hukuksuzluk mu dediniz? Evet hukuksuzluk. Peki ya o zaman neredeydiniz? O zaman ses çıkarmamışsanız şimdi de çıkarmayın”

“Seksen yıl hukuksuzluk ekersen, hukuksuzluk biçersin. 367 ne kadar hukuksuzsa, 367’ye ses çıkarmayan, şimdi bu hukuksuzluğa ses çıkarmasın.(2)”

*

Hile var ama itiraz etme!

Bir referandum yapılır. Seçim sürerken bir anda mühürsüz oyların da geçerli olacağı kararı alınır. Bu referandumda tam 961 sandıkta katılım %100 olup, katılanların tamamı evet oyu vermiştir (3).

Numune olsun diye bile bir tane hayır oyu yoktur. Datça’da çalıştıkları için oy kullanamayan 200 tarım işçisinin sandıklarında bile katılım ve evet oyu %100’dür (4).

Boş pusulaya evet oyu basan sandık görevlilerini gösteren birçok video vardır (5).

Ama bunun aksine hayır oyu lehine hiçbir video yoktur.

Ali Nesin’in muhtemelen güveneceği AGİT raporu referandumda açıkça hukuksuzluk yapıldığını yazmaktadır (6).

Ancak böylesine aleni bir tuhaflığa itiraz etme hakkınızın olması için, sizle ilgili olsun-olmasın önce “80 yıllık hukuksuzluğun” “367 oylamasının” ve Ali Nesin’in elindeki uzun listenin hesabını vermek zorundasınız. Bunlarla sizin bir ilginizin olup olmaması önemli değildir. Ali Nesin’e göre böyle bir referandumu eleştirebilmeniz için sicilinizin temiz olması şarttır.

Diyelim ki bunlara gerçekten itiraz edecek yetkinlikte ve yaştaysanız bunları nasıl kanıtlayacağınız da belli değildir. Ali Nesin, size aslında kısaca “sus otur yerine” demektedir de çok özgürlükçü olduğu için bunu diyememektedir. Ali Nesin referandumdaki haksızlığa itiraz edebilmeniz için adeta önünüze bir şartname koymaktadır.

“EVET’in meşru olmadığı yönünde halkı galeyana getirmek” diye bir suçla onlarca insanın gözaltına alındığı bir dönemde Ali Nesin’in yazdıkları bunlardır.

*

Atatürk’e “piç”, “annesi fahişelik yapıyordu” vs denmesini, özgürlük tanımına sığdıracak kadar özgürlükçü! Ali Nesin, referanduma itiraz konusunda her nedense pek despottur.

*

“80 yıl boyunca hukuksuzluk eken, sonraki 20 yıl boyunca hukuksuzluk biçer! Yahu Cumhuriyet'in ilk 80 yılında hukuk hüküm sürseydi, bugünkü hukuksuzluklar olabilir miydi? Neden benzer sorunlar ABD'de ya da Avrupa'da yaşanmıyor da bizde yaşanıyor? (7)”

Burada konuyu dağıtmamak için ABD ve Avrupa’nın 80 yıllık geçmişindeki Nazi dönemini, McCarthy soruşturmalarını, siyahların beyazlarla aynı okula gidememelerini ya da aynı otobüse binememeleri vs. gibi konuları bir kenara bırakalım.

Tam “Ali Nesinlik mantık”

Ali Nesin’in bu cümleleriyle, ülkede olan veya olabilecek her şeyi meşrulaştırabilirsiniz. Şu andan itibaren bütün hayır diyenleri alıp hapse atsalar,  Ali Nesin’in bu cümlelerini bu duruma dayanak oluşturabilirsiniz.  

O “hukuksuzluğa ses çıkarmayan siz” kimdir? Buna karşı söylenebilecek “O “siz” biz değildik.” savunması da bunun için yeterli olmaz. Seksen yıllık tarihte yapıldığını söylediği hukuksuzluklar aynı kişi tarafından mı yapılmaktadır? Cumhuriyet denilen şey sınıf ilişkilerinden ve dönemlerden bağımsız, tarih dışı bir kurum mudur? Ali Nesin bunlarla ilgilenmez. Böyle bir bakışı da yoktur. Bu bakış, Siyasal İslamcılar’ın bakışıyla aynıdır.

İsrailli bir faşiste:

“Niçin Filistinli sivillerin üstüne bomba atıyorsunuz” diye sorulsa, “Ama onlar da bize bomba attı ya da Almanlar bizi toplama kampında öldürdüler.” diye bir yanıt verebilir.

Bu toptancı ve son derece tehlikeli bir bakış açısıdır. Bu mantıkla meşrulaştıramayacağınız terör, katliam, işkence ya da hukuksuzluk yoktur.

Söylediklerinin ayrıntılarını hiç tartışmadan şunu söyleyebilirim: Ali Nesin’in mantığına göre örneğin Auschwitz’den sonra İsrail Devleti, dünyada istediği her türlü katliamı yapabilir.

Ali Nesin referandumdaki kararın hukuksuz olduğunu kendisi de kabul etmektedir, ama “susun ses çıkarmayın” demektedir.

Yarın Ali Nesin’in matematik köyünü alıp üzerine beş yıldızlı bir otel yapsalar ya da Nesin Vakfı’na hukuksuzca el koysalar ve Ali Nesin buna itiraz etse, bu sözleri söyleyen Ali Nesin, “mağdur Ali Nesin’e” şunları söyleyecektir:

-“yapılan iş hukuksuzdur evet ama sen de referandumdaki hukuksuzluğa ses çıkarmadın, sus ve otur yerine!”

*

Ali Nesin’in bize önerdiği mantık, en ilkel kabile mantığından bile daha geridir.

Yapıldığı söylenen, kendinize yapıldığını söylediğiniz bir yanlış iş ya da haksızlıktan yola çıkarak, dünya üzerinde her şeyi yapabilir ve kendinizi, kendi meşruiyetinizi size yapılmış bu haksızlığa dayandırabilirsiniz. “Böyle bir haksızlık gerçekten yapılmış mıdır” diye bir sorgulamaya da gerek yoktur.

Eskiden toplumda görülen tuhaflıklar için “bu tam Aziz Nesin’lik bir olay” diye bir deyim kullanılırdı. Bu deyimden esinle ve bu mantıktan yola çıkarak yeni bir kategori icat etmemiz gerekir:

“Bu tam Ali Nesin’lik bir mantık!

*

“Tabii ki "Yetmez ama evet" diyecektim. Ben doğrusunu yaptığıma inanıyorum. Bugün olsa bugün de aynısını derim. İnsan haklarını ayaklar altına alan saçma sapan bir sistem vardı... Ülkeyi bir iç savaşa sürükleyecek kadar saçma... 28 Şubat, 367 saçmalığı, "cumhurun başı türbanlı olamaz" aşağılaması, siz sayın... Yetmez ama evet diyerek belki de ülkeyi bir iç savaştan kurtardım! Sistem değişmeliydi. (8)”

Şaka değil, Ali Nesin, “yetmez ama evet” diyerek ülkeyi bir iç savaştan kurtarmış! Kurtarmasa kim bilir ne halde olurduk!

Ali Nesin, en ateşli “yetmez ama evet”çinin bile artık “kandırıldık”, “hata yaptık”, “eksik değerlendirdik” diyerek özeleştiri yaptığı, özeleştiri vermeyenlerin hiçbir şey yapmasalar bile artık savunamadığı bir pozisyonu hala büyük bir iştahla savunmaktadır. Sanırım bu pozisyonu bu kadar net savunan tek kişidir.

*

Ali Nesin’in, “İslamcıların gördüğü baskıyı vurgularken hala türbanı örnek göstermeniz (başka mağduriyetleri olmadığı için) bence üzücü” diyerek kendisini eleştiren takipçisine verdiği yanıt ibretliktir:

“Türkçe ezan rezaleti, yobaz karikatür tiplemesi, aydınlatma kendini beğenmişliği, kızların baldırlarını açtığı 19 Mayıs gösterileri, Diyanet İşleri Bakanlığı'nın varlığı, sen söyle...”

Dikkat edilirse soruda “dindar” diye değil “İslamcı” diye sorulmuştur ve Ali Nesin’in saydıkları da “İslamcı mağduriyetleri”dir.

Yobaz karikatür tiplemesiyle mağdur edilen İslamcılar

Saydıklarının içinde mağduriyet olarak “yobaz karikatür tiplemesi” vardır. O karikatürü görmek için sokağa çıkmanız yeterlidir. İnsanlar, o yobazın karikatürünü değil bizzat kendisini her gün görüyor ve yaşıyor Ali Nesin.

Şort giydi diye kadın tekmeleyenler, Ramazanda lokanta basanlar “yobaz karikatür” değil de nedir?

Televizyonda “6 yaşında kız çocuğuyla evlenilir” diyenler, “kendine helal” akrabalarının envanterini tutanlar, yobaz karikatür değil de nedir?

“Organ bağışı haramdır, oğlunun cinsel organı babaya takılırsa o organın işlediği günah kime yazılacak?” sorusunu sorana ne diyelim (9)?

Bunu lütfen siz adlandırın Ali Nesin. 100 kişi bir araya gelsek ve 100 yıl düşünsek aklımızın ucundan bile geçemeyecek böyle bir soruyu kendine sorun eden kişi, yobaz karikatür değil de nedir? O karikatürlerde bile böyle bir zihniyet çizilmemişti.

Yobaz karikatürlerine bugünden bakıldığında bunların “öngörü” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz, hemen hemen hepsi gerçek olmuştur ama bunları “mağduriyet olarak sunan solcu tiplemesi” bir karikatürdür.

Yukarıda söyledikleriniz bir karikatürdür.

Bu söylediklerinizle de siz bir “sol karikatürü”sünüz Ali Nesin.

Baldır açarak mağdur edilen İslamcılar!

Evet evet, “kızların baldırlarını açtığı 19 Mayıs gösterileri”… “İslamcı mağduriyeti” olarak bunu bir siyasal İslamcı değil Ali Nesin yazmıştır.

“Kızların baldırlarını açtığı”…

Bunu Cübbeli Ahmet Hoca değil, bilmem hangi tarikatın şeyhi değil Ali Nesin söylemiştir. Ali Nesin’in dili budur. 

Neyse ki 19 Mayıs ve diğer milli bayram kutlamaları artık yapılmadığı için bir “Kemalist zulüm” daha sona ermiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı İslamcıları nasıl mağdur etmektedir; niye hiçbir İslamcı şu an bu kuruma karşı çıkmamaktadır?  İslamcılar mağdur olduysa bu kuruma niye şu an Aleviler veya solcular karşı çıkmaktadır? Böyle “gereksiz” açıklamalar yapmaz Ali Nesin.

“Ali Nesin’in İslamcıları” çok hassastır; her şey ama her şey onları mağdur eder.

Sayın Ali Nesin unutmuş olmalı: “kızlı erkekli aynı evde kalarak” toplumun ahlakını bozan ve İslamcıları mağdur edenleri de hatırlatmak isterim. Sonra “bi sürü laikçi Ramazanda yemek yiyerek” İslamcıları mağdur ediyorlar, bunu da listeye eklemek gerek!

*

Asla leke tutmaz İslamcılar!

Bu yazı yazılırken liselerde zorunlu din derslerinin saatleri arttırılıp biyoloji derslerinin saati düşürülüyordu (10).

Bu yazı yazılırken evrim teorisi müfredattan çıkarılıyordu (11).

Bu yazı yazılırken okullarda mescit zorunluluğu getiriliyordu (12).

Bu yazı yazılırken İmam Hatip Lisesi açılması için gereken 50 bin nüfus koşulu 5 bine düşürülüyordu (13). 

Ali Nesin bunları yazarken Ahmet Taner Kışlalı 18 yıldır ölüydü (14).

Akit gazetesinin manşetinde yazdığına göre o bir “zorba Kemalist” idi, bu nedenle fotoğrafının üzerine çarpı atılmıştı, 5.5 ay sonra da öldürüldü.

Ali Nesin bunları yazarken Uğur Mumcu 24 yıldır ölüydü.

Ali Nesin bunları yazarken Bahriye Üçok 27 yıldır ölüydü.

Ali Nesin bunları yazarken Muammer Aksoy 27 yıldır ölüydü.

Ali Nesin bunları yazarken Turan Dursun 27 yıldır ölüydü.

Ali Nesin bunları söylerken “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu Sivas’ta yıkılacak” sloganıyla Madımak’ta öldürülen Koray Kaya 24 yıldır ölüydü. Yakıldığında sadece 12 yaşındaydı.

Ama pardon, bunlar mağduriyetten sayılmıyordu değil mi! Alt tarafı sadece öldürülmüşler! İslamcıların da asla kir tutmaz bir özellikleri vardır.  İslamcılar sadece mağdur olurlar.

*

Ali Nesin’de keramet aramak

Ali Nesin “iyi matematik bilen bir Baskın Oran”,

“evrim cehaleti alınmış bir Nuray Mert”,

“atanamamış bir Ufuk Uras”’tır.

Ali Nesin’le bu isimler arasındaki düşünsel, kültürel ve felsefi bağla karşılaştırıldığında, Aziz Nesin’le arasındaki biyolojik bağın hiçbir önemi yoktur.

Ali Nesin’den “Nesin” soyadını çıkarırsanız elinizde kalan, -matematikçi olmasını bir kenara bırakırsak- Radikal 2’nin cesedi, Taraf gazetesi hayaleti, Birikim posasıdır.

*

Türkiye’deki Cumhuriyetçi-ilerici-solcu-sosyalistlerin Ali Nesin’e bakıp Aziz Nesin görme beklentisi artık bir komediye dönüşmüştür. Ali Nesin’in ne olduğu ortadadır; bunu her hangi bir şekilde gizleme gereği de duymamaktadır. Sorun hala ısrarla onda keramet arayıp bulamayınca yakınanlardadır.

Ali Nesin’den Aziz Nesin çıkmaz, çıkamaz; ama Ali Nesin’den 3 tane Baskın Oran, 2 tane Ufuk Uras, sınırsız Nuray Mert çıkar.

Kişiler biyoloji akrabalarını seçemez ancak düşünsel akrabalarını bizzat seçerler. Ali Nesin de seçmiştir ve seçimi budur.  Bu seçim karşısında söylenebilecek tek cümle şudur:

Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde…


Kaynaklar:



Takipçileri için Sevan Nişanyan ve Ali Nesin: 'İtlaf ahlâkı'



Ali Nesin’in saltanatı ve sefaleti




Rezil olmaya doymayan yüzsüz ve zavallı Murat Belge




Bok kavanozu Nişanyan ve onun alkışçısı Ali Nesin'in iğrenç halleri



Aldatan ve aldatılan bir toplum haline geldik



İlber Ortaylı Fena Yakalandı: Cevap ver Hoca, bu ne kıvırma böyle?



Celal Şengör iyice "salağa" bağladı!



Liboşların ağlama günleri

11 Mart 2018 Pazar

Bok kavanozu Nişanyan ve onun alkışçısı Ali Nesin'in iğrenç halleri



Cumhuriyet'e ve Türk halkına ihanet eden liboş-entel tayfasının maskeleri birer birer düşüyor. İhanetleri "belge"lendikçe kızıp kuduran bu saygısız ve küfürbaz heriflerin kendilerini hala "haklı ve üstün" görmeleri artık mide bulandırıyor.

Bu iğrenç heriflerin ihanetlerini açıklamaya, bu alçaklıklara kimlerin karıştığını açıklamaya devam edeceğiz. Bize unutturacaklarını sanmasınlar!

Kir Teorisi’nin isim dizinine bakınca sevan nişanyan adlı herifin adı yok! Anlaşılıyor ki bu celâl bu şiddet, Taylan Kara’ya yönelik “itlaf” fetvası, hakarette üst düzey, adının atlanmasından kaynaklanıyor. Oysa yaptıklarına bakınca Kir Teorisi’nin tipik vakalarından biri olması gerekiyor. Nasıl unutmuşuz?


Yalçın Küçük, çürümenin kesifliği ve topluma hızla yayılışı karşısında bir kir teorisi ile buna çare aramıştı.


Mizahçı diye bilinen biri, hadi biz o herifin adını da verelim: Metin Kaçan .. roman diye basılan bir kitap yazmıştı; edebiyatı Dolapdere argosuyla delik deşik etmişti. Tek kitapla keşfedildi, ağırlığınca romancıydı. Bütün dergilerde, kitap eklerindeydi. Çok sürmedi, bir haber spikeri ile birlikte genç bir kadına dayak ve tecavüz vakasının faili oldu. Hapse düştü ama yine el üstündeydi. Ağır romanından ünlü oyuncu Müjde Ar’ın başrolünde oynadığı bir film yapıldı.

Bu ne bitmez tükenmez bir edebiyat ve sinemaydı, tiyatroları, müzikalleri sahnelendi. Ahlaki açıdan düştükçe ün ve para açısından yükseliyordu. İşte, kir teorisi bu çürüme içindeki yükselişe, itibar ve alkışa açıklama arıyordu. Düşkünlük sanatının neden ve niçinlerini sorguluyordu.

(Hikayenin devamı da şöyle: Metin Kaçan genç bir kadına şiddet ve tecavüz suçlarını işlediği için hapse kondu. Hapisten çıkınca da kendi pisliğinde daha fazla yaşamayacağını anlayıp intihar etti. Bu tecavüzcünin abisi Hasan Kaçan hala ortamlarda akp yalakalığı yapmakta, kendi sapık kardeşi içinse "bu toplum onun değerini anlamadığı için intihar etti.." gibi zırvalar da bulunmaktadır)

İşte bu metin kaçan olayı "değerleri kalmayan bir insanlık tablosu"dur.

HUKUK LİTERATÜRÜNE GİREN KAVANOZ

Onun hiç olmazsa bir ağır romanı vardı, bu sevan nişanyan kişisinin ünlenme vakası ise bok kavanozuyla oldu! Dünya hukuk literatürüne geçen içi bok dolu bir kavanozla yedi düvele insanlığını ilan ediyordu. Karısıyla bozuşmuş, bir ay boyunca biriktirdiği bokunu bir kavanoza doldurmuş, karısının kafasından aşağı boca etmişti.

Adam (yani ona adam denilebilirse) belki de kendince özünden en değerli parçayı içeren bu kavanozuyla ünlendi. Kadın psikolojik tedavi gördü. İstanbul Üniversitesi’nin ceza hukuku profesörü kadını arayarak izin istedi; bu olayı dünya hukuk literatürüne sokmak için üniversitede ders konusu yapacaklardı.

Adam, kavanozuyla üniversitelere ve dünya hukuk literatürüne girmişti, her yerde göğsünü gere gere yaptığını savunuyordu. Bu utanma duygusu bilmeyen adama hiçbir dışlama ve ayıplama çabası gösterilmiyordu. Hakkını yemeyelim; Agos gazetesinde çalışan 13 kadın, bir kadına bu işkenceyi yapan biriyle aynı gazetede yazmak istemediler. Agos’ta köşe yazarı bu adamın gazete yönetimince hiç olmazsa kınanmasını istediler.

Siyasi bir cinayetle katledilen sosyalist Hrant Dink’in yerine Agos’un genel yayın yönetmenliğine oturtulan bir AKP danışmanı, Etyen Mahçupyan ise, “Bu yazar yazılarına devam edecek. Feminist oldukları için buna tahammülü olmayanlar bizle ilişkilerini kesebilirler. Agos olarak sahip olduğumuz düstur ‘insan olan beri gelsin’den ibarettir” diyerek işkenceyi kınayanları susturmuştu. Kadınlardan istifa edenler oldu, beride kalanlar, Mahçupyan ve kavanozlu köşe yazarı olmuştu.

Tam bir kir teorisi vakasıdır. İnsan tarifi, altüst edilmiştir. Onurunu koruyan insanlar işsizliğe atılırken, bunların çok sevdiği deyişle, ötelenirken, insan onurunu aşağılayan beriye alınmıştır. Hrant’ın kurduğu gazetede yazılarına, kavanozundan hezeyanlarına devam etmiştir.

Hatta bu "kirlenme"nin bir diğer boytunu da ekleyelim de eksik birşey kalmasın: Sevan nişanyan adlı herifin üzerine "bok döktüğü" karısı Müjde Nişanyan'ın küçük kız kardeşi Mutlu Tömbekici, o sıralar bokçu eniştesiyle hazırlayıp piyasaya verdiği otel kitabının ticari hasılatı zarar görmesin diye eniştesinin bokunu hasıraltı etmeyi tercih etti. Kendi yazdığı gazete köşesinde "lütfen bu konuyu kurcalamayın" diye yazarken hiç utanmamıştı!

ODTÜ’LÜLER KAVANOZLUNUN DERSİNİ REDDETTİ

Tipik bir kir teorisi vakasıdır. Hakkımızı yemeyelim; bir yanımız kir içinde çürürken, buna direnen yanımız da arınmaya, çürüyenlerden uzaklaşmaya çalışıyordu. Kavanoz vakasından tam beş yıl sonra, Türkiye Gezi’sine giderken, 18 Şubat 2013 günü ODTÜ’de bir sempozyumda konuşma yapmak isteyen kavanozlu adam, öğrencilerin protestosuyla karşılaştı. Nazileri aratmayan işkence yöntemini yıllarca yaşamını paylaştığı karısı üzerinde uygulayan bu adamı ODTÜ’nün temiz havası kabul etmemişti. O ise kavanozundakine benzer başka bir yeteneğini, küfürbazlığını konuşturmuştu. Ensonhaber sitesinin 18 Şubat 2013 tarihli haberinde yazdığına göre, tepki gösteren öğrencilere karşı, “ODTÜ’ye s.ke s.ke gelirim” demişti. Meraklılar internette dolaşan videosundan bunu kendi kulaklarıyla da duyabilirler. Kavanozlu adamın küfürbazlık yeteneği de müthişti. Utanma duygusunun zerresi yoktu.

Evrenin en hayranlık uyandıran varlığına, insan başına bok dökme suçundan değil, rantiyerlikten hapse girdi. Otelciydi, otellerinin sayısını artırmak için kaçak binalar yapmıştı. Sanki dünyaya hiçbir toplumsal değer ve kuralı umursamadan yaşamaya gelmişti. Güzellikleri mülkiyetine geçirmeyi, tüketim nesnesi haline getirmeyi marifet bilmişti. Tekeliyet bürokrasisinin yeni orta sınıfı, onun otellerine koşuyordu ya da onun yazdığı oteller kitabından yağmalanacak yer seçiyordu.

RANTİYERDEN DEMOKRASİ HAVARİSİ

Rantiyerlikten hapse giren kavanozlu adam, sosyalistlere, ilericilere küfür yağdıran, yıllarca akp iktidarını destekleyen adam, sanki bir “demokrasi” kahramanıydı. Tekeliyet dünyasında gerçeğin tersi geçerliydi. Kirli bir gazetenin, Taraf gazetesinin yazarını, bütün hürriyetlerin düşmanı tekelci piyasanın küfürbaz propagandistini, otelciyi, özgürlük kahramanı olarak sunuyorlardı. Buna aldananlar çoktu.

Sözde liberaldiler. İktidara geldikten sonra bütün özgürlükleri yok eden akp’yi destekliyor, karşı çıkanlarla alay ederek “yetmez ama evet”, diyorlardı. Aldanma ve aldatma çağında, postmodernizm altında, toplumu, alan razı veren razı diyerek, gücü gücü yetene kuralıyla ormanlar dünyasına geri götürmek istiyorlardı. En büyük düşmanlıkları toplumsal ilke ve kurallara dayalı bir yaşamı temel alan cumhuriyete idi. Laiklik ve cumhuriyet sözcüklerini duymaya bile dayanamıyorlardı. Akp bunlara darbe indirdikçe nakaratları hazırdı; yetmez ama evet, diyorlardı. Türkiye’de Cumhuriyet’in kurucusunu küfürbazlıklarının nesnesi yapmışlardı. Bu konuda bir numara olan Fesli Kadir’le rekabete girmişlerdi.

FESLİ KADİR’LE KÜFÜRBAZLIK YARIŞI

Atatürk ve Cumhuriyete sövgüde, yobazların safında Fesli Kadir bir numaraydı; liberallerin safında da bu, kavanozlu adam. Yanlış Cumhuriyet adını verdiği bir kitap yazmıştı. İtiraf etmem gerekir, Taylan Kara arkadaşım kadar çalışkan ve tahammüllü olmadığım için, bunun kavanozundan saçılanlarla yazılan bu kitabı okumuş değilim. Kir Teorisi’nin en zor işini Taylan Kara yapmıştır; kendi kirlerini bütün insanlığın tepesinden boşaltmaya çalışan bu liberal yobazları, kelime kelime incelemiş ve aklın, tarih bilincinin, insanlık ülküsünün mahkemesinde mahkûm etmiştir.

Müthiş bir sabır ve emektir.

Kavanozundakileri ortalığa boca ederek, Taylan Kara’nın akil adam Murat Belge’yi eleştirdiği yazısının altına, “Bunlar organize vurucu tim. Aptal değiller, görevliler. İtlaftan başka çare yok” yazan Sevan Nişanyan bu müthiş işin hakkını vermektedir. Böyle bir insanlık sevgisini, bilim ve akıl tutkusunu, tipik dünyası kavanozunda ve küfürbaz dilinde dışavuran bir yetmez ama evetçi, susturmaktan başka bir çare bulamamaktadır.

Ali Nesin ve on beş kavanoz muhibbi, bu katliam çağrısını Facebook’un kalp işaretiyle ödüllendirmiştir.

Tabii, burada bizi en çok üzen Nesin soyadının kirletilmesidir; büyük aydınımız Aziz Nesin’in oğlu Ali Nesin, kavanozlu adamı desteklemesini eleştiren birine cevap olarak şunları yazabilmektedir: “Çok doğru ama bence itlaf etmeyip besleyelim.” Diktatör Kenan Evren’le davalı aydın Aziz Nesin’in özel üniversite profesörü oğlu Ali Nesin, Kenan Evren’in idam savunusundan ilham alarak ironi yaptığını sanmaktadır.

İdam’la, itlaf’la, bok’la konuşan ve kendilerini hâlâ aydın zanneden bir kendini bilmezler sürüsüyle karşı karşıyayız.

KİR TEORİSİ VAKASI

Bu, bir kir teorisi vakasıdır; neoliberal gericilerin faşist katillerin lafazan ikizi olduğunu apaçık ortaya koymuştur. Kavanozlu adam, Taylan Kara’nın insanlık değerleri, dünya görüşü, inancı ve sevgi dolu kişiliği gereği bu eleştirel mücadeleye girdiğini anlamayacak ölçüde kavanozuna bulanmıştır ki, “aptal değiller, görevliler” demektedir. Herkesi kendi dünyalarındaki gibi, tekellerin görevlisi, ab vakıflarının projecisi sanmaktadırlar. Kavanozun içinden görülen dünyadır bu. Kirli ve kinli bir dünyadır; bütün insani güzelliklerin, ahlak ve onurun inkârıdır.

Taylan Kara’nın dünyası, bizim dünyamız insanlığın dünyasıdır; bunların geri getirmeye çalıştığı orman düzenine karşı emekçi cumhuriyet düzeninin dünyasıdır. Yüksek ahlak, yüksek estetik, yüksek bilinç ve planlama toplumunun dünyasıdır. Sömürüden, savaşlardan kurtulmuş insanlığın dünyasıdır. Yazı diye kavanozlarının içindekileri orta yere saçan bu yetmez ama evetçilerden, liberal akıllılardan kurtulmuş bir geleceğin dünyasıdır.

Kavanozlu adam ve arkadaşlarının bu dünyayı görmesi ve anlaması mümkün değildir. Ben “itlaf” diyemem, büyük şairimizin dizeleriyle söylemek isterim, “onlar ümidin düşmanıdır”…

“Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:

-çürüyen diş, dökülen et-,

bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler.”

Bu, tarihin ve Nâzım Hikmet’in dile getirdiği toplumsal estetiğin yargısıdır. Beni asıl üzen, henüz tekeliyet düzeninin kirlerine bütünüyle bulanmamış olanların, emekçi sınıftan insanların bunların yalanlarına kapılarak, bizim dünyamıza düşman olmalarıdır.

ETİKETLİ AKIL

Kavanozlu adam, Taraf’taki günlerini ve görevini arıyor; Taylan Kara’nın “Ergenekoncu” olduğunu ima ediyor. Okuduklarından doğru anlam çıkarmaya çalışan ve bunların yalanlarını sorgulayan birine öyle baskı yapmışlar ki, kendini savunmak için şunları yazmış: “Taylanı müdafaya niye girişeyim herif ulusalcı ben ermeniyim, fırsat verilse kafa tasımla futbol oynar.” İşte, kavanozlu adam ve bilcümle yetmez ama evetçilerin kendilerini izleyen bilinçsiz insanlara yerleştirdikleri mantık budur: Her şeyi çarpıtılmış, tanım diyemeyeceğimiz bir etikete indirgemek ve insanları bu etiketlerle yönlendirmek. Tanıdığım en insancıl kişi olan Taylan Kara’ya “ulusalcı” etiketini yapıştırınca, bilgisiz yorumcu, “Kendisi ermeni olduğu için kafatasıyla futbol oynayacak” bir canavar tasavvur etmektedir.

Liberal akıl, bir etiketleme ve etiketi en büyük yalanla çerçeveleme becerisine dayanır.

Yetmez ama evetçilerin büyük başarısıdır; ulusalcılık kavramını ırkçılıkla özdeşleştirmişlerdir, ulusalcıların başka etnisitelerden olanların kafalarıyla top oynayacak ölçüde insanlık dışı oldukları imajını aptallaştırdıkları kitleye kabul ettirmişlerdir. Bunu etiketleyerek, etiketlerle şartlandırılmış bir akıl icat ederek yapmışlardır.

“Ermeni olduğu için kafatasıyla top oynayacak” bir “ulusalcı” korkusu duyan etiketli akıl, acaba Taylan Kara’nın “Çok Kişisel Bir Hrant Dink Yazısını” okusa bu etiketten kurtulabilir mi?

TAYLAN KARA’NIN HRANT YAZISI

Hrant Dink’in arkasından yazılan en güzel yazılardan birini Taylan Kara yazmıştır, başlarken şöyle der: “Hrant Dink’i ölümüyle tanıyan biri değildim. Öncesinde onlarca yazısını okumuş, söyleşilerini izlemiş, birçok konuşmasını dinlemiştim. H. Dink’in baştan beri bende uyandırdığı duygu, hiç görmediğim ‘çok yakın akraba’ hissi olmuştur. Onunla hiç karşılaşmadık ancak yolda rastlaşsak sanki hemen samimiyetle köydeki annemin, memleketteki amcamın hatırını soracak bir insan gibiydi. Söylediği şeylerin içeriği kadar söyleme şeklindeki insan sıcaklığıydı bu.”

Etiketli bilinç, oku ve düşün; insansever yazar konuşuyor. Doğruyu, haklıyı, güzeli, onurluyu dile getiren ve savunan herkes onun kardeşidir, sevgilisidir. Milletine, ırkına, sınıfına, yaşına, boyuna posuna bakmaz o. İnsanlık değerleri için mücadele eden bir insan zulme uğradığında en çok o üzülür. Kavanozluların dünyası acısını bile özgürce yaşamasına engeldir.

“Ölüm haberini aldığımda yaşadığım şehirde yoğun bir kar yağışı vardı. Arabama binip şehrin 5-10 km. dışındaki ormana gittim, tamamen karla kaplanmış ormanda ağaçların arasında bir süre yürüyüp insansız bir yer buldum. Bu duygularla kara uzanıp dakikalarca hıçkıra hıçkıra ağladığımı hatırlıyorum. Sanırım kardeşimi kaybetseydim hissettiğim duygular yaklaşık olarak böyle olurdu. Onun için üzüldüğümü kimseye belli etmedim. Edemezdim, bulunduğum yerde onun için fazla üzülen kimse yoktu çünkü.” Etiketli akılların çoğunluğu oluşturduğu bir toplumda biz insanseverler üzüntümüzü ve sevincimizi ıssızlıkta yaşamak zorunda kalıyoruz.

ALİ NESİN’İ VE BOKÇU NİŞANYAN'I YARATAN KARANLIK

Taylan Kara eleştirileriyle etiketleri yırtıyor; onları saran liberal yalanları lime lime ediyor. O kadar çürümüşler ki, eleştirmenle mücadele edecek kavanozlu adamdan başkasını bulamıyorlar. Kavanozlu ve onun alkışçısı Ali Nesin’in, bilim, felsefe ve estetikte toplumsal bir katkılarını göremiyoruz; ama otelcilikte, köy’cülükte, rantiyerlikte ortaktırlar. Olan Aziz Nesin’in büyük anısına oluyor.

Belki de kendi hatasıdır; büyük yapıtı, Ali Nesin’e Mektuplar’ında, oğlu felsefeci olmak istedikçe onu pozitif bilimlere yönlendiriyordu. Oğlu babasının dediğini yaptı ama matematiğin soyut dünyasında, toplumsal gerçekliği göremez oldu, gitti kavanozlu adam ve benzerlerinin alkışçısı oldu.

Rakel Dink’in artık bir vecize değeri kazanan sözüyle söylersek, bir bebekten katil yaratan bu nasıl bir karanlıktır; Aziz Nesin’in oğlundan kavanozlu adama rantiyer ortak, Murat Belge’ye eleştiri kalkanı doğurmaktadır.

Taylan Kara, aydınımızdır; Kir Teorisi’nin karanlıkta gören çalışkan yazarıdır. Onurumuzdur. Büyük insanlık sevgisi ve umudundan doğan şimşekli öfkesiyle, ahmaklar bataklığına dalmış aklımızı paklamaya çalışmaktadır.



Takipçileri için Sevan Nişanyan ve Ali Nesin: 'İtlaf ahlâkı'




Ali Nesin'de keramet aramak boşuna!



Ali Nesin’in saltanatı ve sefaleti




Rezil olmaya doymayan yüzsüz ve zavallı Murat Belge



Aldatan ve aldatılan bir toplum haline geldik



İlber Ortaylı Fena Yakalandı: Cevap ver Hoca, bu ne kıvırma böyle?



Celal Şengör iyice "salağa" bağladı!



Liboşların ağlama günleri


5 Mart 2018 Pazartesi

Saray soytarılığı para getirmedi: İbrahim Tatlıses rüşvet vererek bayii arayışında



Türkiye'deki yozlaşma, çirkinleşme, ahlaksızlaşma ve utanmazlığın ne seviyelere çıktığını görmek için İbrahim Tatlıses'e bakmak yeter de artar...


1970'lerde "türkücü" olarak dikkatleri çekmiş, bazılarına göre "sesinin güzelliği" ile tanınmış biriydi İbrahim Tatlıses. Oysa ilerleyen zamanda "Türkiye'in yozlaşması ve müptezelleşmesi"nin simgesi oldu.

İbrahim Tatlıses'in yıllar içinde artan serveti ve ününün onu "olgunlaştıracağına" inanan birileri varsa da, en az 25 yıl önce bu düşlerinden vazgeçtiler. Şöhreti ve ünü arttıkça İbrahim Tatlıses daha da şımarık ve terbiyesiz oldu. Kural tanımazlık, mafyözlük, kadına karşı şiddet... sıradan kabalık ve terbiyesizlik İbrahim Tatlıses adıyla özdeşleşti.

Bu herif terbiyesizliği nedeniyle bazen kendini o kadar kaybetmişti ki sahneden küçük bir kız çocuğuna "orospu" diye seslenerek ne kadar alçalabileceğini dosta düşmana göstermişti.

Bkz. http://www.haberturk.com/magazin/herkes-bunu-konusuyor/haber/573246-ibodan-kucuk-kiza-cirkin-soz

Güce ve paraya tapan bütün ilkesiz ve iğrenç kişiler gibi onu "saray soytarıları" arasında en ön sıralarda yer aldı. Onun ne kadar "ilkesiz ve müptezel" olduğunu zaten yılardır bilen Türkiye için hiç de sürpriz değildi bu gelişme...

Murat Bardakçı yazıyor: Saray soytarılarının tarihi


Bu aralar Internet üzerinde verdiği reklamlarla kendisine "bayii" arayışına geçen İbrahim Tatlıses örneğinden anlıyoruz ki saray soytarılığından umduğu kadar para kanamadı.

Türkiye'nin düştüğü zavallı ahlaksız hallerin her daim göstergesi olmuş İbrahim Tatlıses herhalde  "rüşvet ve avanta vermeden" hiç iş yapamıyor olmalı ki "Tatlıses lahmacun bayii" olmayı kabul edecek girişmcilere 500 kg çiğköfte "avanta" vermeyi vaadediyor.






Celal Şengör İyice "Salağa" Bağladı!


Celal Şengör geçtiğimiz dönemde de "bok yemek" konusundaki güzellemeleriyle tarihe geçmişti.
Bkz https://onedio.com/haber/deprem-profesoru-celal-sengor-un-diski-yedirmek-iskence-degildir-aciklamasina-sosyal-medya-bol-diskili-x-tepki-628569

Önce ortaya bir laf atıp gelen tepkilerin arkasından dansöz gibi kıvırtmak Celal Şengör'ün ilk defa yaptığı bir şey olmadığı için, Kanuni Sultan Süleyman'a "SALAK" deyip sonradan "salağa yatmak" da tam Celal Şengör'lük bir hareket olmuş! Kendisini tebrik ediyoruz.

'Kanuni' açıklaması için özür dileyen Celal Şengör, gazetecileri suçladı

Kanuni Sultan Süleyman hakkında tartışma yaratan Celal Şengör, bugünkü köşesinde o ifadeleri neden kullandığını açıkladı.

Prof. Dr. Celal Şengör, dünyanın ilk atlası olarak bilinen el yazması kitabın tanıtım toplantısında, Kanuni Sultan Süleyman için tartışma yaratan ifadeler kullanmıştı.
Şengör, toplantı esnasında basın mensuplarının sorularını cevaplarken, Fatih Sultan Mehmet ve Piri Reis’in kişiliklerinden bahsettiği sırada, “Coğrafi kitaplara olan merakı müthiş. Coğrafya hastası bir sürü şeyi topluyor. Ben onu diyorum; Piri Reis’in hayatındaki en büyük talihsizliği Kanuni Sultan Süleyman gibi bir salağın zamanında doğmuş olmasıdır. Fatih zamanında Piri Reis olaydı inanır mısınız bugün bizim sömürge imparatorluğumuz vardı. Çok samimi söylüyorum bugün biz Amerika’ya falan gitmiştik” demişti.

“KÜÇÜK BİR DENEY…”

Şengör, sözleri tepki çekince, Habertürk gazetesindeki köşesinde neden bu ifadeleri kullandığını anlattı. Şengör “Bu bir deneydi ama özür dilerim” başlığını attığı yazısında şu ifadeleri kullandı:
“Muhterem okuyucularım... Bu hafta size Cuvier’yi anlatacaktım. Ancak geçen çarşamba Ptolemaios (İslam bilim çevrelerinde Batlamyus) Atlası’nın tanıtımı toplantısının Türk basınına yansıması için Fatih Altaylı’yla yaptığımız küçük bir deney beklediğimizden de fena bir sonuç verince size bu atlası tanıtmak görevi gene bizlere düştü.
Ben hiçbir tarihi şahsiyete hakaretamiz laf söylemeyecek kadar akıl sahibiyim. Kanuni benim beğenmediğim, devletimizin çöküşünün temellerini atmış bir padişahtır. Bunda tereddüdüm yok. Ama ‘salak’ kelimesini bilhassa seçerek Türk basınının bunu haber yapıp Ptolemaios Atlası’ndan da bahsetmesini temin etmek istemiştim.” Fatih bunun detaylarını geçen cumartesi yazdı.
“Gazetecilerimiz ise düşük kültür seviyeleri nedeniyle sadece bu kelimeyi haber yaparak o muazzam atlası ve onu kurtaran Fatih Sultan Mehmed’i es geçtiler (salağı anladılar ama coğrafyayı anlayamadılar).

Bu deneyle milletimizin bazı üyelerini ne yazık ki üzmek zorunda kaldık, kendilerinden özür dilerim. Ancak gazete ve gazetecilerinin seviyesini de bu sayede bir kez daha gördüler.

Kanuni Sultan Süleyman'ın doğduğu kentten Celal Şengör'e tepki




Takipçileri için Sevan Nişanyan ve Ali Nesin: 'İtlaf ahlâkı'



Ali Nesin’in saltanatı ve sefaleti




Rezil olmaya doymayan yüzsüz ve zavallı Murat Belge




Bok kavanozu Nişanyan ve onun alkışçısı Ali Nesin'in iğrenç halleri



Aldatan ve aldatılan bir toplum haline geldik



İlber Ortaylı Fena Yakalandı: Cevap ver Hoca, bu ne kıvırma böyle?



Liboşların ağlama günleri




Ali Nesin'de keramet aramak boşuna!



4 Mart 2018 Pazar

Yazılmasından 50 Yıl Sonra: Tanrıların Arabaları



Erich von Däniken 'Tanrıların Arabaları'nı 1968'de yazmıştı. O zamandan beri bu kitap bir referans noktası

Uzaylıların dünyayı ziyaret etmelerine dayalı pek çok hikaye ve kurgu zaten uzun yıllardır anlatılmakta, fantastik öyküler kurgulanmakta ve filmler çekilmekteydi.

1968'de yayınlanan Tanrıların Arabaları kitabı geniş ölçüde dikkat çeken bir 'alternatif tarih' arayışı olarak bunların arasından sıyrıldı. "Uzak geçmişte dünyamızı uzaylıların ziyaret ettiği" tezini popüler kültüre taşıyan ilk kitap olarak 'Tanrıların Arabaları' dünyanın hemen her yerinde büyük ilgiyle karşılandı. Pek çok dile çevrildi.


Kitabın dayandığı ana tez, dünyadaki eski uygarlıkların sahip olduğu teknoloji ve dinlerin aslında o sırada dünyayı ziyaret eden uzaylılar tarafından insanlara verildiği ve bu uzaylı ziyaretçilerin o zamanki insanlar tarafından 'Tanrılar' olarak kabul edildiği şeklinde.


Daha da ileri giden bir takım hipotezlerde ise, bu uzaylıların yeryüzündeki bazı maymunsu yaratıkların genleriyle oynamak ve onlarla çiftleşmek yoluyla, insan ırkının ortaya çıktığı ileri sürülmekte.


Tevrat'ta Nefilim olarak bahsedilen yaratıkların da bu uzaylılar olduğuna dair tezler var.


Erich von Däniken'in ileri sürdüğü tezler:


1- Antik zamanlara ait bazı kalıntı, heykel ve rölyeflerde tasvir edilen bazı alet ve cihazlar, o zamanki uygarlık seviyesiyle bağdaşmayacak kadar ileriydi. Söz gelişi mağara duvarlarında 'roket' ve 'rokete binmiş insansı' gibi resimler, o zamanki insanların hayalgücünü çok aşıyor olmalıydı.


O halde Mısır piramitleri, Stonehenge ve Paskalya adasındaki heykeller gibi eserler, ya uzaylılar tarafından ya da uzaylıların sağladığı teknolojik imkanlar kullanılarak yapılmış olmalıydı. Piri Reis haritası da, Peru'daki Nazca işaretleri de 'gökyüzünden dünyayı görmüş' bir zihnin eseri gibiydiler. Oysa o tarihlerde insanların gökyüzüne çıkabilmeleri mümkün değildi.


2- Birbirleriyle ilgisi olmayan ve coğrafi olarak birbirinden çok uzak eski kültürlerin (söz gelişi Güney Amerika'daki İknaların, Mayaların ta Mısır'daki uygarlıklardan haberdar bile olmaması lazımken; duvarlara yapılan kabartmalarda birbirine benzer uzaylı figürleri resmedilmişti.


3- Bugünkü dinlerin kökeninde, uzaylıların bir gün tekrar geleceğine dair beklentiler ve 'gökyüzünden gelen kutsal bilgiler' var. Henüz yazının bulunmadığı zamanlar boyunca oluşturulan söylenceler zaman içinde değişikliklere uğramış olsa da çıkış noktaları birbirine çok benzemekte.

Erich von Däniken'e göre, mesela Tevrat'ta Ezaikel'in kehanetleri adeta bir uzay gemisinin inişini betimlemektedir.


BİLİM ADAMLARI BU TEZLERİ KABUL ETMEDİ


Bir çok tarihçi ve fizikçi, bu fikirleri ciddiye almadı. Daniken'in ileri sürdüğü kanıtların sahte olduğunu ileri sürdüler. Daniken de kitabına aldığı kanıtların bazılarının 'yanıltıcı' olduğunu kabul etti.


Ancak kitabın sonraki baskılarında bu 'sahte' kanıtları kullanmayı sürdürdü ve hatta serinin devamı niteliğinde kitaplar yazmaya devam etti.


Erich von Däniken'den ayrı olarak Zecharia Sitchin gibi kimi araştırmacı yazarlar da 'uzaydan gelen akıllı yaratıkların' dünya tarihine yön verecek bazı müdahalelerde bulunmuş olacağına dair tezler ileri sürdüler.


Daniken'in söylediği her şey doğru olmayabilirdi. Bazı kanıtları uydurma çıkmıştı. Ama gene de işaret ettiği yön çok belirgin şekilde doğruluk içeriyordu.


Araştırmacı-yazar Burak Eldem bu konuyla özel olarak ilgilendi. 'Alternatif insanlık tarihi'ni araştırırken kızıl gezegen Marduk ve uzun yıllar önce dünyamıza gelen uzaylı ziyaretçilerin insanlığa nasıl etkilerde bulunduğuna dair tezleri derledi, topladı ve kendi araştırmalarını da dahil ederek yayınladı.


Zecharia Sitchin gibi kimi araştırmacı yazarlar da 'uzaydan gelen akıllı yaratıkların' dünya tarihine yön verecek bazı müdahalelerde bulunmuş olacağına dair tezler ileri sürdüler.


Burak Eldem'in yazmış olduğu 2012:Marduk'la Randevu ve Fraternis: Kayıp Kitaplar, Gizli Kardeşlik adlı eserler, bu konularla ilgili olarak Türkçe yayınlanan en zengin ve kapsamlı referans kaynağı durumundadırlar.


SİNEMA VE TELEVİZYONDAKİ ETKİLERİ


Daniken'in kitabından yola çıkarak bir belgesel film de çekildi. Televizyonda 'Eski Astronotları Ararken' (In Search of Ancient Astronauts) adıyla gösterilen bu belgesel aynı zamanda Battlestar Galactica gibi televizyon dizilerine, Stargate gibi filmlere ilham verdi.


Indiana Jones ve Kafatası Krallığı filminde de çok eski zamanlarda Güney Amerika'ya inmiş olan eski astronotlar teması işlenir.


Orijinali 1978'de Glen Larson tarafından yaratılan bilim-kurgu dizisi Battlestar Galactica'da Lorne Greene, Richard Hatch ve Dirk Benedict başrolleri paylaşmıştı.


Bu dizinin anafikri, Tanrıların Arabaları adlı kitap ve Mormon tarikatından esinlenerek oluşturulmuştu.


Günümüzde çok sayıda insan, olarak galaktik öncülerin soyundan geldiğimize ve bu uzaylıların bir gün tekrar bizi ziyaret ederek önümüzde bambaşka ufuk açacağına inanmaya devam ediyor.


Scientology ve Raelianlar gibi bu fikirden yola çıkan tarikat ve kültler kadar, UFO araştırmalarıyla ciddi olarak ilgilenen çok sayıda kişi ve grubun ortak görüşü bu yönde.