24 Temmuz 2019 Çarşamba

Irkçı bir faşist İngiltere Başbakanı Olunca, Türkiye'de Birileri Aptalca Bir Sevince Kapıldı

Irkçı-faşist Boris Johnson'a bizdeki bir takım cahil-alçak medya mensuplarının "Türk asıllı" veya "Osmanlı torunu" diye sahip çıkması, eğer zır-cehaletten kaynaklanmıyorsa, düpedüz alçakça bir yobazlık propagandası


Medyamızın ısrarla “Türk asıllı” dediği, gaflar, potlar kralı Boris Johnson nihayet İngiltere’nin yeni başbakanı. Aslında bu utanç İngiltere'ye yeter de artar bile ama hikaye bu kadarla sınırlı değil.

Saç rengiyle Donald Trump’ı andıran Johnson’un başka açılardan da ABD Başkanı Trump’a benzeyen yanları var. Ağzının ayarı yok bir kere.

Bu edepsiz ve "tuhaf" herifin Birleşik Krallık başbakanı olması nedense bizm gerici-yobaz akepe'liler tarafından pek bir sevinçle karşılanmış görülüyor.

Ne Türk asıllısı yahu?

Bir yerel seçim öncesi partisine mensup bir adaya oy istemek amacıyla Londra’da Türklerin yoğun yaşadığı yerleri ziyaretinde, laf bu şahsın "Türklüğüne" gelince yanıtı kısa ve kesin olmuştu: “Benim Türklüğüm, Almanlığım ya da Rusluğum kadardır” oldu.

Akepeli cahil ve yobaz kesimin nedense "bizden" görmeye pek hevesli olduğu Johnson, üstelik damarlarında çok az İngiliz kanı da taşımasına rağmen ülkenin hatırı sayılır “ırkçılarındandır”. Örnek mi? 2002’de dönemin Başbakanı Tony Blair’in eski İngiliz sömürgelerini ziyaretini Daily Telegraph gazetesinde değerlendirirken, Blair’i karşılayanlar için “piccany” demişti ki bu sözcük ırkçıların literatüründe beyaz olmayan herkesi tanımlayan berbat bir anlam taşır.

İyi eğitimli, kuşku yok. Oxford mezunu bir kere. Ancak espri yapayım derken baltayı sıklıkla taşa vurmasıyla da ünlü. O espri yaptığını sanıyor ama “şakaları” can yakan, ırkçı, nefret dolu ifadeler içeriyor. Homofobik, kadınları aşağılayan biri. İngiltere’de üniversiteye giden Malezyalı kadınlar için, “koca bulma istekleri azaldı demek ki” dedi bir keresinde, ne büyük ayıp.

Kadınları aşağılamada ırkçı sayılmaz çünkü kendisi gibi “mavi kanlı, beyaz” Hillary Clinton için bile ağzını bozmuşluğu vardır: “Akıl hastanesindeki sadist bir hemşire gibi sarı ve koyu renkli dudakları var”.

Patavatsızlığına tahammül etmek her zaman kolay olmuyor. Aile bağlantılarıyla girip editörlüğe kadar yükseldiği Times gazetesinden kovdular onu. II. Edward’ın sarayıyla ilgili bilgileri için kaynak gösterdiği Piers Gaveston meğer söz konusu saray yapılmadan on üç yıl önce öldürülmüş. Okuyucuyu yanılttığı için kapının önüne kondu tabii. Bir de “dayı” tarafı var. Bir ses kaydı çıktı ortaya. Bir arkadaşıyla bir gazeteciyi nasıl döveceklerini anlatıyordu.

Diplomasi dili hak getire. Dışişleri Bakanlığı’na getirilmeden iki ay önce “en kötü Erdoğan şiiri yarışması”na katıldı, kazandı.

İngiltere Trump’ına kavuştu. Hayrını görsünler.

Bu "tuhaf" herif, Türk tarihindeki en azılı şerefsiz hainlerden biri olan Ali Kemal'in torunu olduğu için, akepe'li gerici-yobaz güruh kendi pozisyonlarını aldı.

İngiltere’nin yeni Başbakanı “Osmanlı Torunu” Boris Johnson olunca, yine birbirine girdi cehaletle ihanet. Bu durum da en çok toplum mühendislerine(?) yaradı. Tabii doğal olarak da onların arkasındaki küresel efendilere.

Yapılmak istenen açıktır. Bir hainin, dedesiyle aynı düşünen torununun başarı hikayesi üzerinden ihaneti aklanmaya çalışılmaktadır. Hainin kahraman olduğu yerde kahramanlar da hain olacaktır. Türk ulusu bu tarz algı operasyonlarına yüz yıl önce izin vermediği gibi yine izin vermemelidir, vermeyecektir.

Kimdi Boris Jonhson? Ali Kemal’in torunu.

"- Kim bu Ali Kemal?"

"- Gazete muharriri.

İngiliz’den para alır.

Adamıydı Halifenin.

Gözlüklü,

şişman.

Kan damlardı kaleminden,

fakat murdar,

fakat pis bir kan.

Gün olur daha derin,

daha geniş yara açar

kalemin düşmanlığı

mavzerin düşmanlığından."

İHANETİN VÜCUT BULMUŞ HALİ

Damat Ferit Kabinesinde Eğitim ve İçişleri Bakanlığı yapmışlığı vardır Ali Kemal’in. Yazdığı provokatif köşe yazıları ile düşmanın mermisine rahmet okutmuştur. Öyle ki Millî Mücadele’nin bir cephesi de basın cephesidir. Ali Kemal de o cephede emperyalizmin yazar görünümlü tetikçisidir. Halkın nezdinde ihanetin vücut bulmuş hali olduğundan, Sakallı Nurettin Paşa’nın ihmalinin de etkisiyle halk tarafından linç edilmiştir. (Halk nezdinde ve yaptıklarıyla hain olsa da Mustafa Kemal Paşa, Sakallı Nurettin Paşa’nın bu linç girişimine dolaylı destek vermesine çok sinirlenmiş, büyük tepki göstermiştir. Bu “tepki”, kurucu felsefenin hainlere karşı bile “her durumda önce hukuk” dediğini görmek açısından önemlidir.)

Bu profilin zihinlerde daha belirgin olması açısından şöyle bir varsayımda bulunabiliriz: Eğer Ali Kemal bu dönemde yaşayacak olsaydı, kendisinden kumpas davaları desteklemesi, Atatürkçülerin karşısında olması, FETÖ’cü kumpas dava savcısının heykelini dikmek isteyecek kadar ihaneti kutsaması beklenilirdi.

ESAS HEDEF

Bugün Ali Kemal’in torunu olmakla övünen “Osmanlı Torunu”nun İngiltere’de Başbakan olması kimilerinin gönlünü okşamaktadır. Osmanlı hülyası gören “hain olmayan” gafiller için... Kimilerinin ise gerçek konumlarını gizlemek için bulunmaz bir nimet, “başarı hikayesi”dir. Millî Mücadele döneminden beri Millî Mücadele’nin karşısında olanların devamı niteliğindeki “hainler” için...

TBB Başkan Yardımcısı Hüseyin Özbek, en sonda söylemekte çekinileni en başta söylüyor:

“Bu yapılan utancı anıtlaştırmak, ihaneti kutsamaktır. Damat Ferit Kabinesinin İngiliz işbirlikçisi Ali Kemal’in aklandığı yerde Mustafa Kemal mahkûm olur!”

Millî Mücadele’nin yüzüncü yılının halkta içselleşen coşkusu; bir takım Millî Mücadele karşıtlarını, Atatürk düşmanlarını dolaylı savunma sistemlerine itmektedir. Bazılarının açıktan savaşmaya devam ettiği yerde bazıları da savaşlarına “örtülü” devam etmektedir. İşte yeni gündem ve “örtü”, “Osmanlı Torunu İngiltere Başbakanı” pozisyonudur. Örtünün altındaki 100 senedir aynıdır. Hiç değişmemiştir.

Yapılmak istenen açıktır. Bir hainin, dedesiyle aynı düşünen torununun başarı hikayesi üzerinden ihaneti aklanmaya çalışılmaktadır. Hainin kahraman olduğu yerde kahramanlar da hain olacaktır. Türk ulusu bu tarz algı operasyonlarına yüz yıl önce izin vermediği gibi yine izin vermemelidir, vermeyecektir.

Özel Okullar Toplumsal Barışı Tehdit Eder Hale mi Geldi?

Özel okul patronlarının velilere dayattıkları fahiş fiyatlar, çocuklarını devlet okullarındaki islamo-faşist baskıdan kaçırma bedelidir. Nitekim "laik ortam" son yıllarda özellikle yerli kolejler için etkili bir pazarlama unsuru.


Yazan: EBRU ERBAŞ


Bu yılki LGS'nin en ilginç sonuçlarından biri, yabancı liselerin belki tarihlerinde ilk kez kontenjanlarını dolduramaması oldu. Birinci kayıt dönemi sonlandığında hemen hepsinin kontenjanlarında onlarca açık vardı ve herkes bu durumu öncelikle ekonomik krizin etkilerine yordu. Zaten geçen yıldan beri kriz eğitim sektörüne, iflas eden, öğretmenlerinin maaşlarını ödeyemeyen özel kolej haberleriyle yansımıştı, demek artık şimdiye dek öğrenci sıkıntısı çekmeyen köklü yabancı liseler bile etkilenmeye başlamıştı.

Ancak benim gibi bir zamanlar orta halli ailelerin bu liselerde büyük fedakarlıklarla okuttuğu ve şimdi de çocukları eğitim çağına gelmiş bazı veliler, kriz patlamadan önce de bu okulların ücretlerinin anormal düzeyde artmakta olduğunun farkındaydık. Çok kabaca alım gücü karşılaştırmaları yaparak "bugün olsa benim ailem beni asla bu okulda okutamazdı" diyorduk. Nihayet geçen gün elime somut bir veri geçti: Notre Dame de Sion Fransız Lisesi'nin (NDS) 1989-1990 öğrenim yılında okul ücretlerini duyurduğu yazı, bugün tarihi bir belge niteliğinde.

Hemen hesabı çıkardım:

1989- 1990 yılında okul ücreti yeni girişler için 3.520.000 TL, lise sınıfları için 1.635.700 TL imiş.

Aynı dönemde Cumhuriyet Altınının ortalama satış fiyatı 181.000 TL (ödeme tarihlerine göre 1989 Haziran, Eylül ve 1990 Ocak ortalaması).

Buna göre hazırlık sınıfı ücreti yaklaşık 19 Cumhuriyet Altını, lise sınıfları yaklaşık 9 Cumhuriyet Altını ediyormuş.

Bugün Cumhuriyet Altınının satış fiyatı, çok da geniş paylı bir yuvarlatmayla 1.750 TL.

9 Cumhuriyet Altını 15.750 TL, 19 cumhuriyet altını 33.250 TL ediyor.

Sadece enflasyon oranında artsaydı bugün NDS’nin yıllık ücreti bu civarda olacaktı yani. Bu krizin ve 1990'dan beri yaşanmış tüm krizlerin toplam etkisi bu kadardı.

Halbuki bugün aynı okulun yıllık ücreti 68.500 TL ve tüm sınıflar için aynı.

Sonuç olarak, okulun ücreti enflasyon farkı düzeltildiğinde dahi reel olarak yüzde 106 ilâ yüzde 335 oranında artmış durumda.

"Bizim gibi aileler çocuk okutamazdı", derken haklıymışız.

Bu acayip artışın herhalde ilk açıklaması “laikliğin bedeli” olmalı. Yani velilere dayatılan fark, çocuklarını devlet okullarındaki islamo-faşist baskıdan kaçırma bedelidir. Nitekim "laik ortam" son yıllarda özellikle yerli kolejler için etkili bir pazarlama unsuru. Devlet de her uygulamasıyla "laik eğitim isteyen parasını verip özele gitsin" tavrını hissettiriyor.

Kanımca yine aynı islamo- faşist gerileme, yabancı liselere yükseköğrenim vesilesiyle kapağı yurt dışına atma eşiği olarak da prim kazandırmış ve bu prim de okul ücretlerine yansıtılmış durumda. NDS örneğiyle devam edersek, bizim mezun olduğumuz 1991 yılında sadece bir arkadaşımız üniversite öğrenimi için Fransa'ya gitmişti. Bizim devreler yurt dışında üniversiteye okumayı, ancak ailesi zengin olup da burada iyi bir okul kazanacak kadar başarılı olmayan öğrencilerin seçeneği olarak hatırlar. Pek de havalı bir durum sayılmazdı yani. Bugün aynı okulun sitesinde geçtiğimiz yıl 87 mezunun Fransa'daki üniversitelerden, 31 mezunun da ABD, Kanada, Hollanda ve diğer batılı ülkelerin üniversitelerinden kabul aldığı duyuruluyor.

Bu ligdeki hangi lisenin sitesine girip üniversite yerleştirmelerine baksanız benzer sayılarla karşılaşır, hepsinin yurt dışına öğrenci göndermek için yarıştığını görürsünüz; aynı birinci ligdeki köklü Türk liseleri de dahil. Ve bu çocuklar tabii ki geri dönüp "vatana millete faydalı olmak" niyetiyle gitmiyor, en iyi eğittiklerimiz can havliyle kaçıyor bu ülkeden. Konuyla ilgili kişiler 23 Nisan'da Darüşşafaka'lı öğrencinin "Almanya'da yaşamak istiyorum" demesine şaşırmadılar yani, yaşıtlarının ancak bu hayallerle halen bu ülkede lise hayatına dayanabildiğini biliyorlar. Dehşete kapılmalıyız, aklımız alınıyor, bu korkunç bir kan kaybıdır.

Aslında tüm bu tablonun "islamofaşizm- laik eğitim" geriliminin de ötesinde ekonomi-politik altyapısı var ki o da AKP neoliberalizminin Türkiye'de ABD tipi ortaöğretim sistemini yerleştirme çabasıdır. Bir yanda çok küçük bir azınlığa dünyanın en iyi eğitimini vererek yönetici elitleri yetiştirirken nüfusun geri kalanının dünyanın en kötü okullarına ve en koyu cehaletine mahkum edilmesi, olarak özetleyebilirz. Ve nitelikli eğitimi tamamen paralı olmanın ötesinde fahiş pahalı bir hizmet haline getirerek eğitimin en önemli işlevi olan sınıfsal geçişlilik imkânının tamamen tıkanmasıdır. Bugün ABD'de bir yanda dünyanın en iyi bir kaç üniversitesi var, dediğimiz gibi, yönetecek üç beş kafayı yetiştiriyorlar ve insanlar üniversitede okuyabilmek için 30 yıllık banka kredilerine ömürlerini ipotek ediyor. Öte yanda dünyanın en berbat okulları da ABD'de, o kredileri dahi çekemeyen büyük çoğunluk, hani o filmlerde gördüğümüz, her türlü kriminal ortamın döndüğü devlet okullarında, haritada ülkesinin yerini gösteremiyor, doğru düzgün okuma yazma bile öğrenemiyor. Size de bu tablo bir yerden tanıdık geliyor mu?

Özetle, evet, doğru düzgün eğitim alabileceğimiz birkaç okul kaldı ve onların da fiyatı krizi de katlayarak, fahiş oranlarda arttı ve artıyor. Kriz, işin kılıfı. Özel okul patronları hem alttan alta islamcı eğitim öcüsünü köpürterek çaresizlik hissi pompalıyor hem de ekonomik krizi bahane ederek haydutluk seviyesinde fiyat çekiyorlar. Ancak bu orantısız fiyat artışlarının asıl sebebi, derin bir kastlaşma; bu okullar asıl iyi bir eğitim almayı en çok önemseyen orta sınıflar için ulaşılabilir olmaktan çıkıyor. Ve sınıfsal geçişliliğin böylece kısıtlanması, asıl toplumsal barışı tehdit ediyor.

Toplumsal dinamikler açısından eğitimin belki en kritik rolü bu: Evet, kutuplaşıyoruz ama asıl kutuplaşma, bu zeminde gerçekleşiyor. Bu koşullarda bizim hakkımız olan parasız, laik, bilimsel, nitelikli, eşitlikçi, özgürlükçü bir eğitim için, -önceliğimiz bu sıfatların hangisi olursa olsun-, ilk hedefimiz; ilkokul seviyesinde özel okulculuğun yasaklanması, ilköğretimin yine tamamen parasız ve eşit sunulan bir kamu hizmetine dönüşmesi olmalı.


EBRU ERBAŞ

15 Temmuz 2019 Pazartesi

15 Temmuz Gerçeklerini Ararken


Yazan: CEM ASLAN


  • Sınav sorusu çalmak ne demektir bilir misiniz? Üniversiteye yerleşemedin, kıl payı mı kaçırdın? Bunlar bu dolapları çevirmeseydi şimdi meslek sahibi bir insan olacaktın. İki yıllığa mı yerleştin? Şimdi dört yıllık okul diploman olacaktı elinde. Belki İTÜ’yü değil Boğaziçi’ni bitirmiş olacaktın. Hemşire değil doktor, astsubay değil subay olacaktın. Bunlar gençlerden hayatlarını çalan böyle alçak adamlardır işte. Elbette bunlara haberi olduğu halde göz yumanlar da.
  • Ajan tarikatın teki devletin kontrol merkezlerini adım adım ele geçirirken Fethullah gibi bir şeytanı değil üç beş kişi, toplumun yüzde 80’lik bir kesimi “nur yüzlü hocaefendi” olarak gördü, kuruduğu tezgahları alkışladı. Bu bir iki yıl boyunca değil 40 yıl boyunca devam etti. Afrikalı çocuğun söylediği Ankara’nın bağları türküsüyle ninni dinler gibi uyudular. Bu da milli kerizlik olarak tarihte yerini almıştır çoktan. Ancak 15 Temmuz kafa darbesiyle kendilerine gelebildiler.
  • 15 Temmuz’un tezgah olduğunu düşünmüyorum. Çünkü hedefteki unsur facetime’da konuşurken azrail görmüş gibi titriyordu hatırlarsanız. Fakat tezgah olduğunu düşünmek de ahmaklık değildir. En ince ayrıntısına kadar aydınlatmazsan, “tanrının lütfu” diye yorum yaparsan, karşıtları sindirmek için fırsata çevirirsen isteyen istediğini der.
  • “Fener şike yaptı mı?” diye bir soru sormuyorum kendime. Nitekim yurdumda şikesiz pinpon maçı olabileceğine ihtimal vermem. Mesele spot ışıklarının neden Fener’in üstüne tutulduğudur. Adamlar ordudan, yargıdan, polisten, Meclis’ten, hükümetten daha sağlam çıktı. Fener bunlardan daha Cumhuriyetmiş! Futbolla ilgim yoktur, takım tutmam fakat eskiden Fener’le dalga geçmeyi severdim. Tüm camiadan özür dilerim.
  • Fethullah’ın en iyi sızdığı yerlerden biri de Galatasaray çıktı bu arada. Memleketin en iyi okumuşları da orada! Gerisini sen düşün.
  • Harbiye bedensel ve ruhsal olarak zor bir okuldur. Yer yıl doğal olarak birkaç kişi bırakırdı okulu, zora gelemediği için. 2005-2006’dan sonra her yıl yüzlerce öğrenci bırakmaya başladı. Sonra anladık ki Fethullah’ın kendi adamlarını yerleştirmek için yaptığı yıldırma operasyonlarından dolayı imiş. Akıl almaz işkenceleri burada yazmaya gerek yok, herkes biliyor artık. Peki orada olanlardan okul komutanlığının, genelkurmayın, savunma bakanlığının, başbakanlığın haberi yok muydu? Elbette vardı. Neden bir soruşturma açılmadı burada neler oluyor diye? Devir değişince başkası soracak bunların hepsine bu soruları. O çocuklara yapılanların hesabını vermeden kimse bu dünyadan göçemez!
  • Kalkışma hakkındaki en önemli saptamaları İlker Başbuğ yaptı. 2002’den sonra MİT’ten istihbarat gelmedi dedi bize örgüt hakkında. Ondan önce iyi kötü YAŞ’ta ayıklıyordu asker bunları. Gene işbirlikçilik, gene yardakçılık. Devletin göstermesi gereken en doğal tepkisini çoğulculuk, inanç özgürlüğü, fosilleşmiş rejim, sivilleşme diye yerden yere vuran sidikli enteller de bu çarkın bir parçası elbette.
  • Amaçları Tayyip’ten kurtulmak falan değildi. Öyle olsa çok daha basit olurdu işleri. Nitekim şah damarı kadar yakınlardı adama. Tayyip’in beş yaverinden dördü cemaatten çıktı hatırlayın. (Fethullahçıların inlerine girmişlerdi sözde, kimin nereye girdiği anlaşıldı tabii.) 1500 korumadan kaçı cemaattendir kim bilir. İlker Başbuğ ayrıca altını çizmişti darbeyi yaptıranlar başarısız olması için yaptırdılar diye. Ayrıca ellerindeki kadroların çok azını sürdüler sahaya o gece. Gerçek amaçlarını bilmiyoruz. Sonuçta Ergenekon, Balyoz, 15 Temmuz derken darmadağın olmuş, sınırları koruma yeteneği hırpalanmış, tarikatlar arasında parsellenmiş bir ordu kaldı elde.
  • Kurmay subayların yüzde 80’i Fethullahçıymış. Bunu diyen ben değilim “Fetö iddianamesi”nin savcısı. Kanser herkesin sandığından daha yaygın ve tedavi çok yavaş ilerliyor.
  • Bu adamlar yurt içinde biraz hırpalamış olabilirler fakat hâlâ güçlü ve örgütlüler. Yurtdışında ise oldukları gibi pozisyonlarını koruyorlar.
  • Geçenlerde Genelkurmay kapısına dayanıp hakim albay almaya kalktılar. Cesaret mi intihar mı daha anlayamadık. Bu olay gündeme oturmadı gerektiği gibi. Kimse de kükremedi “eyyy paralel vatan haini gene ne iş peşindesin?!” diye…
  • Harp okullarını kapatıp Milli Savunma Üniversitesi yaptın, başına da bir tarihçi geçirdin. Öyle yapınca tarikatlar falan sızamaz emin olun. Şimdi dört yıllık okul mezunlarını bir yıl eğitip subay yapıyorlarmış. Hayat sizi bildiği gibi yapsın.
  • Dağda üç gün yaşamayı beceremeyen bordo berelisi, başkentinin ortasından deve kadar binayı ıska geçen F-16’sı, elin ecnebisinin whatsapp uygulamasında grup kurarak harekat yapmak, darmadağın olmuş subay resimlerinin basına saçılması, ağlayan, af dileyen asker afişleri…. Deliğe saklanıp titrek sesle milleti sokağa çağıran baş komutan, otoparka saklanan kuvvet komutanları, esir düşen ordu komutanı, tüymek için sınırda bekleyen bakanlar… afet gibi ülke görüntüleri.
  • 15 Temmuz’dan kuruluş efsanesi yaratmaya çalıştılar. Kültür sanat birikimsizliklerinden dolayı elbette beceremediler. Edebiyat, tiyatro, sinemayla içli dışlı olmazsan beceremezsin. Siyasete sanatın içine tükürerek başlamışlardı. İçine tükürdükleri sanat döndü dolaştı bunların yüzüne tükürdü. Eserini ortaya koyamadıktan sonra ne yaşarsan yaşa.
  • Şu bulutlar dağılınca bütün bu olanlar islamcı grupların iç çatışması diye anılır.
  • AKP “FETÖ” ile mücadele edemez. Öyle bir vizyon ve iradesi yok onların. Şu anda yaptıkları delirmiş bir şekilde karanlıkta yumruk sallamak. Tarikat ve cemaatleri cumhuriyeti kuranlar gibi sağlam bir kurucu irade temizler ancak ülkeden. O tasfiye listerini şeytan bilir kimler hazırlıyor.
  • İBB’yi kaybedeceğini anlayınca Apo mesajı yayımlayıp, Osman Öcalan’ı TRT’ye çıkaran, yarın bunlarla barışma yolu aramaya başlarsa hiç şaşırmam. Tüccar siyasetinin doğasında var böyle şeyler.
  • Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları sonuna kadar gidip bire kadar kırmaz da bu alçakların yakasından elini çekmek gibi bir yanlış yaparsa 100 yıl daha gün yüzü göremez!

Yazı: CEM ASLAN

24 Haziran 2019 Pazartesi

Hep Aynı Filmi mi İzleyeceğiz?

AKP'nin İstanbul'da aldığı tarihi yenilgiden sonra "Hep aynı filmi izleyecek değiliz ya?" sesleri alaycı bir şekilde yükselirken, Luc Besson'un Anna filmi de "Yine mi aynı hikaye?" diye sorduruyor.


Bu kaçıncı Nikita? Luc Besson’un bu hafta gösterime giren yeni filmi "Anna" yönetmenin bildik temalarının cilalı ama ruhsuz bir tekrarından öteye gidemiyor. Sanki akepe İstanbul il teşkilatı değiştirilse, akepenin pislik olduğu gerçeği değişecekmiş gibi...

Nedense Luc Besson yıllardır aynı filmi çekiyormuş gibi bir his var içimizde. Sanırsınız "Ben değiştim" diyten tayyip erdoğan misali.. Oysa önümüze koyduğu hep aynı kokuşmuş menü...

Luc Besson da tıpkı tayyip gibi... Yapacağı bütün numaraları yıllar önce yaptı, o zamandan beri dişe dokunur bir işe imza atamamış ama şiddet ve göz boyamaya dayalı senaryolarla bizi oyalıyor.

Aksiyon sosu bol bir casusluk hikâyesi olan “Anna” 80’li yılların ikinci yarısı ile 90’ların başını kapsayan 5 yıllık bir zaman dilimi içerisinde Moskova-Paris hattı üzerinde geçiyor. İleri geri zaman atlamalarıyla seyircinin başını döndürmeyi hedefleyen ve sonlarda yer alacak sürprizleri örtbas edebilmek uğruna senaryonun önemli bir kısmını tekrarlar yüzünden feda eden Besson filme de adını veren Anna karakterinde tanınmamış bir oyuncuyu tercih etmiş. Geçmişte bu konuda oynadığı kumarlarda başarıya ulaştığını düşünsek de (Bkz. “Leon”daki Natalie Portman) kendisi de bir model olan Rus Sasha Luss’un (ki ilk oyunculuk deneyimini de 2017’de yine bir Besson filmi olan “Valerian and the City of a Thousand Planets”de yaşamış) oyunculuk kariyerinin pek verimli olacağını sanmıyoruz.

O tarihlerde cep telefonu ve USB bellek mi vardı? Kimi kandırıyorsun ya?

Besson’un konu itibarıyla “Nikita”yı fazlasıyla anıştırmasının yanı sıra bir sahnedeki diyalogların neredeyse bire bir “Leon”dan apartılarak filme yedirilmiş olması da (dikkatli izleyiciler “Leon”da Gary Oldman’ın ağzından çıkan cümlelerin neredeyse bire bir bu filmde de kullanıldığını hatırlayacaktır) yönetmenin tembelliğine mi verilmeli, acizliğine mi?

Öte yandan filmde karakterlerin kullandıkları bazı cihazların (cep telefonu, USB flash bellek vb.) filmin geçtiği yıllarda henüz kullanılmadığını Luc Besson bilmez mi? Akepe'nin yüzsüz yöneticileri gibi, bizi aptal mı sanıyor Luc Bessson?

Kimi sahneleriyle “John Wick”i anıştırsa da onun seviyesine çıkamayan ve hatta “Atomic Blonde” ve “Lucy” gibi filmleri bile aşamayan “Anna” ne yazık ki Luc Besson filmografisinde alt sıralarda kendine yer buluyor.

Paranız ve vaktiniz çoksa gidin bu film için para ödeyin!

Aklınız yoksa, tıpkı akepeliler gibi, herşey normalmiş gibi yaşamaya devam edebilirsiniz.. Aslında sonunuzun geldiğini farketmeden...

12 Haziran 2019 Çarşamba

Karanlık yayan ampul seviciler: Aktroller ve aramızdaki diğer faşistlerle mücadele

Sosyal medyayı siyasi mücadelelerinin vazgeçilmez bir aracı ve cephesi olarak gören baskıcı rejimlere karşı muhalif grupların da sanal ortamda karşılaştıkları provokasyon, manipülasyon ve saldırılarla baş etmek için daha etkili araçlara ve bu araçlar üzerine daha etraflıca kafa yormaya ihtiyaçları var.


St. Petersburg…
Savuşkina Caddesi.
Numara 55.

Bu adresteki binada, Putin'in trol fabrikası var.

Tabelasında “Internet Issledovaniya” yazıyor, yani, internet araştırmaları… 24 saat kesintisiz, vardiyayla 1000 kişi çalışıyor.

Ne iş yapıyorlar derseniz… Rusça, İngilizce, Almanca, Arapça ve Türkçe haber sitelerine yorum yazıyorlar!

Her bir çalışanın “sanki farklı kişiler”miş gibi 10 farklı hesabı var.
Bu 10'ar farklı hesaptan her gün en az 500'er tweet atıyorlar.

Geleneksel medyayı gazete gazete, televizyon televizyon, tek tek kontrol etmek yerine, medyaya alternatif içerik üretiyorlar.

Tamamen yalan, tamamen iftiralarla dolu ama, sanki “gerçek habermiş” gibi ikna edici tweetler atıyorlar.
1000 çalışanın 10 bin farklı hesabından aynı yönde tweetler yağınca, okuyanlar ister istemez etkileniyor, “bu kadar farklı sayıda kişi aynı şeyi söylediğine göre, demek ki doğru” görüşü yayılıyor.

Trol'ün trol olduğu ortaya çıkarsa, deşifre olan ismini siliyor, başka isimle, başka profil fotoğrafıyla yeni hesap açıyor.

Her trol'ün farklı bir rolü var.
Mesela, Rusya'daki haber sitelerine yönelik faaliyet yürütülürken, kimisi Putin yanlısı gibi görünüyor, kimisi Putin karşıtı tweetler atıyor, suni kutuplaşma yaratılıyor.
Böylece, sanki sosyal medyada karşıt görüşler özgürce dile getiriliyormuş gibi, sanki Rusya'da fikir özgürlüğü varmış gibi, sanki Kremlin müdahale etmiyormuş gibi bir atmosfer oluşturuluyor.
Putin karşıtı tweet atan trollerin iddiaları ve görüşleri, Putin yanlısı troller tarafından atılan tweetlerle çürütülüyor, bu yöntemle Putin karşıtları yalancı, iftiracı durumuna düşürülüyor, rezil ediliyor.

Troller sadece siyasi tweet atmıyor.
Tam tersine, mesela 100 tane alakasız konuda, spor, magazin, yemek, tatil, müzik hakkında tweet atıyorsa, beş tane siyasi tweet atıyor.
Böylece, hem takipçi sayısı daha kolay artıyor, hem de algı yönetimi açısından daha inandırıcı oluyor.

Amerikan medyasına itirafçı olan bir Rus trol, bu sistemin etkisini “atlı karınca”ya benzetiyor… “Atlı karıncaya biniyorsunuz, arkanızda kim olduğunu bilmiyorsunuz, önünüzde kim olduğunu bilmiyorsunuz, bir daire etrafında devamlı dönüyorsunuz” diyor!

Facebook, Putin'in trol fabrikasına ait olduğu tespit edilen 300 civarında sayfayı engelledi.
Azerbaycan, Özbekistan ve Ukrayna'ya yönelik faaliyet gösteren bu sayfaların 450 milyondan fazla takipçisi vardı.

Twitter ise, Putin'in trol fabrikasından çıkan 10 milyon civarında tweet'i deşifre etti.
İngilizce ve Almanca yazılan, Amerikan, İngiliz ve Alman kamuoyunu manipüle etmeyi amaçlayan bu tweetler, ABD başkanlık seçimi, Almanya hükümet seçimi ve İngiltere'deki Brexit referandumuna yönelikti.

Açıkça görüldü ki… Rus trol fabrikasının Almanya'ya ve Merkel'i karalamaya yönelik tweetlerinin çok önemli bölümü Tayyip Erdoğan hashtag'iyle yayılıyordu.

Tabii bu küresel propaganda savaşında, toplumları sosyal medya üzerinden, siyasi, ekonomik ve kültürel açılardan “trol”leme işi, “sahte gerçeklik” yaratma işi, sadece Putin'e ait bir faaliyet değil…

Üstün zekalı bilişim endüstrisi profesyonelleri ve yetkin iletişimcilerin yarattığı, dünya çapında, yeni bir medya çağı bu.

Çin'de algı tasarımı inşa eden, hem Çin halkına yönelik, hem de hedef ülkelere yönelik faaliyet gösteren trol platformları var. Sıradan vatandaşmış gibi sosyal medyaya giren Çin devlet görevlileri, yılda 450 milyon civarında yönlendirici mesaj üretiyor.
İran'da var.
İsrail'de var.
Hindistan'da var.
Suriye'nin dijital ordusu, tahmininizden çok daha güçlü.

E dünyada vaziyet böyle olduğuna göre, interneti icat eden ABD'de vaziyetin hangi boyutlarda olduğunu tahmin edebilirsiniz herhalde!

Trump'ın başkan seçildiği 2016 seçimlerinde, ABD'de 300'ün üzerinde sahte haber sitesi kuruldu, tık diye tıklanması için iki milyona yakın sahte haber link'i üretildi.
Trump yandaşı sosyal medya trafiği, sıradan vatandaş görünümü altında, tamamen trol hesaplarla yürütüldü.
Türkiye'de hıyarto zannedilen Trump, aslında algoritmik propagandayla, bütün Amerikan halkını hıyar gibi söğüşledi.
Bilgi madenciliği yapan Londra merkezli bir şirket aracılığıyla, sosyal medya kullanan seçmenlerin, özellikle Facebook kullanan seçmenlerin, kişisel profillerini satın alıp, onlara yönelik sahte haber bombardımanı yaratıp, oy verme eğilimlerini etkiledi.
Papa'nın Trump'ı desteklediği, Obama'nın Kenya'da dünyaya geldiği, Hillary Clinton'ın ipliğini pazara çıkaracak olan FBI ajanının öldürüldüğü gibi, palavralar yayıldı.
Aslına bakarsanız sadece 10 bin kişiyi hedef aldılar… Söz konusu 10 bin kişiyi etki altına aldıklarında, 30 milyon takipçi kitlesine ulaşacaklarını gördüler, buna yoğunlaştılar, başardılar.
Farklı seçmen tiplerine, farklı söylemlerle, ürün satar gibi, kişisel pazarlama yaptılar.
Hillary Clinton'ın her hamlesine karşı trol saldırısı başlatarak, gürültü yaptılar, kavram karmaşası yarattılar, boğdular.

Trump'la Clinton'ın televizyonda karşılıklı canlı yayın tartışmasına çıktıkları gece, Trump yanlısı trol hesaplardan Clinton yanlısı hesapların yedi misli tweet atıldı.
Clinton'ın söylemediği sözler, sanki söylemiş gibi yayıldı.
Tartışmayı televizyondan naklen seyretmeyip, sonradan sosyal medyadan takip edenlerin aklında “sahte gerçeklik” kaldı.

Ve maalesef, bu işin en iğrenç hali, en vahşi hali, en pespaye hali, Türkiye'de yaşanıyor.

2013 yılına kadar sadece fetocuların trol hesapları vardı.
Merkez medyanın internet haberlerinin altına yönlendirici yorumlar yapıyorlardı, fetocu ve liboş yazarları yüceltiyor, namuslu gazetecileri karalıyor, aşağılıyorlardı.
Trol haber siteleri kurdular.
Sahte isimlerle sosyal medya fenomenleri yarattılar.
İsim vermeyeyim, şu anda bile faaliyetine devam eden, özellikle gençlerin yoğun şekilde takip ettiği sosyal haber siteleri kurdular.

Taa ki 2013'e kadar…
2013'teki Gezi Parkı olaylarından sonra “Aktroller” peydah oldu.
Fetocular büyük ölçüde imha edildi, sosyal medyadaki yalan haber, yönlendirici yorum hakimiyeti Aktrollere geçti.

Akp'yi rahatsız eden her kişi, her kurum ve her hadise hakkında yalan haber yayıyorlar, toplumun gerçekle bağını kopartıyorlar, toplumsal kutuplaşmayı bilinçli olarak keskinleştiriyorlar.

Netice?

Oxford Üniversitesi'nin 37 ülkeyi kapsayan dijital haber raporu'na göre, dünyada internet üzerinde en fazla yalan haber görülen ülke, Türkiye.
37 ülkenin yalan haber ortalaması yüzde 26'yken, Türkiye'nin yalan haber ortalaması yüzde 49!
İnsanlar gerçek habere ulaşabilmek için twitter'a facebook'a whatsapp'a yöneliyor, oralarda da kılıktan kılığa bürünmüş troller kol geziyor.


Troller, botlar, astroturf: Sosyal medyanın anti-sosyal yüzüyle baş etme rehberi

Yazar: ASLI PEKER

Çin'de 50 kuruş partisi, Putin'in trol ordusu, Meksida'da Penabot'lar ve malumumuz Aktroller... Sosyal medya dünyanın hemen her yerinde sivil toplum örgütleri, siyasi aktivistler ve bilimum muhalif gruplar için elzem bir iletişim ve örgütlenme aracı haline gelirken, muktedirlerin bu platformları kontrol ve manipule etme çabaları da yoğunlaşıyor ve çeşitleniyor. Zaten bir süredir görmeye alışageldiğimiz topyekûn sansürleme, site kapatma, yasaklama gibi daha konvansiyonel yöntemlerin yanı sıra son dönemde otomatik yazılımlar ve ücretli ya da gönüllü kadrolar kullanarak daha aktif şekilde sosyal medyada dolaşan mesajların içeriğini ve tartışmanın tonunu etkilemeye çalışmak revaçta. Üstelik bunu yapan sadece otoriter rejimler de değil, Amerikan ordusundan lobi gruplarına, seçim derdindeki siyasetçilerden çok uluslu şirketlere, sanal ortamda manipülasyon işine bulaşmayan yok gibi...

Peki ama neden? Bu kadar farklı aktörün sosyal medya trafiğini etkilemek için bunca kaynak akıtmasının sebebi ne? Elbette öncelikli ve bariz hedef kamuoyunu etkilemek ve propaganda yapmak. Kendi görüşlerinin ve destekçilerinin gerçekte olduğundan çok daha yaygın olduğu izlenimini yaratmak, suni gündem ve taban hareketleri oluşturmak, sanal ortamın kısıtlı kaynağı olarak addedilen dikkatleri dağıtmak. Bir diğer amaç muhalifleri ürkütmek, seslerini bastırmak, iletişim ağlarını ve örgütlenme kanallarını sekteye uğratmak, siyasi rakipleri yıpratmak, prestijlerini azaltmak, kişisel saldırılarla ilgiyi siyasi meselelerden uzaklaştırmak. Velhasıl rasyonel tartışmayı sabote etmek, tarafları kutuplaştırmak, fevri tepkilere sebebiyet verip kimsenin birbirini dinlemediği, önyargıların kemikleştiği bir ortam yaratmak [1]

Durum böyle olunca, özellikle sosyal medyayı siyasi mücadelelerinin önemli bir aracı ve cephesi olarak gören ve kullanan muhalif grupların da sanal ortamda karşılaştıkları provokasyon, manipülasyon ve saldırılarla baş etmek için daha etkili araçlara ve bu araçlar üzerine daha etraflıca kafa yormaya ihtiyaçları var. Bu yazı (aslında bu konuda çok da uzmanlığı olmayan bir internet kullanıcısı tarafından kaleme alınmış) bir başlangıç denemesi. Önce birkaç tanımla başlayalım...

Artık bizde de gündelik dilin bir parçası haline gelen trol sözcüğü, internette kışkırtıcı, tartışılan konu ile alâkâsı olmayan yorumlarla insanları kasten provoke etmeye ya da konuyu dağıtmaya çalışan kişiler için kullanılıyor. Aslında ilk ortaya çıktığı (ve Amerika'da hâlen yaygın olarak kullanıldığı) şekliyle bariz bir siyasi içerik taşımıyor, daha çok bu provokasyon işini eğlence olsun diye yapan hafif nihilist internet kullanıcılarını tanımlıyor. Ama zaman içinde, sosyal medya siyasete bulaştıkça trollük terimi de politize oluyor ve daha spesifik olarak ırkçı, yabancı düşmanı, cinsiyetçi, ayrımcı, homofobik yorumlarla diğer kullanıcılara saldıran, sohbet ya da tartışmayı kesintiye uğratan, birçoğu anonim ya da sahte hesaplar kullanan kişilere trol denilmeye başlıyor. Aynı dönemde devletler de sanal manipülasyon işine el atınca, otoriter ya da yarı-otoriter rejimlerin iktidarda olduğu birçok yerde trol, hükümet yanlısı, (en azından bir bölümü) hükümet tarafından kiralanmış ve merkezi olarak yönetilen ‘piyonlar' için de kullanılmaya başlıyor. Fakat bu iki kullanım arasındaki fark zaman zaman gözden kaçıyor, yazının sonunda buna tekrar döneceğim ama burada da açıklık getirmekte fayda var: (Ak)trol diye nitelendirdiğimiz saldırgan internet kullanıcıları illa ki hükümet ajanı ve bu işi para için yapan kişiler değil, muhtemelen (ve maalesef) büyük kısmı içtenlikle şovenist, ırkçı, kadın düşmanı sıradan insanlar... Aslında trollerin gerçekten hükümetten para alıp almadıkları, yaptıkları saldırıların ‘resmen' yönlendirilip yönlendirilmediği çok da bağlayıcı değil, ‘trolvari' davranışların yaygınlığı ve artan dozu, sosyal medyanın siyasi mücadelede aktif bir cephe haline geldiği savını destekliyor. 

Otoriter rejimlerin muhalif gruplara karşı kullandıkları bir diğer silah olan botlar ise internet üzerinde faaliyet göstermek üzere tasarlanmış, otomatik olarak içerik üreten ve gerçek kullanıcıları taklit eden yazılımlar. Aslında botlar, birçoğu hiç de ‘art niyetli' olmayan pek çok farklı amaç için kullanılıyor ama burada bizi ilgilendirenleri sahte sosyal medya hesaplarından hükümet yanlısı mesajlar atan, otomatik mesaj yağmurları ile aktivistler için önemli hashtag'leri bombalayan, muhalif hesapları spamleyen, kullanıcısının takipçi sayısını yapay olarak şişiren habis türleri. İlk jenerasyon botların operasyonları daha basit ve tespit edilmeleri daha kolayken internet teknolojilerindeki gelişmeler, bu otomasyon sistemlerinin çok daha karmaşık, tespitlerinin çok daha zor ve kullanımlarının çok daha yaygın hale gelmesi sonucunu doğurmuş [2].

Son olarak üzerinde durmak istediğim olgu, kelime kökeni suni çim markası astroturf'ten gelen astroturfing. Bu terim, İngilizce'de tabandan gelen ve kendiliğinden halk oluşumları için kullanılan ‘grassroots' kavramının tersine, yapay olarak yaratılan, bir merkezden finanse ve kontrol edilen ve kendisine kitlesel taban hareketi süsü veren kampanyalar için kullanılıyor. Bu tür kampanyalara sosyal medya dışında da rastlamak mümkün olsa da (örneğin hükümet ajanları tarafından düzenlenmiş sokak protestoları, parayla tutulmuş ya da kendi inisiyatifi dışında alanlara doldurulmuş kalabalıklar, sahte isimlerle bezeli imza kampanyaları vs.), cüzi meblağlara binlerce sahte hesap satın almanın mümkün olduğu, botlarla trollerin cirit attığı sanal alem, ‘suni çim' ekmek için çok daha elverişli bir ortam sunuyor [3]. Son dönemde aniden ortaya çıkıveren hükümet yanlısı birtakım Facebook grupları, popüler hashtag'ler ya da Twitter trending topic'ler, bu tür astroturfing kampanyalarının giderek daha fazla göreceğimiz bir taktik olduğuna işaret ediyor.

Peki ne yapmalı? Astroturfing ve bot saldırıları konusunda yapılabilecek en etkili şey, sosyal medyayı takip ederken bu tür manipülasyonlara karşı daha uyanık olmak, kamuoyunu bilinçlendirmek, erken teşhis ve ifşa etmek. Bot saldırılarını sosyal medya platformlarına şikayet etmek, spamlenme ihtimaline karşı özellikle kritik dönemlerde aktivistler arasındaki iletişim kanallarını açık tutmaya yarayacak alternatif yollar geliştirmek. Astroturf olduğundan şüphelendiğimiz sosyal medya trendlerinin gerçek hayattaki izdüşümlerini ve finansmanlarını araştırmak ve asılsız olanlarını teşhir etmek.

Trollere karşı en sık tavsiye edilen mücadele biçimi ise onları görmezden gelmek, ya da sıklıkla duyduğumuz şekliyle ‘trolleri beslememek'. Bu baskın görüşe göre trollerle rasyonel bir tartışma yürütmenin, onları ikna etmenin mümkünü yok, çünkü onlar gerçeklerle ilgilenmiyorlar. Trollerin en büyük zevki karşılarındakini tahrik etmek, çileden çıkarmak, duygusal tepkiler verdirmek, kendi seviyelerine çekip saldırganlaştırmak. Eğer troller bu tepkilerden besleniyorsa onlardan kurtulmanın en garantili yolu da onları aç bırakmak.

Bu argüman gerçekten makul gözükse de meydanı trollere bırakmak her zaman içe sindirilebilecek bir şey değil. Çünkü hiçbir şey yapmamak, bir yerde trollerin yaydığı nefret söylemine itiraz etmemek, kamusal alanda dolaşmaya devam etmesine göz yummak anlamına da geliyor. Üstelik, ‘trolleri beslemeyin' düsturunun odak noktası troller. Oysa hangi motivasyonlarla nefret kustuğunu bilmediğimiz ve aşırı görüşlerini değiştirme ihtimali çok düşük olan trollerden daha önemli olan, asıl dert edinilmesi gereken, trol saldırısına maruz kalan kişi ve saldırıya şahit olan seyirci kitle. Dolayısıyla trol saldırısına verilecek tepkiyi belirlemek için sadece trolden nasıl kurtuluruz sorusu yeterli değil. Nasıl yaparız da bu saldırıyı, kamusal söylemi ve müşterek normları dönüştürmek, hedef olan kişi ya da grubu kurban olmaktan çıkarıp özne olarak yeniden inşa etmek için bir fırsata çevirebiliriz sorusunun yanıtı da önemli...

Tamamen görmezden gelmenin bir adım ilerisi, trollerin bıraktığı kışkırtıcı yorumları silmek, trol olduğundan şüphe ettiğimiz hesapları bloke etmek, eğer bu yorumlar nefret söylemi ve şiddet içerikli ise bunları direkt olarak bırakıldıkları sosyal medya platformuna şikayet etmek ve hesapları kapattırmaya çalışmak. Bunu sadece trol saldırısına uğrayan kullanıcının yapması da gerekmiyor, hatta ne kadar çok kullanıcı bu hesapları şikayet ederse sonuç alma ihtimali de o kadar yüksek. Fakat maalesef en yaygın kullanılan sosyal paylaşım siteleri olan Facebook ve Twitter, bu tür şikayetleri takip etmek ve failleri cezalandırmak konusunda hâlâ oldukça yavaş ve savsak. Üstelik yasaklanan bir hesabın sahibinin (özellikle Twitter'da) yeni bir hesapla faaliyetlerine kaldığı yerden devam etmesi de çok kolay. Bir de tabii trollerin bu şikâyet mekanizmalarını suistimal edip bir saldırı aracı olarak kullanması, yani hedef aldıkları hesabı asılsız yere Twitter'a spam olarak bildirmeleri sorunu var.

Trol hesapları bloklamak, kişisel sadırılardan bir nebze korunmak ve akıl sağlığını muhafaza etmek için makul bir seçenek. Fakat nihai bir çözüm değil; bloklama bir yerden sonra yeni trol hesaplarıyla köşe kapmaca haline gelebilir. Üstelik Türkiye gibi faşizmin gündelik dilin bir parçası haline geldiği bir ülkede, bloklamanın dozunu kaçırmak oldukça kolay. Düpedüz nefret söylemi yayan hesapları bloklamak anlaşılır bir tepki olsa da bir dezavantajı, karşıt görüşlü kişi ve grupların neler konuşup neler paylaştıklarını takip etme fırsatını kaçırmak olabilir.

Bir de bloklamayı bireysel değil kolektif bir uğraş olarak düşünmek ve kurmak da mümkün. Öncülüğünü merkezî bir liste kullanan “Block Bot” adlı programın yaptığı liste bloklama sistemlerinin “Block Together” gibi yeni jenerasyon versiyonları, Twitter kullanıcılarının kendi blok listelerini yapmealarına, bu listeleri arkadaşlarıyla paylaşmalarına ve başkalarının blok listelerine abone olmalarına olanak tanıyor. Böylece abone olduğunuz bir hesabın blokladığı kullanıcılar, otomatik olarak sizin hesabınızdan da bloklanıyor. Bu tür programları kullanarak Twitter ve benzeri platformları kendimiz ve yakın çevremiz için daha ‘hijyenik' bir hale getirmek mümkün. Ama bunu yaparken unutmamak gerekir ki biz kokusunu eskisi kadar çok almasak da atık sular altan alta akmaya devam ediyor olacak.

Trolleri görmezden gelmeye dayanamayan ve onları geri püskürtmek için daha aktif yollar arayanlar için en radikal seçenek ise doğrudan taarruz. Son dönemde bunun bir tezahürünü trol saldırılarına maruz kalan grupların yürüttüğü ifşa et ve utandır (name and shame) kampanyalarında görüyoruz. Örneğin Amerika'da kimi feministler kendilerine yollanan şiddet ve nefret içerikli mesajları sosyal medya hesaplarından yayımlıyor. “Racists Getting Fired” adlı bir site, ırkçı paylaşımlar yapan kişilerin adlarını ve işverenlerinin telefonlarını duyuruyor ve takipçilerini arayıp șikayet etmelerini yönünde teșvik ediyor. Kendisine cinsel şiddet içerikli mesajlar yollayan genç bir trol'ü annesine şikayet edip kendisinden özür dilemesini sağlayan bir blogger örneği bile var... Tabii bu tür doğrudan yüzleşme taktiklerini Amerika'da kullanmakla sanal/sözel/fiziksel șiddet arasındaki çizginin kıldan ince, hukuk sisteminin bozuk, güvenlik güçlerinin taraf olduğu bir ülkede kullanmak arasında alınan risk açısından büyük bir fark var. Üstelik bu tür yöntemler anonim ya da sahte hesap kullananlar için çok etkili olmayabilir. Zaten azılı trollerin hâlâ bir ‘ar duygusu' olduğuna inanmak da belki biraz fazla iyimser bir varsayım.

Fakat yine de bu tür kampanyaların, özellikle saldırıya uğrayan kişinin maaruz kaldığı saldırıyı deşifre etme çabası, saldırganı topluca kınama seferberliğine dönüşebilirse önemli bir getirisi olabilir. Böyle toplu kınamalar, hem kamusal alanda nefret söylemi ve sözel şiddetin olağan ve sıradanlığını biraz olsun sarsmaya, hem de kurbanın kendisini daha az yalnız ve izole hissetmesine yardımcı olabilir. Özellikle bu ikinci nedenden dolayı trol saldırısına uğrayan bir kişinin durumu sessizce sineye çekmek yerine kendi sosyal ağını harekete geçirmesi, eğer karşı taarruza geçecekse de bunu tek başına değil, arkadaşları ve takipçilerinin desteği ve işbirliği ile yapmasında fayda var.

Trollerle doğrudan muhatap olurken akılda tutulması gereken, asıl hedefin trol değil izleyici kitlesi (ve genel olarak kamuoyu) olduğu. O yüzden de trollerle onların dilinden konuşmak, ağız dalaşına, hatta fikir mücadelesine girişmek çok da anlamlı değil. Trolün yarattığı olumsuzluk içinde yapılabilecek en olumlu şey durumu bir toplu öğrenme fırsatına dönüştürmek: Trolü es geçip diğer katılımcılara dert anlatmak, trolün beyanları üzerinden nefret ve şiddet söylemini ya da ad hominem saldırı gibi sıklıkla rast geldiğimiz mantık hatalarını masaya yatırmak, resmî söylemin hegemonyasını sarsıp bir ‘karşıt-söylem' geliştirmeye çalışmak akla gelen bazı ihtimaller [4].

Bitirmeden iki noktayı tekrar vurgulamak isterim: Birincisi, sosyal medyada zehirli paylaşımlar yapan kullanıcıların büyük kısmı dar anlamıyla trol değil. Birçoğu ne hükümetten para alıyor, ne eğlence için ortalığı birbirine katan başbelaları, ne de kendilerini trol olarak tanımlıyorlar. İkincisi, internet üzerinden hükümet çığıŗtkanlığı yapan, nefret söylemi üreten ve sözel şiddet uygulayan herkesi ‘Aktrol' olarak damgalamak sanki sorun bir avuç paralı veya gönüllü ‘asker'miş yanılsamasını yaratıyor. Sanki o bir avuç musibeti görmezden gelirsek, bloke edersek, başımızdan savabilirsek sorun da çözülecekmiş yanılsamasını... Ama maalesef sorun sadece Aktroller değil, sorun toplumca trolleşmemiz, trolce konuşmamız. Onun için trollerle mücadele rehberinin, bu geniş anlamıyla trollükle mücadele rehberi olarak ve müşterek bir çaba ile yazılması lazım.

Yazar: ASLI PEKER


[1] Üstelik bu psikolojik etki sandığımızdan daha derin de olabilir. Yakın zamanda yayımlanan bir araştırmaya göre okudukları bilimsel bir makalenin ardından olumsuz ve kaba okuyucu yorumlarına maruz kalan kişilerin ilk başta okudukları makaleye dair algıları da değişiyor, konuyu olduğundan çok daha siyah beyaz görmeye başlıyorlar. Araştırmacılar buna ‘pislik etkisi' (nasty effect) adını vermiş.

[2] Kimi tahminlere göre internet trafiğinin %60'dan fazlası insan kaynaklı değil. Ayrıca Facebook'ta 80 milyonun, Twitter'da 20 milyonun üzerinde sahte hesap olduğu yönünde tahminler var.

[3] Bir grup akademisyenin Twitter'in onayıyla, kendilerine alıcıymış süsü vererek yaptıkları bir araştırmanın bulgularına göre 1000 adet sahte Twitter hesabının maliyeti 10 dolar ile 200 dolar arasında değişiyor. 10 dolara 1000 adet sahte Yahoo e-mail adresi, 12 dolara ise 1000 adet Hotmail adresi almak mümkün. IP adreslerinin de benzer bir piyasası var.

11 Haziran 2019 Salı

WhatApp Grubu Kurarak Para Kazanabilir misiniz?

Mesajlaşma denince akla ilk gelen uygulama olan WhatsApp'taki paralı gruplar her geçen gün yayılıyor. Bazı gruplara talep oldukça fazla, isminizi yazdırıp sıra bekliyorsunuz.


Türkiye'de ve dünyadaki elektronik mesajlaşma trafiğinin büyük ölçüde üzerinden geçtiği WhatsApp'taki grup konuşmaları artık hayatın bir parçası. Bu grupların paralı olanları ise profesyonellik gerektiren alanlarda hizmet sağlıyor.

WhatsApp üzerinden özel davetle katılınabilinen mesajlaşma gruplarında kimi zaman yatırım tavsiyesi, kimi zaman özel İngilizce, matematik dersleri kimi zaman da astroloji tartışmaları yapılıyor. 'Uzman' isimler önderliğinde kurulan bu mesajlaşma gruplarına katılmanın yıllık veya aylık bir ücreti var.

BİR GRUP EN FAZLA 256 KİŞİ ALIYOR

Örneğin at yarışı alanında hizmet veren Ankaralı bir grubun kurduğu Whatsapp grupları altılı veya ikili bahis için kurdukları gruplara üye topluyorlar. Mesajlaşma grubuna aylık üyelik ücreti 100 TL. Böyle 10'a yakın grupları var. Her bir grup en fazla 256 kişi alıyor. Grup ganyan oynamak için üye alımlarını yoğunluktan dolayı kapatmış.

WhatsApp gruplarının işleyişi üzerine bir yetkili gruba alımların kapalı olduğu bilgisini verdi

Borsa alanında ‘hizmet veren’ bir Twitter ve Instagram hesabı yatırım tavsiyeleri vererek üye topluyor. Bu gruba üye olmak isteyen önce Avusturya'dan alınmış +38 ile başlayan bir cep telefonu hattına 'merhaba' mesajı gönderiyor. Ardından grup yöneticisi ile anlaşma sağlanırsa grupta kalmaya devam ediyor.

MANİPÜLASYON YAPILIYOR MU?

Yatırım tavsiyesi ve borsa için kurulan gruplar hakkında hisseler üzerinde manipülasyon yaptıklarına yönelik iddialar var. Örneğin gruplara katılan biri bazı borsa WhatsApp gruplarında bir şirketin hisselerinin toplu olarak alınıp satıldığını böylece şirket hisseleri üzerinde manipülasyon yapıldığını iddia ediyor.

YILDA 200 TL’YE MATEMATİK SORUSU

Matematik öğretmenleri kurdukları paralı grupta organize olup, üniversiteye hazırlanan öğrencilerin sorularını çözüyor. Öğretmenler gruba katılan öğrencilerden bir yıl boyunca 200 TL ücret talep ediyor. Karşılığında öğrenci çözemediği sorunun fotoğrafını gruba atıyor, öğretmen soruyu çözüp, çözüm yoluyla birlikte aynı grup üzerinden öğrenciye anlatıyor. Grupta yönetici dahil olmak üzere 5 matematik öğretmeni bulunuyor. Grup üzerinden dönem ödevi yapma hizmeti de veriliyor.

BORSA KRALI: BEN YOUTUBE’A GEÇTİM

Bir dönem yaptığı yatırımlar sebebiyle 'Borsa Kralı' olarak tanınan ve aynı isimle bir otobiyografi de yayımlayan Nasurullah Ayan sorularımızı yanıtladı. Ayan ücretli Whatsapp grubu kuran önemli isimlerden biri. Ayan kitabını alan isimleri gruba üye yapmış. Ayan grubunda şirket analizleri yaptığını söylerken tüyo veya yatırım tavsiyesi vermediğini söylüyor.


"Grubu kurduğumda büyük portföyü olanlar geldiler. Üç yıldır piyasaların gidişi hakkında sohbet ediyoruz" diyor. Ayan, son günlerde yorumlarını daha çok Youtube hesabına kaydırdığını söylerken, "Youtube'da daha geniş bir kitleye ulaşabiliyorsunuz. Benim Whatsapp grubun 90 kişilikti. Üç yılda 100'e yakın şirket üzerinde analiz yaptım" diyor.


2 YILDAN 5 YILA HAPİS CEZASI

Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) 14 Aralık 2009 tarihinde elektronik ortamda yapılan piyasa yorumları üzerine bir uyarıda bulunmuştu. Kurum burada yatırım danışmanlığı hizmetinin aracı kurumlar, mevduat kabul etmeyen bankalar ve portföy yönetim şirketleri tarafından yapılabileceğini söylemişti. SPK kanuna göre yetki belgesi olmadan yatırım danışmanlığı yapmanın 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası ve elde edilen menfaatin üç katından az olmamak üzere para cezası bulunuyor.

GARANTİ VEREN SUÇ İŞLİYOR

Sermaye piyasaları alanında uzman olan avukat Resul Özmen sozcu.com.tr'ye yaptığı açıklamada grupların 'kazanma garantisi' vermesi veya şirket içlerinden haber alarak işlem yapmaya teşvik etme durumları olursa yatırım tavsiyesi veren kişiye ceza verilebileceğini söylüyor.

Whatsapp grupları medyanın da kullandığı bir iletişim aracı, haber ihbarları zaman zaman Whatsapp gruplarından da geliyor. Sitemiz Sözcü.com.tr whatsapp ihbarlarını aktif olarak kullanıyor. Öte yandan yeni nesil gazetecilik yapan bazı mecraların Whatsapp grupları sohbetlerini haberleştirmesi de fark yaratıyor.

WHATSAPP GRUBU KONUŞMA KURALLARI ADABI NE OLMALI?

Kısa bir arama yapıldığında Türkiye’deki açık veya özel Whatsapp gruplarına ilişkin olarak kapsamlı bir inceleme yazısına pek rastlanmıyor. Milli Eğitim Bakanlığı Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürü Prof. Ahmet Emre Bilgili WhatsApp gruplarının işleyişi üzerine 2016 yılında İstanbul Ticaret Odası gazetesinde ‘Whatsapp gruplarının işleyişi üzerine’ isimli bir bir makale kaleme almıştı. Bilgili ile görüşmemizde mesleki amaçla veya kişisel olarak katıldığı WhatsApp gruplarında konuşmaların dağınık olması ve resmi toplantı ve görüşme kurallarına uyulmaması sebebiyle yazıyı kaleme aldığını ifade ediyor. Bilgili yazısında Whatsapp grubu konuşma kurallarını 14 maddede özetliyor. Bu 14 maddeden bazıları şunlar:

Her şeyden önce WhatsApp grup yöneticisi, işinin sadece grubu kurmak olmadığını asıl görevin yönetmek olduğunu bilmeli ve grubun neden oluşturulduğunu, hedefini ve kurallarını ilan etmelidir.

Sözgelimi grup üyelerinden birinin yakını vefat ettiğinde gruptan biri bunu üyelere duyurur. Define ilişkin bilgiler verir. Fakat bütün üyeler cenaze sahibine taziyelerini buradan ayrı ayrı bildirmemeli. Bir anda grup sayısı kadar taziye mesajı taziye sahibini de üyeleri de rahatsız eder.

Grubun bir amacı olmalı ve paylaşımlar bu amaç çerçevesinde olmalıdır.

Mesajlara ilk başlarken 'önce selam sonra kelam' düsturuyla hareket edilmeli, kısa ve öz yazılmalı. Kurulan cümleler mutlaka anlaşılır olmalıdır.


Prof. Ahmet Emre Bilgili CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na olan benzerliği ile gündeme gelmişti.

KAZANÇ NASIL VERGİLENDİRİLECEK?

Maliye uzmanlarının yorumlarına göre para karşılığı girilen WhatsApp gruplarında bir fatura kesilmiyorsa kazanç vergilendirilmemiş kabul ediliyor ve devlet vergi kaybına uğruyor. İnternet üzerinden ticaret yapan şirketler prosedür olarak vergileri, aylık, 3 aylık ya da yıllık olarak beyan etmeleri gerekiyor. Grup yöneticisi hizmetini danışmanlık olarak tanımlayıp serbest meslek makbuzu da kesebilir. Bunların olmadığı durumlarda devlet vergi kaybına uğruyor.

‘KÂRA GEÇENE KADAR PARA ALMADI’

Bitcoin üzerine kurulan bir gruba üye olan bir kişi gruba üye olurken bir ücret ödemediğini gruptaki tavsiyeler üzerinden yapılan al satlar sonucu grup kurucusunun yüzde 5 komisyon ile çalıştığını söylüyor. Eğer yapılan işlem sonucu grup üyesi para kazanmazsa kâra geçene kadar grup kurucusu ücret almıyor. Gruba üye olan isim şu ana kadar gruba 300 dolar civarında para ödediğini karşılığını ise daha fazla olarak aldığını ve grupta olmaktan dolayı mutlu olduğunu söylüyor.

6 Haziran 2019 Perşembe

Bedri Baykam Harıl Harıl YILMAZ ÖZDİL'i Arıyor: "Nerede Bu Kahraman?"

6 Haziran 2019 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Bedri Baykam'ın köşe yazısını okuyanları bir gülme aldı! Bedri Baykam, Yılmaz Özdil'in 2 yıl önce yayınladığı bir köşe yazısını yeni okumuş ve "Kimdir bu yazıyı yazan kahraman? Lütfen kendisi kesin şekilde ortaya çıksın, teşekkür edelim, haftaya size buradan kendisini tanıtayım." diyordu.


Bedri Baykam'ın "Kim bu adsız kahraman? Lütfen yardım edin..." başlıklı yazısını okumak için TIK'layın

Bize de Bedri Baykam'ı bu meraktan kurtarmak düştü!

Hemen yardım edelim: O yazı YILMAZ ÖZDİL'e aittir. NOKTA!

Söz konusu yazısında Bedri Baykam şöyle yazıyordu

Günlük alışkanlıklarımız arasında sosyal medyadan bize gelen çok şaşırtıcı, ilginç, çarpıcı paylaşımları başka dostlarımıza iletip onlara da bu keyfi yaşatmak gibi bir alışkanlığımız var. Ben de geçen hafta bana imzasız gelen harika bir metni çeşitli dostlarımla paylaştım. Bu arkadaşlardan biri günlük rutinde yaptığımız bu işlemi benim bir yazım sanmış ve "Bedri Baykam'dan muhteşem bir anlatım" diyerek bunu etrafına yaymış! Ertesi gün bu çok farklı yerlerden önüme düşünce, o güzel yazının her yere gittiğine sevindiğim kadar, yanlış şekilde benim imzamla yayıldığını görerek bu yanlışlığı düzeltmek istedim. Facebook ve Twitter hesaplarıma hemen düzelti koyduğum gibi, bana bu maili WhatsApp'tan yollayan arkadaşlarıma da aynı uyarıyı ilettim. Ertuğrul Özkök bana mesaj atıp sordu, ona da durumu bu sözlerle aktardım. Hatta dün kendisi de yazmış köşesinde...

Her okuyanı etkileyebilecek bir güçte olan bu yazıya denk geldiniz mi bilmiyorum, burada tekrar paylaşıyorum ve artık öğrenmek istiyorum bu muhteşem yazıyı kim kaleme aldı? Lütfen yardım edin bana ve bu adsız kahramanı bulup hakkını verelim.

Daha sonra Bedri Baykam "yazarı meçhul bir kahramana ait" metni paylaşıyor:

"İnek Şaban mesela...

Neydi acaba mezhebi?

Alevi miydi Belgin Doruk, Sünni miydi Ayhan Işık?

Kürt kökenli miydi, yoksa Çerkez miydi Sadri Alışık?

Şakayla karışık sormuyorum bunları...

Kaçımız biliyordu veya doğrusu hiç merak eden olur muydu, Sami Hazinses'in Ermeni olduğunu?

Türkan Şoray, Fatma Girik, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, dört yapraklı yonca... İster türbanlı ol, ister çarşaflı, saçlarını örtmedikleri için sevmeyen var mıydı onları?

Ömercik'e kahrolmayan Musevi, Ayşecik'e gözyaşı dökmeyen Rum var mıydı?

Hulusi Kentmen gibi dedesi olmasını kim istemezdi ki... Peki, hiç kimse düşündü mü bugüne kadar, Hulusi Kentmen'in umreye gidip gitmediğini?

Bizans'ı haşat eden Cüneyt Arkın yabancı düşmanı mıydı?

Hem Karaoğlan, hem Tarkan, yani Kartal Tibet neciydi?

Kaptan Ediz Hun, subay İzzet Günay, savcı Fikret Hakan, polis Ekrem Bora, şafak bekçisi pilot Göksel Arsoy, Jön Türklerimiz... Osmanlı aleyhtarı mıydı?

Mirasını komple Mehmetçik Vakfı'na bırakan Zeki Müren, darbeci miydi? Milli duygularımızı doruğa çıkaran efsane film "Bir Millet Uyanıyor"un görüntü yönetmeni Kriton İlyadis, hangi milletin uyanışını anlattı o filmde, Japon milletinin mi?

Emel Sayın'la Tarık Akan'ın şarkılar söyleyerek el ele dolaşmasına sevinmeyen...

Bıraktık mezhebi kökeni filan, Adile Naşit'i Münir Özkul'u sevmeyen insan, insan mıdır?

Siyah beyaz ama rengârenk değil miydik?

Gençler, sorun büyüklerinize...

Şu veya bu ayrımı var mıydı mahallede?

Elbette farklı farklıydık ama hepimiz değil miydik?

Birlikte üzülür birlikte sevinir, birlikte güler birlikte ağlamaz mıydık?

Lefter'e milli takım kaptanlığını mesela, Niko'ya ay yıldızlı formayı Lozan Antlaşması gereğince mi vermiştik?

Var mı o günleri özlemle iç çekerek anmayan?"

Bu yazılanlardan çok etkilenen Bedri Baykam kendi yazısını şöyle bağlıyor:
"Sevgili okurlarım, siz de merak etmediniz mi bu esrarengiz yazarı? Lütfen kendisi kesin şekilde ortaya çıksın, teşekkür edelim, haftaya size buradan kendisini tanıtayım. Hele onca aklımıza sığmayan olayın başımıza dayatıldığı şu son aylarda, şu bayram günlerinde bundan daha iç açıcı, daha gözümüzü yaşartıcı bir metin bulamazsınız!"

Cehaletin bu kadarının Cumhuriyet gazetesinde köşe yazısı olarak karşınıza çıkması sizi de güldürdü değil mi?

Yandaş medyanın bir paçavrasını okuyor olsak "Amaaan salak herif işte.. Ne yazdığını bile bilmeyen böyle cahillere köşe mi yazdırılır?" der geçeriz.

Ama bu sefer olay biraz farklı! Cumhuriyet gazetesinde köşe yazacak kadar birikim sahibi birinin daha fazla merakta kalmasını istemeyiz. Kendisnin merakını hemen giderelim:

O yazıyı Yılmaz Özdil 28 Mart 2017 tarihli SÖZCÜ gazetesindeki köşesinde yayınladı.

Bu da o yazının linki. İnanmazsanız TIK'layın görün!

Bakalım Bedri Baykam sözünü tutacak mı? Bir sonraki yazısında bu "kahraman" yazarı bize tanıtacak mı?

Merakla bekliyoruz!

27 Mayıs 2019 Pazartesi

Big Bang Theory dizisinin ardından

Bilim delisi 'GEEK'lerin anlatıldığı komedi 279 bölümün ardından sona erdi. Eleştirmenlerin nefret ettiği dizi nasıl fenomen oldu?


2000'lerin ortalarında Chuck Lorre ve Bill Prady'nin aklına bir fikir geldi. Prady, bilgisayar programcılığı yaparken birlikte çalıştığı meslektaşlarının hikayelerini Lorre'ye anlatıyordu.

Lorre o günlerle ilgili şunları söylüyor:

“Bill gibi, onlar da dahi. Ama dünyayla tamamen uyumsuzlar. Hani şu Pi’yi 80 basamağa kadar hesaplayabilen ancak çok fazla değişken olduğu için restoranda ne kadar bahşiş vereceğini bilemeyen adamlar. Kıçımla gülüyordum çünkü bu zeki çocukların gerçek dünyada yaşayacak donanıma sahip olmamaları çok komik.”

Bu hikayeden, 12 yıl ve 279 bölüm süren The Big Bang Theory doğdu. İkili, bilgisayar bilimlerinden biraz uzaklaşıp fizikte karar kıldı ve ilk başta çok parlak gelen fakat sonradan boş çıkan başka bir fikir ortaya çıktı. Lorre 2012'de yaptığı bir açıklamada, “Babası ve erkek arkadaşı olmadan hayatında ilk kez yalnız yaşayan ve kendi ayakları üstünde duran genç bir kadın hakkında konuşuyorduk. Fakat bu bizi hiçbir yere götürmedi, bir çıkmaz sokaktı” diyor.

O genç kadın Kaley Cuoco'nun canlandırdığı bağımsız ruhlu Penny oldu. Dizinin pilot bölümünde ekibin diğer üyeleriyle tanışan Penny, aktör olma hayaliyle yanıp tutuşsa da bir restoranda garsonluk yapıyordu. Ekibe gelince, “paraya ilgi duymayan” ve “evreni çözmek isteyen ancak kadınlarla konuşamayan” arkadaşlara odaklanılması düşünülüyordu. Ve Penny'yle bir dargın bir barışık ilişki yaşayan deneysel fizikçi Leonard Hofstadter (Johnny Galecki), teorik fizikçi ve entelektüel dahi Sheldon Cooper (Jim Parsons), başlangıçta kadınların yanında seçici dilsizlik yaşayan astrofizikçi Raj Koothrappali (Kunal Nayyar) ve çapkın olduğunu düşünen mühendis Howard Wolowitz (Simon Helberg) doğdu.


Lorre'nin ifade ettiğine göre “evreni çözmek isteyen ancak bir kadınla konuşamayan erkeklerin" hikayesine dayalı temel konsept, The Big Bang Theory'nin merkezini oluşturan çekişmeyi yansıtıyor ve dizi bu yüzden yıllardır hem taparcasına seviliyor hem de küçümseniyor. Dizi “geekleri” ve “nerdleri” (yapım 2007’de yayımlanmaya başladığında özellikle popülerleşen iki terim) kalıplaştırarak tam da temel aldığı topluluğu yabancılaştırmakla suçlandı. Ancak dizide, kaynaştırma ve hoşgörü mesajı olduğunu savunan insanlar da var ki dizinin yaratıcıları da bu fikri destekliyor.

Prady 2012'deki bir röportajında şunları söylüyor:

“Bunu (geekleri stereotipleştirme) yaptığımızı sanmıyorum. Dizideki karakterler büyük ölçüde bilgisayar işindeyken tanıdığım insanlara dayanıyor. Başlangıçta böyleydi. Şimdiyse bence, her gün Güney Kaliforniya'daki yazar odasında bir araya gelen, dünyadaki en geek insanlar topluluğuna benzeyen yazarlara dayanıyor."

Star Trek (Uzay Yolu) ve Battlestar Galactica gibi çığır açan yapımlara saygısını selam çakan Prady şöyle devam ediyor:

“Bu dünyanın bir üyesiyken farkında olduğum şeylerden biri, yargılayıcı olmayan bir yanı olduğuydu. Bilgisayar programcısıyken bizimle çalışan birçok farklı kişi oluyordu. Mesela, daha önce bulunmadığı bir yere kendi başına gidemeyen bir kişi vardı. Bağırıp 'ama neden oraya gidemezsin?' demek yerine, 'hayır, ondan bunu isteyemezsin, oraya gidemez çünkü daha önce orada hiç bulunmadı' şeklinde ona yaklaşıyorlardı. Bu, insanların kişisel özelliklerinin kabul edilmesi ve farklılıkların suistimal edilmesi yerine kutlanmasıydı."

The Big Ban Theory hakkındaki belki de en ilginç şey diziye sıkça yapılan sert yorumlar ve reytingler arasındaki göze çarpan fark. Yavaş bir başlangıç yapmasına rağmen, çok kameralı sitcom (Friends and Seinfeld'den sonra popülerliğini yitiren, 2000'lerin ortasında riskli olduğu düşünülen bir format) üçüncü sezondan itibaren reytingleri altüst etti ve ertesi yıl CBS’te perşembe 20:00 gibi önemli bir zamanda gösterilmeye başladı. İzleyici sayısı 12 sezon boyunca (çoğu zaman) arttı ve (ara sıra) azaldı. Ancak 4. sezondan bu yana 11 milyonun altına düşmedi.


Öyleyse açıkça ifade edelim: The Big Bang Theory'nin izleyici sayısı her zaman yüksekti. Bunu vurgulamak gerekiyor çünkü bazı incelemelere ve yorumlara bakanlar kimsenin izleme zahmetinde bulunmadığını düşünebilir. Jezebel sitesinden Hazel Cills, son sezon boyunca, diziyi kendi deyimiyle “son kez öldüresiye haşlamak” amacıyla, Ölüm Yatağındaki The Big Bang Theory'yi Ziyaret (Visiting The Big Bang Theory on its Deathbed) başlıklı bir dizi yazı kaleme aldı. Ağustos 2018'de CBS, The Big Bang Theory'nin 12. sezonunun final olacağını açıkladıktan sonra, The Guardian'dan Stuart Heritage “uzun kabusumuzun sonunda biteceğini” ve dizinin “sona ermesiyle herkesin rahatlayacağını” yazdı.

Bu arada, The New Statesman'dan Sarah Manavis sitcom'u “toplumdaki bir veba” olarak nitelendirerek şöyle devam etti:

“The Big Bang Theory'deki mizahın züppeliği konusunda herkes ortak paydada buluşuyor. YouTube, dizideki seyirci kahkahalarının editlendiği videolarla dolu. Bunlardan birini izledikten sonra, oldukça övülen dizi hakkında aslında düpedüz kötü, komik olmayan ve hepsinden öte tembelce yazılmış tek cümlelik şakaların 20 dakika boyunca birbiri ardına yığıldığı sonucuna varmamak elde değil.”

Manavis ayrıca dizinin kadın düşmanlığı yapan alt mesajlarının yanı sıra 2017'de Melissa Rauch'un (mikrobiyolog Bernadette) ve Mayim Bialik'in (nörolog Amy) maaşlarının artması için diğer yıldızlardan bazılarının kendi maaşlarının bir kısmından vazgeçmeleri üzerinden oyuncuların cinsiyetleri arasındaki ücret farkını da eleştirdi.

National Public Radio’da Pop Culture Happy Hour programını düzenleyen Linda Holmes, 2018'de Decider'e verdiği demeçte, “Aslında insanların bir şeyden hoşlanmama sebebini tahmin etmek istemem. Fakat The Big Bang Theory örneğinde bence diziyi kesinlikle çok kaba ve bayağı bulan bir grubun yanı sıra eşcinsel gerilim şakaları gibi (şimdi daha az olsa da hala var) gerici mizahı beğenmeyenler de var. Ayrıca CBS'in çoklu kamera dizilerinden veya genel olarak tüm çoklu kamera yapımlarından hoşlanmayan kişiler de var” diyor.

Eleştirilere rağmen, dizi 12 yıl sürdü ve 52 kere aday gösterildiği Emmy’de 10 kez ödül aldı. Jim Parsons, Sheldon Cooper rolünde gösterdiği performansla dikkat çekecek biçimde, 2010, 2011, 2013 ve 2014'te Komedi Dizisinde En İyi Başrol ödülünü aldı. Mayim Bialik, Amy Farrah Fowler rolüyle 4 kez aday gösterilirken, Christine Baranski de Dr. Beverly Hofstadter rolüyle En İyi Konuk Kadın Oyuncu dalında 4 kez adaylık kazandı. Yıllar geçtikçe dizi, kadın karakterlerini geliştirmek için çaba sarf etti. Penny “çekicilik sembolü komşu” karakterden “dünyadaki yerini bulmaya çalışan bağımsız genç kadına” geçişi canlandırdı. Bernadette ve Amy’yle olan dostluğu da hepsi için hoş bir karakter gelişimi sağladı.

The Big Bang Theory 279 bölümle tarihin en uzun soluklu Amerikan çoklu kamera sitcom'u (seyirci önünde canlı çekilen sitcom) olduktan sonra nihayete erdi. Penny, Sheldon, Leonard, Howard ve Raj, ilk esprilerinden 12 yıl sonra 16 Mayıs Perşembe günü son selamlarını verdi. Oyuncular, geçen ay sosyal medyada çekimlerin son günündeki duygusal fotoğraflarını paylaşırken Parsons, “Bunun ne kadar derin bir deneyim olduğunu ifade edecek kelimeleri bulmak zor” dedi. Bu görüntülerde Cuoco izleyiciye şöyle dedi:

“12 yıldır sizin için oyunculuk yapmak benim için mutluluk ve gurur vericiydi. Chuck Lorre, 'The Big Bang Theory'nin sonsuza dek kalbimizde yaşayacağını' söyledi. Bu çok tatlı, sade ve doğru."

Dizinin hayranları da The Big Bang Theory'yi son ana kadar yalnız bırakmamış gibi görünüyor. Variety'ye göre bazBelki de The Big Bang Theory böyle hatırlanacak; hakarete uğrasa da her zaman kendini seven insanlar bulan dizi.

Game of Thrones Dizisinin Siyasi Mesajı: Kadından ve Devrimden Korku

Sonunda adalet yerini buldu ama ne tür bir adalet? Game of Thrones politik kadınlardan ve devrimden duyulan korkudan istifade etti ve bu konuda bizi daha ileri bir noktaya taşımadı


Slavoj Zizek yazıyor


Game of Thrones'un final sezonu izleyicilerin isyan etmesine neden oldu ve tüm sezonun iptal edilip yeniden çekilmesi için (yaklaşık 1 milyon öfkeli izleyici tarafından imzalanan) bir kampanyayla sonuçlandı. Tartışmanın şiddeti bunun ideolojik anlamının büyük olmasını gösteren başlı başına bir kanıt.

Memnuniyetsizlik birkaç noktada toplandı: kötü senaryo (diziyi hızla bitirme baskısıyla hikayenin karmaşıklığı sadeleştirildi), kötü psikoloji (Daenerys'in "Deli Kraliçe'ye" dönüşmesi karakter gelişimine uygun değil), vs.

Tartışmadaki birkaç zekice sesten biri, memnuniyetsizliğin nedeninin kötü final değil, finalin kendisi olduğunu söyleyen yazar Stephen King'e aitti. Prensipte süresiz devam edebilecek dizi çağımızda, hikayenin sonu düşüncesi dayanılmaz hale geliyor.

Dizinin hızla gelen sonunda olaylara garip bir mantığın egemen olduğu doğru. İnandırıcı psikolojiyi değil ama daha ziyade bir TV dizisinin anlatıya dair ön kabullerini ihlal eden bir mantık. Final sezonu sadece bir savaşa hazırlık, savaşın ardından gelen ve savaşçının kendisini de içine alan yas ve yıkımdan ibaretti ki bütün anlamsızlığına karşın bu benim için alışılagelmiş dokunaklı gotik olay örgülerinden daha gerçekçi.

8. sezon art arda gelen üç mücadeleye sahne oluyor. Bunlardan ilki, insanlar ve insan olmayan "Ötekiler" arasında (Gece Kralı'nın yönettiği Kuzey'den gelen Ölüler Ordusu); iki ana grup insan arasında (kötü Lannisterlar ve onlara karşı kurulan, Daenerys ve Starklar'ın yönetimindeki koalisyon); ve Daenerys ile Starklar arasındaki iç çatışma.

8. sezondaki savaşların dış muhalefetten iç bölünmeye doğru mantığa uygun bir yol izlemesinin sebebi şu: İnsan olmayan Ölüler Ordusu'nun ve Lannisterlar'ın bozguna uğratılması ve Kralın Toprakları'nın yıkımıyla Starklar ve Daenerys arasındaki son mücadele – sonuç olarak halkını kötü hükümdarlardan içtenlikle koruyan geleneksel "iyi" soylular (Starklar) ile yeni bir güçlü lider türü, yoksullar adına hareket eden bir çeşit ilerici Bonapartist Daenerys arasında.

Son çatışmada bahis şu: Despotluğa karşı isyan sadece, aynı hiyerarşik düzenin eski, daha nazik bir versiyonunun geri gelmesi için mücadele mi olmalı yoksa ihtiyaç duyulan yeni bir düzen arayışına mı dönüşmeli?

Final, radikal değişimin reddini Wagner'ın eski anti-feminist motifiyle birleştiriyor. Wagner için, siyasi hayata müdahalede bulunan, güç arzusuyla hareket eden bir kadından daha iğrenç bir şey yoktur. Erkek hırsının aksine, kadın gücü kendi sınırlı aile menfaatlerini ya da daha da kötüsü, kişisel kaprisini yüceltmek için ister, devlet siyasetinin evrensel boyutunu anlamaktan acizdir.

Aile hayatının kapalı çemberi içinde koruyucu sevginin gücü olan aynı kadınsı davranış, kamu ve devlet işleri seviyesinde sergilendiğinde yakışıksız bir çılgınlık halini alır. Game of Thrones'taki en kötü diyaloğu, Daenerys'in, Jon'a onu bir kraliçe olarak sevemezse o zaman korkunun hüküm sürmesi gerektiğini söylediği anı hatırlayın. Yıkıcı öfkeye dönüşen cinsel açıdan tatminsiz bir kadının utandırıcı, vulgar bir motifi.

Ama -hadi en tatsız kısma gelelim- peki ya Daenerys'in ölüm saçan çıkışı? Kralın Toprakları'ndaki sıradan binlerce insanın acımasızca öldürülmesi gerçekten de evrensel özgürlük adına gerekli bir adım olarak haklı gösterilebilir mi? Bu noktada, senaryonun iki erkek tarafından yazıldığını hatırlamamız gerekir.

Deli Kraliçe Daenerys tam olarak bir erkek fantezisi. Bu yüzden eleştirmenler, onun deliliğe kapılmasının psikolojik açıdan makul olmadığına işaret ederken haklıydı. Bir ejderhanın üzerinde uçarak, çıldırmış ve öfkeli bir biçimde evleri ve insanları yakan Daenerys'in görüntüsü, güçlü bir siyasi kadın korkusuna yönelik ataerkil ideolojiyi ifade ediyor.

Game of Thrones'taki lider kadınların kaderleri bu koordinatlara uyuyor. İyi Daenerys kazansa ve kötü Cersei'yi yok etse bile güç onu yozlaştırıyor. (Tek başına Gece Kralı'nı öldürüp hepsini kurtaran) Arya da kayıplara karışıyor, batının batısına doğru yelken açıyor (Amerika'yı kolonileştirecekmiş gibi).

(Kuzey'in özerk krallığının kraliçesi olarak) geriye kalan kişi Sansa, günümüz kapitalizminin sevdiği bir tür kadın. Kadınsı yumuşaklığı ve anlayışı iyi bir entrika dozuyla birleştiriyor ve böylece yeni güç ilişkilerine tamamen uyum sağlıyor. Kadınların bu marjinalleşmesi, finalin genel liberal-muhafazakar dersinin önemli bir anı: devrimler kötü sonuçlanmak zorundadır, yeni despotluk getirir ya da Jon'un Daenerys'e dediği gibi:

"Sizi takip edenler, imkansız bir şeyi gerçekleştirdiğinizi biliyor. Belki bu onları, başka imkansız şeyleri de yapabileceğinize inandırır. Onların bildiği berbat bir dünyadan daha farklısını kurabileceğinize. Ama ejderhaları kaleleri eritip şehirleri yakmak için kullanırsanız bir farkınız olmaz."

Sonuç olarak Jon dizide yeni bir şey için, eskinin adaletsizliklerine bir son verecek yeni bir dünya için gerçekten mücadele eden tek sosyal temsilciyi aşktan dolayı öldürdü (lanetli kadını kendisinden kurtardı, tıpkı eski erkek şoven formülünün söylediği gibi).

Yani adalet yerini buldu ama ne tür bir adalet? En iyi hükümdarların gücü istemeyenler olduğuna dair yavan bilgelik hatırlatmasıyla yeni kral Bran oldu: kötürüm, her şeyi bilen, hiçbir şey istemeyen. Yeni elitlerden biri kralın daha demokratik bir şekilde seçilmesini önerdiğinde ardından gelen kibirli kahkahalar her şeyi anlatıyor.

Ve şunu belirtmek gerekir ki Daenerys'e sonuna dek sadık olanlar daha çeşitli. Yeni yöneticiler açıkça Kuzeyli beyazlar, Daenerys'in askeri komutanıysa siyahi. Sosyal statü ve ırklarına bakılmaksızın herkes için daha fazla özgürlük isteyen radikal kraliçe ortadan kaldırıldı ve her şey normale döndü.

Game of Thrones'un ardından: Dizilerde mükemmel son neden bu kadar zor?

Game of Thrones final bölümünün son dakikalarında Tyrion Lannister karakterini canlandıran Peter Dinklage şöyle söylüyor: “Dünyada iyi bir hikayeden daha güçlü bir şey yoktur. Bunu hiçbir şey durduramaz. Hiçbir düşman bunu yenilgiye uğratamaz.” Ancak Staples, "Game of Thrones'un son sezonu boyunca öğrendiğimiz bir şey varsa, o da aslında tek bir şeyin iyi bir hikayeyi yenebildiği. O da yanlış bir son" diyor


Dizinin 8. sezonunun bu şekilde sona ereceğini çok az kişi bekliyordu. Kamuoyu Game of Thrones’u son sahnelerinden çok önce, ejderha ateşi ile ölüme mahkum etmişti.

Son bölümünün ardından yüzbinlerce kişi, imza kampanyası başlatarak sezon finalinin “yetkin senaristler” tarafından yeniden kaleme alınması yönünde imza kampanyası düzenledi.

Kısa sürede 1,5 milyon imza toplandı. Internette Daenerys karakterini canlandıran Emilia Clarke’ın bir videosu paylaşıldı.

Videoda, finalden önceki bölümde deliren Clarke’a dizinin sonunu beğenip beğenmediği soruluyor ve Clarke da -sanki dizinin hayranlarını finale ilişkin “uyarırcasına”- endişeli şekilde gülüyordu.


Scott Bryan, Game of Thrones finaline ilişkin asıl sorunun, dizinin, yazar George RR Martin’in yazdıklarından farklı şekilde sonlanması olduğunu söylüyor.

Dizinin sonunda tahtı kimin hak ettiği ve kimin ele geçireceğine ilişkin izleyicilerin söyleyecek şeyleri olduğunu belirten Bryan, Game of Thrones'un, tahtı kimin ele geçirdiğinin açıklanmasıyla resmen final yaptığını vurguluyor.

Finali hayal kırıklığına uğratan yapımlar

Ancak uzun soluklu dizi Game of Thrones, sonu hayal kırıklığına uğratan ilk yapım değil.

6 sezon ve 119 bölümün ardından, Lost'un finali acımasızca eleştirildi.

Breaking Bad dizisinin finali, karmaşık tepkilere neden oldu.

David Simon’ın Baltimore’daki suçlara ilişkin dizisi The Wire, uyuşturucu, cinayet, yolsuzluk döngüsünün süreceğini varsayacak şekilde sonuçlandı.

David Chase’in New Jersey gangster dizisi The Sopranos da benzer bir sonla veda etti.

Chase, final bölümünü “Bilin bakalım ne oldu? Hayat iyi şekilde bitmiyor” sözleriyle yorumladı.

Final sezonunda başrol oyuncusu Kevin Spacey’nin yer almadığı House of Cards, diziyi popüler kılan şeylerden yoksun, gülünç şekilde sona erdi.

Mad Men’in 2015’te yayınlanan finaline gelen tepkiler öyle büyüktü ki, Matthew Weinrt ilk röportajında şu sözleri sarfetmişti:

"Bu dünyada yeteri kadar empati duygusunun olduğunu düşünmüyorum!"

Peki neden dizilerin sonlarına karşı böyle içsel tepkiler veriyoruz? Neden bizim için bu kadar önemliler?

BBC Three’nin komedi dizisi Thirst’ün senaristlerinden Furquan Akhtar (Furkan Aktar), şu yanıtı veriyor:

“Hepimiz doğal olarak bir hikaye anlatmayı biliyoruz. Hepimiz başarılı bir şekilde gündelik yaşantımızda hikaye anlatıyoruz. Yıllarca izlediğimiz, vakit harcadığımız hikayeleri çarpıtır ya da -başka bir hikaye uğruna- çıkmaza sokarsanız, hikayeleri aldatırsınız ve o zaman izleyici olarak mutsuz oluruz. Hepimiz başarıyla insan hikayeleri anlatıyoruz, bu insan etkileşiminin büyük bir parçası.”

Geçmişte BBC’de senaryo yöneticiliği yapan ve The Fall, Line of Duty gibi diziler ile Channel 4’te No Offence’de senaristlik yapan Henry Swindell ise başarılı bir finalin, genellikle dizinin en başından başladığını söylüyor ve ekliyor:

“Neden hikaye anlatıyoruz? Rastgele, kaotik ve tehlikeli bir dünyayı anlamlandırmak için.”

Swindell, dramanın temel işlevinin dünya görüşümüzü test etmek olduğunu söylüyor ve Tv şovları sona yaklaştıkça kırılgan dengenin de bozulduğuna dikkat çekiyor:

“Bilgi tüketme yöntemimizin çoğu, dünya “tezimizi” zorluyor. Tükettiğimiz kültür, genellikle bizim dünya görüşümüzün anti tezini gösteriyor. Bu sebeple araştırmalı, ilgilenmeli ve en sonunda görüşümüzün geçerli olup olmadığına karar vermeliyiz. Hikayelerin de yaptığı bu. İkileme düşen, ideolojilerle çatışan karakterlerin bunların üstesinden gelip gelemeyeceğini ve çözüme ulaşılıp ulaşılmayacağını görüyoruz."

Swindell, Hitchkok örneğini vererek, dizilerin, 3 şekilde sonlanabileceğini -herkesin sonsuza dek mutlu olduğu, herkesin öldüğü ya da iyilerin ödüllendirilip kötülerin cezalandırıldığı- sözlerine ekliyor:

“İronik bir sonda ise iyiler açıkça ödüllendirilmez ve kötüler cezalandırılmaz. Genellikle siyasi yapımlarda bir karakter, amaçladığı güce ulaşmak için karakterinden ödün verir. Aslında böylelikle seçimlerin sonucunda “cezalandırma” gerçekleşmiş olur ve hiçbir zaman gerçek mutluluğa erişemezler.”

Tv eleştirmeni ve Independent’ın sanat yazarı Fiona Sturges, TV dizilerinin sonlarının giderek karmaşıklaştığını düşünüyor.

Sturges, geçmişte olduğundan daha zorlu finallerin yaşandığını belirtiyor.

Fiona Sturges, “çoklu bitiş sendromu” konusunda da uyarıda bulunuyor:

“Bence her şeyin muntazam şekilde sonlanması gerektiğini düşünen pek çok yazar var. Ancak mutlaka böyle olmak zorunda değil. Biraz gizem bırakabilirsiniz. ”

Sturges ile aynı görüşteki Swindell, dizi finallerine ilişkin yapılan en büyük hatalardan birinin kişilerin genellikle ekran önünde çok fazla zaman harcaması olduğunu söylüyor ve ekliyor:

“En iyi sonları düşünürseniz, drama, kriz ve en heyecanlı ana ulaşma, mümkün olduğunca uzun sürer. Ancak çözüm, olabildiğince çabuktur. Çünkü bizim için heyecan verici olan budur. ”

Bafta ödüllü senaryo yazarı Jimmy McGovern, harika bir sonun hem şaşırtıcı hem de kaçınılmaz olması gerektiği görüşünde:

Game of Thrones’un finali, kesinlikle şaşırtıcıydı ve herkesi memnun etmek mümkün gözükmüyordu. Artık hikayeleri her zamankinden daha hızlı şekilde tüketiyoruz. Yapımların yeni bölümlerini her hafta beklemek, baskının artmasına neden oluyor.

Yaşanan hayalkırıklığı, dizilerin sadece bir hikayeyi sonlandırmadığını, geride bir miras bıraktığını kanıtlıyor. İzleyiciler, yapımlar ve karakterler ile duygusal bağ kuruyor. Bu hikayelerin sonuçları, tecrübelerimizi muazzam etkiliyor. Gerçek hayattaki ilişkilerimiz gibi, Tv şovlarını da onları izlediğimiz süre boyunca bize hissettirdiği güzel şeyler ile değil, genellikle finalleri ile hatırlıyoruz.

21 Mayıs 2019 Salı

Facebook para almadığı gönderileri SANSÜRLÜYOR!


Facebook üzerinde "sayfa" yönetimi yapan arkadaşlarımız zaten bir süredir olayın farkında:

"Paralı promosyon" uygulamasıyla, kullanıcılardan para talep eden facebook yönetimi son zamanlarda iyice ahlaksızlaştı!

Para ödemeden facebook sayfanızda paylaştığınız gönderileri zaten kısıtlıyor ve "şu kadar para öderseniz gönderinizi şu kadar sayıda kişiye de gösterebiliriz" diyorlardı.

Şimdilerde ise bazı gönderileri daha paylaştığınız anda "standartlarımıza aykırıdır" diye kaldırıyor, duruma itiraz ettiğinizde ise "pardon bir yanlışlık oldu, gönderinizi tekrar yerine koyduk" diyorlar.

AMA BU BİR YALAN!

Çünkü kaldırdıkları gönderileri asla yerine koymuyorlar.

PARA ÖDEMENİZİ BEKLİYORLAR!

Şimdi de utanmadan sıkılmadan "sayfanızın takipçileri bir süredir sizden haber alamadı. Hadi bir gönderi paylaşın" diye bize bir not ileten ikiyüzlü facebook 'un bu yüzsüzlüğünü afişe etmek için işte bu duyuruyu paylaşıyoruz...

Çocukluğumuzun Kahramanları - 1 Mister NO

Rock müzik dinleyicisinin "Kimse bilmiyor" sevinci

Eskinin Adamıyla Yaratıcı Yazarlık Atölyesi - 1. Bölüm: İçinizdeki Yazarı Uyandırın

Müzik Zevkinizi Kendiniz mi Belirliyorsunuz?

Çocukluğumuzun Kahramanları - 2 Baltalı İlah Zagor

Erkin Koray'ın "Çöpçüler" şarkısı nasıl ortaya çıkmıştı?

Eskinin Adamıyla Yaratıcı Yazarlık Atölyesi - 2. Bölüm: Asparagas Nasıl Yazılır?

Unforgettables Plak Serisi

BRUCE LEE'nin Öyküsü

Eskinin Adamıyla Yaratıcı Yazarlık Atölyesi - 3. Bölüm: Sanal Bir Hikaye

Çocukluğumuzun Kahramanları - 3 KIZILMASKE

Bu videoda; Kaçak, Görevimiz Tehlike, Uzay Yolu, Doludizgin (Bonanza), Tatlı Cadı ve Komiser Columbo dizilerinin nostaljisini yapıyoruz

INTERNET Nostaljisi

Hayalet Görünce Ne Yapmalı?

Çocukluğumuzun Kahramanları 4 - Sihirbazlar Kralı MANDRAKE

Videoklipler Nasıl Ortaya Çıktı?

Yeşilçam'da Seks Filmleri Furyası

Çocukluğumuzun Kahramanları 5 - Kaptan Swing

Müzik Dinleme Alışkanlığımız Değişirken

Çocukluğumuzun Kahramanları 6 - Çelik Blek (Teksas çizgiromanı)

GIRGIR mizah dergisinin öyküsü

Gizemle Nasıl Başederiz?

Çocukluğumuzun Kahramanları 7 - Yüzbaşı Tommiks

Beatles Çılgınlığı - Müzik Tarihinde Bir Dönüm Noktası

Sosyal medyada paylaşılan matematik sorularının arkasındaki kandırmaca

Şarkı Sözlerinde Mutluluğun Formülü

DİKKAT: Bu video hassas insanlar için uygun olmayabilir

Çocukluğumuzun Kahramanları 8 - Barbar Conan

Turist Ömer Uzay Yolunda filminin öyküsü

Çocukluğumuzun Kahramanları 9 - Red Kid

Beyaz Kelebekler grubunun öyküsü

Ayla Dikmen'in öyküsü

Çocukluğumuzun Kahramanları 10 - Tenten

Eskinin Adamıyla Medya Maceraları

Eskinin Adamıyla Çizgiroman Nostaljisi- Türk çizgiroman kahramanlarına genel bir bakış

Çocukluğumuzun Kahramanları 11 - Tarkan

Bu video sohbetinde uzaylılar ve politikacılardan bahsedilmektedir. Hatta zekasına güvenenler için bir de bilmece var

Çocukluğumuzun Kahramanları 12 - Karaoğlan

'Beş Yıl Önce On Yıl Sonra' grubu

Dünyayı Kurtaran Adam filminini hatırıyor musunuz?

Plak toplamaya ve dinlemeye yeni başlayanlar için yararlı bilgiler bu videoda!

Çocukluğumuzun Kahramanları 13 - Yüzbaşı Volkan

Çocukluk arkadaşımız Pembe Panter

Magazin Nostalji - Ajda Pekkan'ın Sadece 6 Gün Süren İlk Evliliği

BEKLENEN ŞARKI Filminin Öyküsü

Barış Manço'nun 40 günlük ilk evliliği

Gazinolar: Bir Döneme Damga Vurmuş Eğlence ve Müzik Mekanları

Magazin Nostalji - Yabancı Basında Yeşilçam

ve huzurlarınızda The Muppet Show

illa ki Ferdi Özbeğen

Eskinin Adamı'nın Şimdiki Zamanla İmtihanı - Bu sohbette şiir, şarkı, videoklip.. Ne ararsanız var

Nedir Bu Nostalji Dedikleri?

Müzik - Magazin aleminde son durumlar nedir?

Çok Yorgunum, Beni Bekleme Kaptan - Cem Karaca'nın Öyküsü

Magazin Nostalji - Alaturka mı, aranjman mı? Plak mı, kaset mi?

Magazin Nostalji - Erkin Koray maçı kaybedince sahadan nasıl kaçtı? Cem Karaca gece maçına güneş gözlükleriyle çıkınca ne oldu? Barış Manço, Kurtalan Ekspresi nasıl dağıttı?

Rocky Filmlerini Nasıl Bilirsiniz?

Alkışlarla yaşar, yalnızdır piyanist - Bu bir Ferdi Özbeğen hikayesi

Ferdi Özbeğen - 1984 Şan Konseri 1. Bölüm

Ferdi Özbeğen - 1984 Şan Konseri 2. Bölüm

Bir Başkadır Ayten Alpman

Magazin Nostalji - Ünlülerin Uçan Daire Merakı

Plaklarda ve Fotoromanlarda Fenerbahçe

Magazin Nostalji - Barış Manço ve Seks

Zeki Müren'in Egzotik Maceraları

Bir Başkadır Ayten Alpman https://dai.ly/x8gfwiv

Sen çok iyi bir insansın ama SENLE OLMAZ!

Kapitalizmin check-up aldatmacası: Başka bir doktorluk daha var...

Sağlık Bakanlığı'nın sık sık önerdiği ancak kamu hastanelerinde sunmadığı check-up uygulaması aslında ne anlama geliyor? Dr. Akif Akalın, check-up uygulamalarının çıkışını, tarihsel arka planını, kapitalizmin check-up aldatmacasını 'Başka bir doktorluk daha var' başlıklı yazısında değerlendirdi.


Hani psikolojik testlerde bireylere bir sözcük verilir ve aklına gelen ilk sözcüğü ifade söylemesi istenir. Muhtemelen böyle bir durumda birçok insanın "doktor" dendiğinde aklına gelecek ilk sözcük "hasta" veya "hasta" dendiğinde aklına gelecek ilk sözcük "doktor" olacaktır. Bunun nedeni insanların çoğunun "doktor" ve "hasta" sözcüklerini başka bir "bağlamda" düşünememeleridir.

Kapitalist düzen, burjuva ideolojisi, kendi "sağlık paradigması" içinde doktoru "hastalara" bakan profesyonel olarak tanımlar ve insanlara da doktorları böyle tanıtır. Burjuva tıbbı tıp eğitiminden sağlık hizmetlerinin sunumuna kadar bütün yönleriyle burjuvazinin gereksinimlerine göre ve burjuva sağlık paradigması çerçevesinde örgütlenmiştir.

Bu paradigma içinde insanlar "hasta" olduklarında doktora gider, doktor da hastayı iyileştirmeye çalışır. Bu durum kendisini en somut biçimde, doktorların ofislerine gelen insanları "şikayetiniz nedir?" sorusuyla karşılamasıdır. Öyle ya, bir "şikayetiniz" yoksa doktorun ofisinde ne işiniz var?

Aslında bir başka doktorluk daha vardır. Fakat bu doktorluk, yalnızca maddi olanakları iyi olanlara hizmet eder. Bu nedenle "kamu" hastanelerinde pek rastlanmaz, fakat "özel" hastanelerde oldukça yaygındır.

Bütün özel hastaneler, insanlara "hasta" değilken veya "hiçbir şikayetleri yokken" de hastaneye gelmelerini, "check-up" yaptırmalarını önerir. Ancak SGK bu hizmetin bedelini ödemez, ödemeyi cepten yapmanız istenir. Sağlık Bakanlığı da düzenli olarak check-up yaptırmanızı salık verir fakat nedense (!) bu hizmeti kendi hastanelerinde sunmaz.

CHECK–UP SOSYALİST SAĞLIK HİZMETİNİN İNGİLİZCESİDİR

Tarihsel olarak hasta olmayan, hiçbir şikayetleri olmayan yurttaşların sürekli ve düzenli olarak muayene edilmesi ve sağlık yönünden kontrol edilmesi uygulaması ilk kez 1920'li yılların başlarında Moskova Sağlık Departmanı tarafından başlatılmış, başarılı sonuçlar alınması üzerine yaygınlaştırılmış ve giderek Sovyetler Birliği'nde sağlık hizmetlerinin "temeli" haline getirilmiştir.

Türkçeye "sağlık gözetimi" olarak çevirebileceğimiz bu hizmetin Rusçası "dispanserizatsiya" olarak bilinir. Bu terimle "tedavi edici" değil, "önleyici" tıbbi muayene anlatılır. Sovyetler Birliği'nde ve bütün sosyalist ülkelerde, bugün de Küba'da, bütün yurttaşlara, beşikten (hatta ana rahmine düştüğü andan itibaren) mezara kadar sürekli ve düzenli check – up hizmeti sunulur.

Bu hizmet, yukarıda da belirtildiği gibi "önleyicilik" amaçlı bir hizmettir. Birçok sağlık sorunu önlenir, bazı sorunlar daha ortaya çıkmadan tedbir alınır, bazı sorunlar ise henüz başlangıç halinde yakalanır ve kolayca tedavi edilir. Üstünlüğü "tartışılmaz" ve herkes tarafından kabul edilmiştir. Ancak çok, ama gerçekten çok "pahalı" bir hizmettir.

CHECK–UP VE SINIF MÜCADELESİ

Check–up yaptıranlar veya medyada check – up ilanlarını izleyenler bilir. Bugün Türkiye'de doğru dürüst bir hastanede "kapsamlı" bir check–up yaptırmanın maliyeti en az 2 bin liradan başlar. Eğer sahtekarların "bizde check–up 300 lira" ilanlarına kanarsanız, hastaneye gittiğinizde ya çok yetersiz bir check–up yapıldığını, ya da birçok işlem için ilave ücret talep edildiğini görürsünüz.

En az 2 bin lira dedik, fakat genellikle 2 bin lira sadece "temel" tetkikleri kapsar. Hekim herhangi bir sonuçtan şüphelenir, biraz daha ileri tetkik isterse, faturanız 5 bin liraya kadar çıkabilir.

Elbette bu rakamlar, kâr amaçlı özel sağlık kuruluşlarının rakamları olduğundan çok şişirilmiş rakamlardır, fakat bu hizmetleri "kamusal" olarak sunmak da, maliyetler düşse de oldukça pahalıdır. Öncelikle "bütün yurttaşlara" böyle bir hizmet sunulabilmesi için çok sayıda sağlıkçı ve sağlık merkezi gereklidir. Sosyalist ülkelerde sağlıkçıların sayılarının dünya ortalamalarının çok üzerinde olmasının nedeni budur. Örneğin bugün Küba'da 120 kişiye bir hekim düşmektedir. Bu durum maliyetleri önemli ölçüde arttırmaktadır.

Bir ülkede check–up uygulamasının devlet veya sosyal sigortalar tarafından karşılanma oranı ve check–up kapsamından sunulan hizmetler, o ülkede işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi ile doğru orantılıdır. Türkiye gibi işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin çok düşük olduğu ülkelerde check–up, yalnızca maddi durumu iyi olanların yararlanabildiği bir hizmettir.

İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin daha yüksek olduğu Kuzey Avrupa ülkelerinde, emekçilerin çoğu (hepsi değil) check – up hizmetlerinden daha geniş ölçüde yararlanabilmektedir. Küba gibi işçi sınıfının "iktidarda" olduğu ülkelerde ise check – up bütün yurttaşlar için doğuştan kazanılmış bir haktır.

CHECK–UP HAYAT KURTARABİLİR

Sosyalist ülkelerde bütün yurttaşların, kapitalist ülkelerde ise yalnızca maddi gücü olanların yararlanabildiği check–up hizmeti "hayat kurtarıcı" olabilir. Bu durum özellikle kanser gibi mortalitesi yüksek hastalıklar için geçerlidir.

Bugün artık herkes kanserde "erken teşhisin" ne kadar hayati önem taşıdığını biliyor. Birçok kanser türü ilk evresinde, henüz içinde bulunduğu dokuyu tam olarak teslim alıp, çevresine yayılmaya başlamadan teşhis edilebilirse, gerçekten çok büyük bir başarıyla tedavi edilebiliyor.

İşte check–up muayenelerinin önemi burada. Kanserleri bu kadar erken teşhis edebilmenin en başarılı yöntemi sürekli ve düzenli, elbette aynı zamanda "kapsamlı" check–up muayeneleridir. İnsanların hasta değilken, hiçbir şikayetleri yokken doktora gittikleri bu muayeneler, adı üzerinde "önleyici" muayenelerdir ve hayat kurtarıcı olabilirler.

KAPİTALİZMİN CHECK–UP ALDATMACASI

Daha önce de belirttiğimiz gibi kapitalist ülkelerde eğer paranız varsa, sosyalist ülkelerdeki gibi sürekli ve düzenli check–up yaptırmanız mümkündür. Ancak kapitalist ülkelerde bu olanağa toplumun çok küçük bir kısmı sahiptir. Bu durumda özel hastaneler insanları kandırmak için çeşitli yöntemler geliştirirler: "Paket programlar."

Örneğin özel bir hastanenin web sayfası "paketinizi oluşturun" diyerek size "seçenekler" sunmaktadır: hemşirelik hizmetleri mi istersiniz, sağlık desteği mi, laboratuvar desteği mi? Elbette "hepsini" istemelisiniz, fakat parayı kim ödeyecek?

Diyelim ufak tefek pansumanları ben kendim yaparım, laboratuvar tetkiklerimi de SGK ile bir kamu hastanesinde yaptırırım, bana "sağlık desteği" yeter dediniz. Bu durumda karşınıza yine üç seçenek çıkıyor: "Evde hemşire desteği", "Bebek bakım hemşire desteği" ve "Fizyoterapist ziyareti."

Bu kez "günde kaç saat" istediğinizi, başka bir sağlık gereksiniminiz olup olmadığını soruyorlar. Bir hastanın, hatta uzmanlık alanı fizik tedavi değilse bir tıp doktorunun günde kaç saat fizyoterapist gereksinimi olduğunu bilmesi mümkün mü? Fakat hastane size aynı manavlar gibi "ne kadar" istersiniz diye soruyor.

İşte kapitalist ülkelerde "her şey dahil" hizmet satın alacak parası olmayanlar, böyle soytarılıklara muhatap olmak zorunda kalırlar.

Sosyalist ülkelerde "bütün" yurttaşların ana rahmine düştükleri andan itibaren, ölene kadar yararlandıkları "kapsamlı" check–up programı çok pahalı olduğundan, kapitalist ülkelerde özel hastaneler "cebinize göre" paketler hazırlar. Bu paketlerden "cüzdanınıza" uygun olanları satın alarak, kendinizi belirli durumlara karşı koruyabilirsiniz. Paketinizin dışında kalan durumlar için yapacak bir şey yoktur. Keşke zengin bir ailenin çocuğu olarak doğsaydınız…

Diğer taraftan kapitalist ülkelerde işçi sağlığı hizmetleri çerçevesinde "sağlık gözetimi" uygulaması yürütülmektedir. Bu çerçevede işçilere işe giriş muayeneleri, periyodik muayeneler gibi check – up hizmetleri sunulur. Ancak bu sağlık gözetiminde istenilen başarıya ulaşılabilmesi için hekimlerin ve sağlıkçıların işçi sağlığı alanında uzmanlaşmış olmaları gerekir. Aksi halde Türkiye'de olduğu gibi bu alanda "uzmanlık" eğitimi almamış profesyoneller tarafından sunulduğunda, hizmet "check–up" olmaktan çıkar, hekimin karşısına gelene "şikayetiniz nedir?" sorusunu sorduğu, "yok" yanıtı alınca önündeki kağıdı imzaladığı "bürokratik" bir işleme dönüşür.

TIBBIN EMEKÇİLERİN DE HAYATINI KURTARABİLMESİ İÇİN

Evet, başka bir doktorluk daha vardır, fakat bu doktorluğa erişebilmek için ya sosyalist bir ülkede yaşamanız, ya da cebinizde çok para olması gerekir. Elbette bir alternatif daha var: Sınıf mücadelesini yükseltmek.

Emekçilerin sendikalaşma ve işçi sınıfı partilerine katılımlarındaki her yüzde 1'lik artış, "başka doktorluğu" görebildikleri pencereyi biraz daha aralayacaktır. Check–up maddi güçleri olanlar için bir "imtiyaz" olmaktan çıkıp, bütün emekçiler için "hak" haline gelecektir. O günler geldiğinde, emekçilerin kanserleri de tedavi edilebilecek kadar erken evrelerde teşhis edilebilecek, tıp emekçilerin de hayatlarını kurtarabilecektir.

17 Mayıs 2019 Cuma

Diktatörlük Zor Zanaat


Sabah sarayda kalkacaksınız.

Önce artık anlaşamadığınız işbirlikçilerinizi boğduracaksınız.

Sonra medyada size dil uzatanları...

Sonra aleyhinize konuşan birkaç sanatçıyı...

Hadsiz işadamlarını ve politikacıları...

Belki biraz çoluk çocuk, asker, öğrenci falan...

Sonra tek başınıza bir anayasa yapacaksınız, tek başınıza kararlar alacaksınız, tek başınıza her şeye hâkim olacaksınız.

Seçim kurulları, mahkemeler, üniversiteler, tüm devlet kurumları falan hepsi elinizin altında olacak.

Sandıktan her nasılsa hep ama hep sizin istediğiniz sonuçlar çıkacak.

Halk, siz başta olmazsanız ülke batar sanacak ve ülkenin siz baştasınız diye batmakta olduğunu epey bir süre hiç anlamayacak.

Sonra bir gün birden hiç beklenmedik bir şey olacak.

En mühim kale kontrolünüzde sandığınız bir seçimle elinizden kayıp gidiverecek.

Küplere bineceksiniz, "O kaleyi kimselere yedirmem ben!" diyeceksiniz.

Ve sahne!

***

Siz o kadar yıl dişinizi tırnağınıza takın, mağdur edebiyatının kitabını yazın.

Time’lara kapak olun. Tüm dünya sırtınızı sıvazlasın.

Ülkedeki aydınların bile aklını başından uçurun.

Onlarca yazar, çizer, felsefeci, akademisyen, sanatçı falan sizi müthiş demokrat sansın.

Onları önünüze katın, Batı’yı ardınıza alın, halkın tepesine binin.

Siz çalın onlar oynasın, nereden geldiği belirsiz paralar ülkeye oluk oluk aksın.

Herkes, sizi ekonomi tıkırında diye rahatsınız sansın.

Terör nedir, terörist kime denir, emrinizdeki sözlükler ha bire başka şey yazsın.

Bu arada savaşlar çıksın, size roller dağıtılsın.

Kimini hakkını vere vere oynayın, kiminde aklınız karışsın.

Savaşlarda joker olun, silahlar alın, bombalar atın, sınır ötelerine harekâtlar yapın, şehit edebiyatında çığırlar açın.

O hengamede, dün arkanızdayken bugün karşınıza geçen ve ipliğinizi pazara çıkartmaya yeltenen herkesi hapse atın.

Bu arada dünyanın en antidemokratik anayasasını güle oynaya hazırlatın, en olmayacak başkanlık sistemini davul zurnayla ülkeye dayatın.

Orduyu hacamat edin, hukuku maymun edin, akademik dünyayı talan edin...

Satılmadık kaynak bırakmayın.

Yaptıklarınıza, ettiklerinize de kimseleri karıştırmayın.

Derken... Birden...

Her şey tam istediğiniz gibi... istenildiği gibi olmuş bitmişken...

Hiç beklenmedik bir şekilde ülkedeki en büyük şehirde alelade bir yerel seçimde... iktidar kayıp gidiversin elinizden.

***

E bu durumda ne yapsanız haklısınız.

Tam da, "Ne güzel durağa geldiydik, demokrasi tramvayından indiydik" derken...

İstiklal Caddesi’ndeki o nostaljik tramvaya, seçim bozgununun sersemliğiyle tabii ki tıpış tıpış bineceksiniz.

Ve sadece sizin değil, seçmeninin de yalan olduğunu bildiği, muhalefetin sloganından devşirme o güdük lafı sanki büyük bir lafmış gibi edeceksiniz.

"Daha güzel olacak" diyeceksiniz.

"Daha güzel olacak".

Oysa, herkes farkında;

Eğer bu ülkede adalet bir an önce yerini bulmazsa her şey hem sizin için hem ülke için daha berbat olacak.

Her şey berbat olacak.

Zira en iyi siz bilirsiniz, şu kahrolası diktatörlük zor zanaat.