27 Şubat 2018 Salı

Sultan II. Abdülgoogle Han



Prof. Dr. (?) Ebubekir Sofuoğlu denen ahlaksız ve cahil herif, Sultan II. Abdülhamid için "Google'ı icat eden kişi" dedi.

Bu tarih tezini hiç yabana atmayın!

Nuh oğluyla cep telefonuyla irtibat kurduysa aradan geçen birkaç on bin yılda o telefona arama motoru eklemeyi de başarmıştır ecdadımız. Geç olmuş, tamama erdirmek Abdülhamit’e kalmıştır. Gülmeyin.

Hatta imkânı olan varsa, torun Nilhan’a haber versin, miras kovalayacak yeni bir kapı açılmıştır o üçkağıtçıya.

Mantık arayacak bir neden yok düzende! 

Kafası hurafelerle şekillenmiş gerici güruh için tarih dediğin nedir ki? Eşeğe binemeyeni helikoptere bindirir, çölde yıldız sayanın eline cep telefonu tutuşturur, okuma yazması olmayana arama motoru icat ettirir.

Kutsal şehir Urfa bu vizyonun ete kemiğe bürünmüş şeklidir mesela. İbrahim Peygamberi Roma Sütunlarına bağladığı bir mancınıkla fırlattırır, aşağıdaki pagan mabedine düşürüp Tanrı Atargatis kılığında Balıklı Göl’de yüzdürür. Bu olayların aralarındaki bin yılı aşan zaman farklılıkları dinciyi durdurmaya yetmez.

Döndük dolaştık geldik başladığımız yere. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ni beğenmeyen liberal çetenin kulakları çınlasın, Fesli Kadir artık rejimin resmi tarihçisi.

Ülkenin gerici geleneği zincirlerinden boşandı, kısa cumhuriyetin biriktirdiği her şeyi yıkarak ilerliyor. Bu yıkımı sürdürebilmek için bir efsaneye ihtiyaçları var. O efsane ihtiyacını da Sultan Abdülgoogle ile karşılıyorlar. Efsanedir gerçekten. Koca bir imparatorluğu batırmış, o arada ülkenin yakın tarihindeki bütün ilerici ataklara da bizzat şahit olmuştur.

***

1842 doğumlu. Kardeşinin indirilmesi gereği doğunca gözler ona dönmüştü ama çevresinde kuşkulu bir tip olarak biliniyordu. Büyük kardeşi Murad'ın alaşağı edilmesi üzerine 1876 yazında bu kuşkulara rağmen mecburen tahta çıkarıldı. Tahsili yoktu ama pek kurnazdı. Gerçek yüzünü ve gerçek amaçlarını saklamakta mahirdi. Bu sinsi saray oğlanı etrafına güvensizlik saçmasına rağmen bir yolunu bulup muhaliflere ve özellikle Mithat Paşa’ya meşrutiyet yanlısı olduğu izlenimi vermeyi başarmıştı. Tahta çıktığı yıl oluruyla ülkenin ilk anayasası ilan edildi. O artık yetkileri sınırsız bir padişah değil, anayasayla sınırlanmış bir iktidarın başıydı.

Osmanlı’nın çok bunalımlı bir dönemine denk gelmişti iktidarı. Osmanlı toprakları her geçen gün etrafındaki güçler tarafından kemiriliyor, yiyip bitiriliyordu. Sinsi sultanın pek aldırdığı yoktu bu hale. O ilk anayasanın mimarı olan Mithat Paşa ise neredeyse tek başına devletin onurunu korumaya, bağımsızlığını güvence altına almaya çalışıyordu. Haliyle sinsi sultanın ilk icraatı bir bahane bulup Mithat Paşa’yı vezirlikten azletmek ve anayasayı askıya almak oldu. Meclisi kapatmadı ama. Vekiller hiçbir iş yapmadan maaş almaya devam etti. İçeride böylece kısmi bir sessizlik sağlamış oldu.

“Şanlı Plevne direnişi” türü “kahramanlıklar” onun zamanının keşfidir. Hep yeniliyor, hep kaybediyorduk ama kahramanca direniyorduk. Bu kahramanlıklar yüzünden Rus Ordusu Tuna’yı geçip İstanbul önüne kadar ilerlemişti. Rusların önünden kaçan askerlerin ve göçen halkın perişanlığını anlatmaya kelimelerin gücü yetmez.

Ülkesi adım adım işgal edilirken sinsi sultanın yaptığı tek şey Ruslara daha fazla ilerlememeleri için yalvarmaktan ibaretti. Krizi fırsata çevirmeyi de ihmal etmedi o arada. Rus ordusunun ilerleyişini bahane ederek Mebusan Meclisi'ne kilit vurmayı başardı.

***

Saraydaki ilk iki yılının özeti böyle. Bütün suçlarının sorumluluğunu Mithat Paşa’nın ve meclisin omuzlarına yükleyip, bu sayede tek adam yönetimi için kapıyı sonuna kadar aralamıştı. O bunlarla uğraşırken batıda sınırları Ege’de biten bir Bulgaristan kurulmuştu. Doğu’da Batum, Kars ve Ardahan Rusları eline geçmişti. İstanbul elden gitmediyse Rusların ilerlemesinden rahatsız olan Avrupalı güçler nedeniyleydi. Fakat onun bütün dikkati içerdeydi. Devrilmekten korkuyor ve bu ihtimali ortadan kaldırmanın yollarını arıyordu.

Abdülaziz’in intiharı bunun için biçilmiş bir kaftandı. Abdülaziz intihar etmemiş, öldürülmüştü iddiasına göre. Bu iddiasını araştırmak üzere Yıldız’da özel bir saray mahkemesi kurdurdu. Bu uyduruk mahkemede Abdülaziz’in korumalarını ve elbette onlarla birlikte Mithat Paşa ve damatlarını tutuklatıp, yargılattı. Tutuklu korumalardan işkence ile alınan itiraflara dayanarak Mithat Paşa idama mahkûm edildi ve Taif’e sürüldü. Orada mahpusta gün sayarken saraydan gelen talimatla öldürüldü. Sinsi sultan tarihimizin bu önemli şahsiyetini önce cinayetle suçlayıp gözden düşürmeye çalışmış, sonra da ortadan kaldırtmıştı. Katil o değilse bile emri veren odur!

Şimdi nefret ettikleri İttihat ve Terakki 1889’da sinsi sultanın bu baskı rejimine karşı kuruldu. Okullar kaynıyordu, ordu rahatsızdı. Sinsi sultan ülke kaynarken Yıldız Sarayı'nda devşirmelerden oluşturduğu korumalarının sağladığı güvenli ortamda keyif çatıyordu. Muhaliflere karşı acımasız bir hafiye ağı kurmuştu. Topraklarına yaydığı zulmü yol, köprü, okul inşaatlarıyla örtmeye çalıştı. Tabii bugün tanık olduğumuz gibi bunları sınırsız bir borçlanma ile yapıyordu. O kadar borçlandı ve istikrarsızlık o kadar arttı ki alacaklılar yeni borçlar vermeden önce eskilerinin ödeneceği yolunda garanti istedi. 1882’de bu amaçla Duyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. İdare “milli”ydi milli olmasına ama alacaklılarının idaresindeydi. Pul, tuz, ipek, balıkçılık ve benzeri sektörlerden gelen vergiler, hatta bazı özerk vilayetlerin vergileri doğrudan borca yatırılacaktı. Bugünkü varlık fonuna benzer bir şeyden söz ediyoruz anlayacağınız. Böylece devletinin bir kısmını alacaklıların yönetimine terk etmiş oldu.

Sinsi sultanın kurduğu bu zulüm şebekesi 30 küsur yıl sonra nihayet 1908 yazında sona erdirilebildi. Devrim despotun kapısını çalmış, o korkuyla rafa kaldırdığı anayasanın yeniden ilanına razı olmuştu. 1909 Nisanı'nda “padişahım çok yaşa” nidalarıyla taraftarları ayaklandı. Gericiliğin ayranı yeniden kabarmıştı. Rumeli’deki Hareket Ordusu koştu yetişti, Taksim’deki topçu kışlasında başlayan gerici ayaklanmayı bastırdı. Abdülhamit anayasaya yeniden tecavüz edeceği korkusuyla alaşağı edildi. Önce Selanik’e sürgüne, sonra Balkan Harbi çıkınca İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayı'nda ikamete zorlandı. 1918’de öldü ve nedense Sultan Mahmut türbesine gömüldü.

***

İşte tarihi. Çok tartışmalı bir kişilikle karşı karşıya olduğumuz kuşku götürmez. Sultanlığı bir yana, büyük yazarımız Doğan Avcıoğlu’nun deyişiyle “1 numaralı komprador”umuzdur. Onun anlattıklarına göre gecelerini Tarabya’daki malikânesinde Belçikalı tuhafiyeci kız Flora Cordier ile geçirir, gündüzleri büyük bir şirketin genel müdürü olan İngiliz komşusu Mr. Thomson’a yarenlik eder. Borsa oyunlarına meraklıdır. Rum bankacı Zarifi ve Ermeni borsa simsarı Assani’nin yakın dostudur. Yıldız Sarayı'nda Tatlısu Frenklerini ağırlamaktan pek hoşlanır. Faize düşkünlüğü dillere destandır. Bu sayede muazzam bir kişisel servet edinmişti. Saraydan ayrılırken unuttuğu bir defter sayesinde servetinin büyük kısmını yabancı bankalarda sakladığı anlaşıldı. Suriye, Mezopotamya ve Arnavutluk’ta yüzbinlerce hektar araziyi özel mülküne geçirmişti. Irak’ta petrol bulunan alanlar da buna dâhildir.

Mirasçıları Birinci Dünya Savaşının ardından bu muazzam serveti ele geçirmek için “The Sultan Abdülhamit Oil Wells” ve “The Sultan Hamit Han Estates Ottoman” adlı iki şirket kurdu. Birinci şirketin amacı Irak petrolünden hisse koparmak, ikincisinin ise o zamanın parasıyla 100 milyon lira tutarındaki gayrimenkullerini geri almaktı. Uzun uğraşlar sonunda İkinci Dünya Savaşının ardından 1,5 milyar lira değerinde bir serveti ele geçirmeyi başardılar.

E hazır para çabuk bitti. Geride Nilhan türü işportacılar kaldı. Ama onların iştahlarını kabartan asıl şey Abdülhamit’in dirilip ülkede iktidarı yeniden ele aldığını sanmaları.

Denildiği gibi tarihteki bütün büyük olaylar iki kere sahnelenir. Trajedi Abdülhamit’tir, biz komedi faslındayız. Abdülhamit’in hayal gücü genişti ama Rizeli bir akrabası olacağını düşünde görse hayra yormazdı. Üçkâğıtçı bir borsa oyuncusuydu ama nihayetinde asla bir “Nilhan Sultan” değildi. Marangozluğa yeteneği, polisiye edebiyata merakı vardı. Avrupa’dan getirdiği romanları çevirttirmiş, hatırı sayılır bir kütüphane oluşturmuştu. Bugün sahnelenen hali tartışılmaz bir vasıfsızlık ve kuşku götürmez bir cehaletle maluldür.

Peki, nedir bu Abdülgoogle hayranlığı? 

Çok basit; iktidara tutunmak için kullandığı aletler arasında “Panislamizm” de vardır. Ahmak Batılılara çakma halife kavuğunu göstererek şantaj yapmayı becerirdi. Ama bütün bu kıvraklığına rağmen devrildi gitti.

***

Karışıklığa mahal yok. Bizim yerimiz belli. 1876’da Mithat Paşa’nın yanındayız. 1908’de Abdülgoogle’ın sarayını basan devrimciler arasındayız. 1909’da Hareket Ordusu'nda neferiz. Bizim yerimiz saray soytarılarının mabadı değil, hilafeti kaldıran Mustafa Kemal’in yanıdır. Bu ülkeyi Abdülgoogle’a yar, bu halkı saraya yem etmedik, yine etmeyiz.

Google’ı Abdülhamit bulmuşmuş. Bilmez miyiz? Nevzuhur Sultan I. Tayyaryandeks döneminde her şey mümkündür!

26 Şubat 2018 Pazartesi

Murat Bardakçı yazıyor: Saray soytarılarının tarihi



Murat Bardakçı'dan tarihi bir yazı paylaşıyoruz bu sefer...

Yazının orjinali için bakını HABER TÜRK'te ilgili sayfa http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/221186-saray-soytarilari-tanzimat-ilan-edilince-unutulup-gittiler



Saray soytarılığı, bir zamanlar önemli bir meslekti. Soytarılar hükümdarları en sıkıntılı zamanlarında bile güldürür, gerginlikleri azaltır ve tabii, bol bol da bahşiş alırlardı. Osmanlı sarayında soytarı bulundurma geleneğini Yıldırım Bayezid başlattı ve cüceler, kamburlar ve hadımlar en çok rağbet gören soytarılar oldular. Tanzimat'a kadar devam eden bu gelenek, batılılaşma çabamızla beraber unutulup gitti.

HÜKÜMDARLARIN saraylarında soytarı bulundurma geleneğinin tarihi binlerce yıllıktır ve eski Mısır'a, Beşinci Sülâle zamanına kadar gider.
Bu gelenek daha sonraları yaygınlık kazandı ve Abbasiler'den itibaren İslâm tarihine de girdi.
Soytarılık, bir zamanlar çok önemli bir meslekti. Soytarılar hükümdarları en sıkıntılı zamanlarında bile güldürür, dertlerini unutturarak gerginlikleri azaltır ve bu arada bol bol da bahşiş alırlardı. Birçok soytarı, tarih boyunca önemli roller oynamıştı. Osmanlı sarayında soytarı bulundurma geleneğini Yıldırım Bayezid başlattı. Bizdeki saray soytarıları daha çok Araplar'dan veya Habeşliler'den seçilirler, ya esir pazarlarından satın alınır veya saraya hediye olarak gönderilirlerdi. Cüceler, kamburlar ve hadımlar en çok rağbet gören soytarılardı. Tanzimat dönemine kadar devam eden bu gelenek, batılılaşma çabamızla beraber ortadan kalktı, unutulup gitti.
Soytarının on parmağında on marifet olması gerekirdi. Padişahı sinirli olduğu zamanlarda güldürmeleri, yeri geldiğinde de anlattıklarıyla ve yaptıklarıyla düşünmeye sevketmeleri gerekiyordu. Hükümdara bu derece yakın oldukları için, soytarıların güvenilir kişilerden seçilmelerine , özen gösterilirdi.
Türkiye'de 16. asrın sonlarından itibaren devlet kurumlarının giderek yozlaşması üzerine işleri gayrımeşru yollardan halletmek günlük bir alışkanlık hâline gelmiş ve çarkın içinde soytarılar da yeralmışlardı. Bu soytarıların başında, Üçüncü Murad'ın Nasuh ve Cuhud isimli cüceleri gelmekteydi.
Cüce Nasuh ile cüce Cuhud, saraydan dışarıya pek çıkmayan Üçüncü Murad'ı avuçlarının içine almışlar ve tayinlerde bile etkili olmuşlardı. Her iki soytarının da gayrımeşru yollardan biriktirdikleri büyük miktarda servetleri vardı. Sonraki senelerde gözden düşüp hapse atıldıklarında yapılan tahkikatta soytarıların kurduğu büyük bir rüşvet ağı ortaya çıkartılmış ve makamlarını soytarılara verdikleri rüşvetlerle elde eden birçok devlet görevlisi azledilmişti.
Osmanlı tarihçiliğinin önde gelen isimlerinden olan Peçevi, kendi ismini taşıyan tarihinde, Üçüncü Murad'ın soytarılarıyla ilgili garip bir olayı hikâye eder ve hadiseyi günümüz Türkçesi ile şöyle anlatır:
"...Maskaranın biri padişah ihsanda bulunacağı zaman 'Yok Hünkârım bugün altın istemem 100 değnek isterim' dedi. Sebebi sorulunca, 'Hele ellisini vurun ondan sonra sual buyurun' diye cevap verdi. Sultan, 'Vurulsun' buyurdu ve soytarı elli adet sopayı yedikten sonra 'Durun, bir ortağım var, ellisini de ona vurun' diye bağırdı. Ortağının kim olduğu sorulunca da 'Beni her gün sultanımın huzuruna davete gelen bostancı, huzurdan ayrılışında 'Seni ben getirdim, aldığın bahşişin yarısı benimdir' deyip paramın yarısını elimden alıyor. Dolayısıyla, bugün yediğim dayağın yarısı da bostancının hakkıdır' cevabını verdi. Üçüncü Murad, soytarının bu latifesinden hoşlanıp ihsanını artırdı ve bostancıya da elli değnek vurdurduktan sonra 'Bir daha böyle işler yapmamasını' tenbih etti. Soytarı, maskaralıkla kazandığı parasına el koyan bostancıdan zekâsını kullanarak kurtulmuştu."

HATTIN ÜSTADLARI

Şeyh Hamdullah (Ölümü: 1520)

TÜRK hat sanatında klasik ekolün başlatıcısı olan ve hattın en büyük ismi sayılan Şeyh Hamdullah, 1430'lu yıllarda Amasya'da dünyaya geldi. Genç yaşındayken, devrinin tanınmış hattatı olan Hayreddin-i Maraşî'den ders aldı ve kendinden önceki büyük hattatların yazılarını toplayıp onlara bakarak meşketmek suretiyle ilerlemeye başladı.
Hamdullah henüz Amasya'da iken orada valilik etmekte olan Şehzade Bayezid'in dikkatini çekti ve geleceğin padişahına yazı öğretmeye başladı. Şehzade, babası Fatih Sultan Mehmed'in ölümünden sonra Amasya'dan İstanbul'a hükümdar olarak giderken hocası Hamdullah'ı da başkentine davet etti. O tarihten sonra, İstanbul'da Hamdullah'ın hayatının ikinci dönemi başlamıştı. Sarayda büyük bir sevgi ve alâka gördü ama devrin padişahı tarafından el üstünde tutulmasına rağmen asla gurura kapılmadı.
İkinci Bayezid'den sonra Yavuz Selim'in ve Kanuni Süleyman'ın hükümdarlık dönemlerini de gören Hamdullah, yazmayı çok ileri yaşlarına kadar sürdürdü ve 1520 senesinin sonlarına doğru hayata veda ederek Karacaahmed Mezarlığı'na defnedildi. Kabrinin bulunduğu ve "Şeyh Sofası" denilen yere gömülmek, sonraki hattatlar için bir şeref sayılmıştır.
Hamdullah'ın sanatı, koyduğu estetik kaidelerin kesinliği ile özetlenebilir. O, yazıya yeni matematik ve geometrik ölçüler getirerek eski sertliği tatlı bir görünüme dönüştürdü.

Rezil olmaya doymayan yüzsüz ve zavallı Murat Belge


Bu zavallıya artık acımaya başladık. Sen bu sefil hallere düşecek biri miydin murat belge? Soytarı olmayı müritlerine bıraktın, sen "akil adam" takılıyordun diye biliyorduk..
"Ne olur benim rakı içerken çekilen resmimi kaldırın" diye salya sümük ağlamışsın? İhtarname çekmişsin "Ne olur beni rezil etmeyin" diye??
TOKAT GİBİ CEVABI YİYİNCE OTURUP ZIRLAMIŞSINDIR, ha murat belge? 
Kırmızı Kedi Yayınevi adına avukat Celal Ülgen tarafından kaleme alınan cevabi ihtarnamede, bahse konu fotoğraf hakkında "Muhatabın fotoğrafları 30 Nisan 2016 yılında, yani yaklaşık iki yıl önce journo.com.tr uzantılı internet sitesinde yayımlanmıştır" denilirken, "Rakı içmek ahlak ya da kanun dışı olmadığı gibi, kötü bir şey de değildir" denildi.
Cevapta ayrıca Murat Belge, "Muhatabın fotoğrafa değil eleştiriye tahammül gösteremediği açıktır" sözleriyle eleştirildi. Belge'nin “Yetmez Ama Evet”kampanyası ve “Akil Adamlar” heyetine girmesiyle akademisyenliğin ötesinde siyasi bir kimlik kazandığı vurgulandı.
Murat Belge'nin rakı içen fotoğrafının özellikle kullanıldığı eleştirilerine ise şöyle cevap verildi: "Eğer kötü bir fotoğraf kullanılmak istenseydi, Belge’nin FETÖ’nün düzenlediği Abant toplantısındaki fotoğrafı alınabilirdi."
Ayrıca açıklamada şu ifadeler kullanıldı: "Murat Belge’nin kamuoyunda tepkiyle karşılanan bu tutumu, Merdan Yanardağ’ın 'LİBERAL İHANET' kitabında eleştirdiği 'Yetmez Ama Evet' zihniyetinin geldiği noktayı göstermesi bakımından önemlidir. Bu yüzden Murat Belge fotoğrafının, içinde tam 61 kez geçtiği 'LİBERAL İHANET' kitabının tanıtımında kullanılması kitabın içeriği ile de orantılı bir uygunluk taşımaktadır. Ayrıca Murat Belge'nin fotoğrafının iddia edildiğinin aksine ticari bir değeri bulunmamaktadır."
İşte Kırmızı Kedi Yayınevi'nin Murat Belge'ye cevabı:
Belge'ye cevabı:



22 Şubat 2018 Perşembe

Yobazın Ölümü

“Dünyanın en muhteşem ürününü satıyoruz. Neden onun reklamını bir kalıp sabunun reklamını yaptığımız kadar etkili bir şekilde yapmayalım?”

Böyle diyordu Rahip Billy Graham 1963’te. Ve geçtiğimiz Çarşamba günü sona eren 99 yıllık ömrünü bu ürünü pazarlayarak geçirdi. Bir Amerikan disiplini olan pazarlamanın din alanındaki öncülerinden biri oldu. Başka dinden de olsalar dünya yobazları ona çok şey borçlu.

Graham, 1949’da, Orson Welles’in Yurttaş Kane’inin ilham kaynağı olan medya baronu Wiliam Randolph Hearst tarafından keşfedildi. Hearst, antikomünist histeriyi popülerleştirecek bir figür arıyordu. Aradığını Los Angeles kırsalında kurduğu çadırlarda vaaz veren genç Evanjelik rahipte buldu. Ve hemen ülkenin dört bir yanındaki yayın yönetmenlerine telgraf çekti: “Graham’ı şişirin”.

Graham, Hearst’ün yakın dostu, TimeLife gibi dergilerin sahibi Henry Luce’la Columbia, Güney Carolina’nın ırkçı Valisi Strom Thurmond’un malikanesinde bir araya geldi. Bu görüşmeden sonra yalnızca Time dergisi, bu ateşli vaiz hakkında 600’den fazla “haber” yapacaktı.

Yarım yüzyıldan uzun süren “kariyerinin” yükselişi böyle başladı. “Cihadını” boş arazilerde kurulan çadırlardan önce spor salonlarına, sonra stadyumlara, daha sonra radyolara,  televizyonlara ve internete taşıdı. Daha seksenlerin ortasında vaazları uydu aracılığıyla dünyanın dört bir yanında yayınlanıyordu.

Onlarca ülkede vaaz verdi; bunlar arasında Garbaçov’un yıkmakta olduğu Sovyetler Birliği de vardı.

Şebekesini giderek büyüttü; milyonlarca dolarlık bir imparatorluk kurdu.
New York Times, ölümü sonrasında yayımladığı makalede onun için şunları yazdı: “Graham’ın en önemli başarısı, Evanjelik Protestanların, evrim teorisine karşı çıkma çabaları 1925’teki Scopes davasında yenilgiye uğradıktan sonra başlayan sosyal hayattan geri çekilme eğilimlerini durdurup, bir zamanlar sahip oldukları toplumsal etkiye yeniden kavuşmalarını sağlamasıydı.”

Stanley Kramer’ın “Inherit the Wind” (Rüzgarın Mirası) filminde öyküsü anlatılan Scopes davası, Tennessee’deki bir devlet okulunda öğrencilerine evrim teorisini anlatan John T. Scopes aleyhine açılmıştı. Gerçekte Scopes, New York Times’ın iddia ettiğinin aksine, davayı kaybetti. Zaten Billy Graham’ın en büyük başarısı da Evanjelik Protestanların “geri çekilişini” durdurmak değil, Soğuk Savaş’la birlikte büyük bir hızla yükselen antikomünist gericiliği din üzerinden popülerleştirmek ve bunu milyonlarca dolarla beslenen devasa bir şebekeye dönüştürmek oldu.

Bu nedenle ABD başkanları onu yanlarından eksik etmedi ya da o, hep ABD başkanlarının yanında görüntü vermeye özen gösterdi. Başkanların ona, onun da başkanlara ihtiyacı vardı.

1950’de Truman’a telgraf çekerek, Kore’ye saldırmasını istedi. Aynı Truman’ı Çin’i işgal etmek isteyen General MacArthur’u görevden aldığı için eleştirdi.

Nixon’la o kadar yakındı ki Watergate Skandalı patlak verdikten sonra bile dostunu savunmaya devam etti. Ondan Vietnam’ın Kızıl Nehir deltasındaki su setlerini ve barajları bombalamasını istedi. Bunun milyonlarca sivilin ölümü anlamına geleceğini pekala biliyordu.

Birinci Körfez Savaşı başladığında Amerikan uçaklarının Irak’ı bombaladığı görüntüleri Baba Bush’la birlikte izlediğini iddia etti. Gerçi daha sonra Beyaz Saray’ın o anla ilgili yayımladığı görüntülerde Graham ortalarda görünmüyordu, ama en azından Bush ailesiyle yakınlığı konusunda yalan söylemiyordu. Oğul Bush, kendisini alkolizmden kurtarıp siyasi kariyerini ilerletmesini sağlayanın Billy Graham olduğunu söyleyecekti. Kaldı ki Irak’ın yerle bir edilişini Baba Bush’un yanında izlemiş olmayabilir ama Saddam Hüseyin’i deccal ilan ederek Amerikan egemenliğine ve Amerikan halkının korkularına hitap etmeyi ihmal etmedi.

Arası yalnızca Cumhuriyetçilerle değil, Demokratlarla da iyiydi. Bill Clinton başkan seçildiğinde ondan göreve başlama töreninde dua etmesini istemişti.

Vaazlarında sık sık İncil’in Romalılar 13 bölümündeki şu cümleleri alıntılıyordu: “Herkes, baştaki yönetime bağlı olsun. Çünkü Tanrı'dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle, yönetime karşı direnen, Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur. Karşı gelenler yargılanır. İyilik edenler değil, kötülük edenler yöneticilerden korkmalıdır. Yönetimden korkmamak ister misin, öyleyse iyi olanı yap, yönetimin övgüsünü kazanırsın. Çünkü yönetim, senin iyiliğin için Tanrı'ya hizmet etmektedir.”

Graham ve Evanjelizm hakkında kitapları bulunan Cecil Bothwell, Graham’ın ölümü üzerine Counterpunch’ta yazdığı makalede şunları söylüyor: “Graham’ın esas mesajı korkuydu: tanrının gazabından korku; günaha girmekten korku; komünistler ve sosyalistlerden korku; Katoliklerden korku; eşcinsellerden korku; ırksal bütünleşmeden korku ve her şeyden öte ölüm korkusu. Ve tüm bu korkulara merhem olarak dinleyicilerine, İsa’nın kurtarıcı olarak benimsenmesiyle kolaylıkla ulaşılabilecek ebedi yaşamı öneriyordu.”

Eski bir rahip olan James Carroll da aynı noktayı vurguluyor: “Graham parmağını Amerikalıların korkuyla atan nabzına koymuştu…”

Neredeyse bir asır yaşayan ve bunun yarıdan fazlasını ait olduğu sisteme hizmet ederek geçiren yobazın çok iyi anladığı bir şey vardı: korku ruhu kemirir, onu iyi pazarlamak gerekir.

Liboşların ağlama günleri


Birikim-Radikal artığı liboşların düştükleri rezilliğin ucu bucağı yok! Ama onlarda utanma da yok!

Murat Belge'sinden tut Hasan Cemal'ine kadar memlekette ihanet kuyuları kazmış ne kadar entel-liboş varsa rezillikleri, ihanetleri ayyuka çıktı! Ama onlar utanıp sıkılacakları, diz çöküp bu ülkenin namuslu insanlarından özür dileyecekleri yerde hala sağda solda hezeyanlarını kusmak ve zırlamakla meşgul!

Bu entel-liboş tayfası, mağduru oynayıp büyük bir pişkinlikle hala millete akıl öğretmek alçaklığını islamcılardan öğrendiler herhalde? Ama ne kadar kıvırtırlarsa kıvırtsınlar, bu liboş tayfası rezil olmaktan kurtulamıyor. Bu rezilleri Türk halkı affetmeyecek!


Otuz yıldır kendilerine “liberal” sıfatı takmıştılar, hala akıllarınca “liberal”iz diyorlar.
Buna karşılık muhalifler “liboş” ismini taktı.
Bu hileli sorunu çözebilmek çok güçtü, mesela ben bütün yazılarımda liberal'in önüne “sözde”, “güya” ekini ekleyerek “sözde liberaller” diyerek baş etmeye çalıştım.
Ve liberalizmin neoliberalizme evrilmesine “vahşi kapitalizm” tanımıyla karşılık vermeye çalıştım.
Metis'ten çıkan “Halkların Çözülüşü” kitabı “liberalizmin neoliberalizmine” evrilmesini anlatıyor, sıkı bir kitap, neoliberalizmi liberalizm doğurmuştur ama liberalizm başka şey neoliberalizm başka şeydir, demeye getiriyor.
Neoliberalizmin “hakikat” üretmediğini akla gelebilecek her şeyi finans ve şirket adına nasıl fethedip aklın felsefenin kültürün sonunu nasıl getirdiğini izaha çalışıyor.
Devlet dahi şirket nasıl oldu, başbakanlar dahi “CIO” nasıl oldu, bütün değerlerin “fiyata” dönüştürülmesi nasıl oldu, hepsi son otuz yılda oldu.
Bugün müebbetle yargılanan ve adlarına ısrarla “liberal” diyenler “liberal” değil neoliberallerdir.
Dönüp otuz yıllık yazılarına bakınız, tazminatlardan fırsat eşitliğinden taşeronlaşmadan, burslardan, özelleştirmeden, sendikalaşmadan, işsizlikten, yerli tarımdan, milli üretimden, bölüşümden, TEK SATIR bahsetmediklerini göreceksiniz.
Tekrar tekrar üstüne basalım: Tek satırcık.
TÜRKİYE'Yİ ORTADAN İKİYE BÖLEN ONLAR
Neoliberalizm dünyayı yıkarken özelleştirmeciydiler her şey satılsın devlet ortadan kalksın hatta yeni dünyada orduya dahi ihtiyaç yoktu.
Tarikatlar cemaatlerle cirit atanlar onlar etnik vatandaşlıkla Türkiye'yi ortadan ikiye bölen onlar, hukuk kurumlarının bir cemaat liderinin eline geçmesini güle oynaya üstelik özgürlük şarkılarıyla sırtlayan onlar.
Türk tarihinin en büyük suçları devletin ve milletin elde ayakta neyi var sattılar, yok pahasına satılan tesisleri yıkıp sonra da arsalarına oturdular. Sonra da arkalarına dönüp bu satılan varlıklar şirketler ne oldu diye hiç bakmadılar.
Para her yerde paralı eğitim her yerde, yurt burs arayan taşralı öğrenciler on yıllar boyunca ya cemaatin ya PKK'nın kucağına düştüler, parası olanlar iyi okullarda parası olmayanlar külüstür hurda okullarda okuyup üstüne yalnız bu çocuklar şehit oldular.
Türk tarihinin en büyük suçları silahlı kuvvetleri hayvan pornosu gibi iftira belgelerle suçlayıp yüz bin CIA ajanını orduya yerleştirip Türk ordusunu tepeden tırnağa tasfiye ettiler.
BOP'la başladıkları Orta-Doğu'ya özgürlük barış sloganları altında milyonlarca insanın ölümüne milyonlarcasının göçüne sebep olacak ABD'nin savaş makinelerine barış özgürlük geliyor diye övgüler düzenler de bunlar.
Ve bu neoliberal tayfadan sadece bir kaçı “suçüstü” yakalandı.
Tutuklandıkları gün “ahlaken” yargılansınlar kamuoyu nezdinde “mahkum”edilsinler diyen de bu satırların yazarıdır.
Müebbet hapis cezasını aldıkları o gün henüz bir saat geçmemişti ki İngilizler'in meşhur sol liberal The Guardian'ın manşetinden “gazetecilere” “müebbet” diye dünyaya haberi duyurulanlar da bunlar. (Aynı gazetede Balyoz günlerinde Türkiye'de faşist Kemalist ordu yıkılıyor gibi sevinçli haberleri ve aynı yıllarda cemaatin gelini Elif Şafak'lı yazıları unutmayın..)
“AZMETTİRMEK”, “KIŞKIRTMAK” “TEŞVİK ETMEK” EYLEM DEĞİL Mİ
Şimdi şimdi Batı'da neoliberaller dünyaya yüzlerce atom bombasından daha büyük zararlar verdi kitapları çıkmaya başladı.
Neoliberaller Aydınlanma ve Rönesans değerlerini tarihten sildiler ve bir uygarlığın yıkımına yol açtılar diyenler şimdi şimdi ciddi siyaset bilimciler ve felsefecileri tarafından yazılıp çizilmeye başlandı.
Biz “ülkemizi”, “milli şirketlerimizi”, “hukuk kurumlarımızı”, “silahlı kuvvetlerimizi” etnik vatandaşlıkla “yurttaşlığımızı” yıktılar diye dövünürken saygıdeğer bir çok Batılı filozof daha yüksek konuşuyor: “Uygarlığımızı yıktılar”, “dünyamıza yaşanabilecek en büyük felaketi yaşattılar!”
Ve bugün bakıyoruz bir sümüklü mehdinin CIA ajanlarıyla el ele askeri bir darbeyle halkın başından bombalar atıp ülkeyi ele geçirirken suç üstü yakalanan bu neoliberallere onlarca köşe yazarı sahip çıkıyor, “bu cezalar fazla”, diyor, “bunlar gazeteci”, diyor, “söz var eylem yok” diyor.
Söz neresi eylem neresi, hukuk diliyle konuşursak “azmettirmek”, “kışkırtmak” “teşvik etmek” eylem değil mi?
Buraları geçin, suçüstü yakalanan neoliberalleri kimler savunuyor, bir bakın, şimdi yine dönen hep dönen Mehmet Barlas'ından Ertuğrul Özkök'üne kadar, HDP'nin solcu gazcıları T 24 sitesinden Murat Belgelerine kadar.
Bunların hepsi bir “aile”...
Farklı ideolojiler farklı kamplarda dünyaya gelmiş olsalar da hepsi bir şekilde üst sınıftan konuşan imtiyazlı torpilli bir büyük aile.
Aydın, gazeteci, başka şey, “aile” başka şey, kimin ailesi bunlar, dönün son otuz yıllarına bir daha bakın: Özal'ın ailesi, Demirel'in ailesi, Tansu Çiller'in ailesi ve Tayyip Erdoğan'ın ailesi, cemaatin ailesi.
Sınıf dayanışmaları pek güzel ve eşyanın tabiatına pek uygun yanisi 'diyalektik' bu işte: Yüksek sınıflar hangi dinden hangi milletten hangi tarikattan olursa olsun “çıkarları” “dayanışmaları” “tepkileri” “ideolojileri” aynıdır.
Ve bu yükseklerden korunmaya alışık aile, yukarıda kısa başlıklarla saydığımız Türk Tarihi'nin bu en büyük felaketlerinin müsebbipleri için şöyle cümleler kuruyorlar, “ne olmuş canım”, “onlar da aldanamaz mı?”.. “Bir sözden ne çıkar ki...”.. “varsın demiş olsun, ne olur ki...”
Ve yine bize akıl vermeler: “bunlar aydın, gazeteci” lafları.
Hangi aydın hangi gazeteci?
SARAYIN NEDİMLERİ
Selçuklu ve Osmanlı saraylarında padişahın işret (sohbet) arkadaşı Nedim'ler olurdu, Nedimlik padişaha bir yarenlik bir sohbet bir “arkadaşlık” hizmetidir. Şüphesiz herkes “nedim” olamaz, bir genel kültürünüz bir kaç şey okumuş olmanız şiirden müzikten anlamanız lazımdır.
Nazlı Ilıcak'ından Mehmet Barlas'ına siyaset ilişkilerine bir bakınız, ev partileri, başbakanın yanağından makas almalar, Hasan Cemal değil Hasan ağbiler, nedir bunlar?
Sarayın nedimleri!
Dönüp geriye Özal'a “Nedim” olabilmek için nasıl bir yarış içinde olduklarını bir daha hatırlayın, uçağa alındım alınmadım küslükleri, köşke telefon ettim'ler, dün akşam beni aradı'lar...
Bir yazar bir aydın bir gazeteci, başbakanıyla tarikat lideriyle sarayla bu kadar iç içe bir hayatı niye yaşar?
Nedimliği çok sevdikleri için, başbakana akıl vermeler, söz sahibi olmalar, devletlü görünmeler, derin ve yakın ilişkilerden haz duymalar, her daim her iktidarın arkasında el etek divan olmalar...
Terbiyesiz ahlaksız adamlar, şu yukarıdaki cümlelerin tek bir kelimesi yalan mı?
Son otuz yılın her yılı her sarayın her başbakanın “nedim”i olmak için yarış içindeydiniz, köşelerinize ekranlarınıza otuz yıldır hiç kalkmadan hep oturuyor olmanızın sebebi el etek öpüşünüz köşkün sarayın önünde kuyruk oluşunuz, “gözdelik yarışı”, Nedim'liğiniz.
Saraylara köşklere koşup nedimliği seve seve gönüllü gönüllü yapan sizlersiniz?
Bugün niye ağlıyorsunuz?
ORDUDA ESKİDEN “TENVİR TABANCASI” DAHİ VARDI
Birazcık tarih bilginiz olsaydı Selçuklu ve Osmanlı saraylarında nedimlerin başına siyaseten gelenlerden haberiniz olurdu.
Padişahınız gidince gelen padişah nedimleri azleder, kiminin kellesini alır, kimini uzaklaştırır. Nedimler “gözden düşer” ve nedimlerin hayatı padişahların yaşamlarıyla son bulur.
Ve siz çok marifetli çıktınız, padişahlar değişse de nedimliğiniz baki kaldı, hep ekranda hep köşelerinizde kaldınız.
Özal'ın nedimiydiniz sonra FETÖ'nün nedimi oldunuz, sonra da Tayyip Erdoğan'ın nedimliğine soyundunuz.
Inn ınnn ınn son padişahımız kendisine karşı bir saray darbesi yapıldığını görünce, önceki “nedimlerini” gözden çıkardı!
Bundan daha doğal ne var?
Şimdi soralım neoliberallerin müebbet hapsi gazeteciliğin yazarlığın konusu mu yoksa saray ve nedimlerinin kuyulu boğdurmalı zindanlı bilindik Doğu saraylarının hikayesi mi?
Mehmet Barlaslar'ın Hasan Cemaller'in Nazlı Ilıcakların ve şürekasının pantolonları tutmayan kılıçları bellerinden düşen Abdülhamit ve Vahdettin paşalarından bir farkı var mıdır?
Bunların hangisinin... Kilikya'nın (Adana) neresi olduğunu haritada dahi yerini bilmeden tarihimizin en büyük felaketi Mondros Mütarekesi masasına oturan Vahdettin'in cahil sadrazamlarından bir farkı vardır?
Hep korundular hep baş köşelerde oturdular hep ekranlarda ağırlandılar hep en yüksek maaşlarla taltif edildiler ve saray ve hükümet tarafından hep ödüllendirilip baş üstünde tutuldular, ama şimdi, gazeteciymişler, aydınmışlar..
Aydın, aydınlanma, eski metinlerde “tenvir” denilir, cümle içinde şöyle: “tenvir buyurunuz” denildiğinde “aydınlatın açın açıklayın” anlamına gelir.
Orduda eskiden “tenvir tabancası” dahi vardı, “aydınlatma fişeği”...
Karanlık gecelerde ordu önünü görsün diye tenvir tabancası kullanılırdı.
Aydın insan, hadi geçtik ülkenin önünü görmeyi, hiç değilse kendi önünü görebilsin kafi.
Otuz uzun yılın karanlığında sarayın başbakanların CIA'nın tarikatların karanlığında belaya yürüyen kendi hazin felaketlerinde önlerini görememişler.
Bir kibrit çöpü bir mum ışığı aydınlıkları kendilerine dahi olmamış..
Ama aydınmış..
Ey millet kendi önünü göremeyen bu zavallılara gerçekten acıyın, merhamet edin, ve bir tarih dersi çıkartın.
Kendi önünü göremeyen bu saray nedimlerine gerçekten üzülelim.
Milletçe ders çıkartalım, çocuklarımıza ders diye okutalım.
70 yaşında insanların müebbedine rıza göstermeyip şüphesiz insaf edelim, ve ama....
Aydın, gazeteci, otuz yıldır biz de çok yorulduk, hala “aydın, gazeteci” gibi laflar yeter artık kullanmayın.
Nihat Genç



18 Şubat 2018 Pazar

Hadi ikile Murat Belge!


Suratından ölçüsüz bir nefret, bitimsiz bir sevimsizlik akan bu şahsı "yetmez ama evet"çi bir liboş olarak hatırlıyoruz. AMA YETMEZ!

Bütün kibri ve sevimsizliğiyle, Türkiye'nin aydınlık değerlerine ve vicdan sahibi insanlarına İHANET ETMİŞ.. Buna rağmen her zaman o iğrenç kibriyle "Ben haklıyım.. Ben haklıyım" diye gerine gerine ortalıkta dolanmayı marifet sayan bir yaratıktan söz ediyoruz.


İşte daha geçen gün ortaya çıktı: Bu şahsın babası Burhan Belge zamanında çıkıp "Ben bir fikir orospusuyum" demiş. Bizzat babası "orospu" olduğunu iddia ederek bu Murat Belge denen şahsın "ne" çocuğu olduğunu belirtmiş.

Bkz. https://odatv.com/ben-bir-fikir-orospusuyum-17021819.html

Biz o konuda da haklı çıktık ama mesele bu değil.


Bütün öngörüleri yanlış çıkmış ve "utanma" nedir bilmeyen bu şahıs en nihayetinde kuyruğu kıstırıp İngiltere'ye kaçmaya heveslenince bu iğrenç suratı tekrar medyada görür olduk. Oysa çoktan çöpe atılmıştı. Bu suratı görünce midesi bulanan pek çok insan var, ve herhalde Murat Belge (bütün utanmazlığı ve aymazlığına rağmen) bunu inkar edecek değildir!

Şimdi t24.com.tr adlı "yetmez ama evet"çi liboşların "fikir beyan ettiği" saçma-sapan internet sitesindeki bir takım gafiller "ama murat belge'yi eleştireceğinize.. yok efendim.. bidi bidi.." diyerek iyice pisliğin dibine batıyorlar.

Ne yapalım şimdi? Hiç eleştirmemeli miyiz? Eleştirdiğimizde hep “linççi” olarak mı yaftalanmalıyız? Hep susalım, hep ölçülü bir kibarlıkla yüzümüze yerleştirdiğimiz tebessümle gelene ağam, gidene paşam kıvamında baş mı sallayalım? “Laikçi teyzeler”e duydukları nefessiz öfkeyi mi kussunlar üzerimize her vakit? Hep onlar gibi mi düşünmek gerek? Hep tepemizde sopa mı sallamalılar? Sonsuz kibirleriyle hep mağduru oynamayı becerip dursunlar mı? Neyi, kimi nasıl eleştireceğimize ayar verip sonra özgürlüklerden mi bahsetsinler?

Nasıl mağdur olarak sahip çıkılır Murat Belge’ye? Mağdur mudur? Mağdur ve madun kimdir sahi? Bu acıların çocuğu hallerini her devir oynamayı nasıl başarıyorlar? Eleştirenlere, linççiler diye nasıl efelenip, afralanıp tafralanıyorlar. Hakikaten anlamam pek güç. Belki tane tane anlatırlarsa, kimbilir…

Orhan Pamuk’u sarıp sarmalamaları gibi, ufacık bir eleştiride “kaba softalar” deyip deyip baltayı hep kendilerine yontmaları gibi. Elitistlikle suçlayıp suçlayıp baronları oynamaları gibi. Mahallenin oyun bozan, hırçın, şımarık ve kötücül çocukları gibi. Murat Belge’den çok, Murat Belge savunucularından söz ediyorum. Bunca ayan beyan ortada bir vakıa’yı nasıl da saptırmayı başarmalarından ve eleştiriye yasak bölge ilan etmelerinden bahsediyorum. Hakikaten bu gayretkeşlik karşısında afallıyor, sarsılıyor, şaşırıyor ama çokça tiksiniyorum.

Bu lobi ne lobisi hakikaten?

Murat Belge pek çok aydın tiplerinden biridir nihayetinde. Pek de müstesna olmadığını bilmekle birlikte, bunca eleştiriyi ama size göre “linç” saldırılarını göze alıp İngiltere’deki “Risk Altındaki Akademisyenler Konseyi”ne başvurmuş olması aklıma türlü evhamlar getiriyor. Misal, eyleminin sonuçlarını hesap edemeyecek denli gerçeklikten kopmuş, bir büyük sanrı silsilesi içinde olması bir ihtimal. Durumu pek vahim haliyle. İki: Tüm etik değerlerden soyunmuş, bir büyük kötücüllük girdabına kapılarak “askerleri”nin kendisine kalkan olacağından emin, muzaffer bir komutan edasıyla “perde” demekte. “Kıskananlar çatlasın” ya da “Benden sonrası kaos” replikleri eşliğinde de olabilir bu oyun elbette.

“Büyük Değersizleştirme” akımının öncülerinden birisi olarak herkese bir tekme savuruyor farkında mısınız? Ama hâlâ alkışlamakta, cansiperane müdavimi olmakta beis görülmüyor. “Murat Belge ile uğraşacağınıza….” deyip eleştiri özgürlüğüm, söz söyleme hakkım ağzıma tıkılmaya çalışılıyor. Bi rahat bırakın daa.

Muzaffer Şerif Başoğlu’nun ABD’ye gitmek zorunda kalmasına benzetenler var, inanması güç ama… 1942’de “Yurt ve Dünya” dergisinde Muzaffer Şerif Başoğlu’nun Behice Boran, Niyazi-Mediha Berkes, Pertev Naili Boratav, Adnan-Nazife Cemgil’le birlikte çıkarttıkları dergi hani… Ne diyeyim, bilmiyorlar ama söylüyorlar. Ahkâm kesip kesip ayar veriyorlar. Şaka olmalı.

Yazmak istiyorum tekrardan. Britanya merkezli Risk Altındaki Akademisyenler Konseyi’ne baş-vu-ru-yor. Belge, Oxford’a gidişi için konseyin mali fonundan ve prosedür desteğinden de faydalanmak is-ti-yor.

Başka? Başkası var.

Belge pek popüler bugünlerde elbet. Bir de “Şairaneden Şiirsele” adlı Modern Türk şiiri üzerine kaleme aldığı kitabını çıkardı. Kitap üzerine eleştiriler yenilecek yutulacak cinsten değil. Değersizleştirme hastalığı bünyeyi sarmış demek ki. Dedim ya, benden sonrası tufan hastalığı bu, eline çakmağı almış kendimden önce hepinizi yakarım ulan, narası. Başka tür bir çürüme. Başka bir tür umutsuzluk. Başka tür bir sevgisizlik…

Pek güzel bir yazıya rastladım. 1989 yılında kaleme alınmış. Bugün yazılmış gibi pırıl pırıl. Gelenek derginin 19. sayısında. Şöyle deniyor yazının bir yerinde.

“Yine bir söyleşide Belge kendisini “sosyalist Ahmet Mithat” olarak nitelendiriyor. Yerinde bir benzetme olduğunu kabul etmek gerekli. Belge, her şeyle ilgilenen, dolayısıyla hiçbir şeyle layığınca ilgilenmeyen; her şeye eş düzeyde bir sorumluluk duygusuyla yaklaşan, öncelik saptamasını bilmeyen, sonuçta hiçbir sorumluluk duyamayan; her şey hakkında yazan ama hiçbir konuda kalıcı bir değerlendirme yapmayan bir tipoloji çiziyor. İddiasızlık ve sorumsuzluk.” *

Devam edelim. Reşat Nuri’ye söyletelim.

“Bu memlekette münevver zümre iki kısım. Biri geçmişin üstüne oturmuş, onu ezip çiğnemiş ve geleceği bir pula satmış, köksüz türediler. Bir kısmı da sizin gibi prensip ve hulus sahipleri. Şuna esef ederim ki birinciler memleketin kaderine sizden daha hâkim. Ve zaman geçmekle bu yollarını şaşırmış zümreler, artacak eksilmeyecek, belki her devirde bir başka kaftana bürünerek meydanı tutacaklar. Bunlar sahneye, kendi yetiştirmelerini bırakıp çekilirken, emin ol ki değişen, yalnız şekil ve taalluk eden kısımlar olacaktır. Mayalar ise daima müşterek.”


* Murat Belge, Entelektüel Rantiyelik http://www.gelenek.org/murat-belge-entellektuel-rantiyelik

** Reşat Nuri Güntekin, Gökyüzü, 1991, İnkilap Kitabevi, s. 146

13 Şubat 2018 Salı

Bilgisayar bilimcisi gözüyle kripto para ve yatırımcıya "tavsiye"ler


Bitcoin çıldırmış. Zirveden zirveye koşuyor. Bir yıl içinde bir adet Bitcoin’in fiyatı bin dolardan 19 bin dolara çıktı.
Dünyadaki borsalar da coştu. Bitcoin ile aynı derecede değilse de zirvelere ulaşıyorlar. Trump, “Ben seçildikten sonra ABD borsası 49 defa rekor kırdı” diye bas bas bağırıyor.
Karl Marx çok eskiden bu olayları anlatmıştı: Kapitalist sistemde kâr oranlarının düşme eğilimi var. Kâr oranları düşünce sermayedarların birbirinden çalma, spekülasyon yapma eğilimleri daha güçlü olur. Yani artı değer üret(tir)mek yerine artı değer çalmak daha tatlı olmaya başlar.
Bu yüzden borsa, emlak ve saire balonları büyük krizlerin habercisidir. Kripto para balonları da.
Tabii ki krizin zamanı hiçbir zaman önceden bilinmez. Kriz bilindiği anda bütün spekülatörler satış için çırpınmaya başlar ve bu da krizin kendisi olur.
Yeni kripto paralarının bir şekilde kapitalist sisteme meydan okuduğu ya da alternatif oluşturduğu iddiaları var ortada. Satoshi Nakamoto takma ismini kullanıp Bitcoin’i icat eden insan (yada insanlar), 2008 finansal krizdeki merkez bankaların rolünden bahsetti(ler). Nakamoto’ya göre güvenilmez merkez bankaları yerine başka bir sistem gerekiyor.
Öte yandan bir başka kesim ise “özgür yazılım” ve “açık teknoloji” argümanlarını kullanarak Bitcoin ve diğer kripto paraların devlet karşıtı niteliklerine vurgu yapıyor. Kripto paraların kapitalist sistemi yıkmadan ona alternatif olacak yeni bir piyasa yarattığı öne sürülüyor.

Kripto para nasıl çalışır?

Önce kripto paraların nasıl çalıştığına bakalım. 
Bitcoin ve diğer kripto paralar ilginç bir teknoloji kullanıyorlar. Sisteme göre her para birimi büyük ve tek bir sayıdır. Bu sayılar ve sahiplerinin kaydı genel ve açık bir defterde tutuluyor. Para birimlerin kayıtlarının tutulduğu defterindeki imzalar birer matematiksel problemin çözümü olan sayılar. Bu çözümler çok zor bulunan ama kolayca doğrulanabilen sayılardır.
Bu tür bir problem için örnek verelim. Çok büyük iki asal sayı düşünün, diyelim 500 haneli sayılar. Bu iki asal sayıyı birbiriyle çarp ve çıkan sayıyı yayınla. Artık problemi sorabiliriz: Çarpımları bu sonucu veren bu iki asal sayı nedir? Böyle bir problemin çözümü için çok vakit gerekiyor; hızlı bir yöntem bilinmiyor. Ancak problemin çözümünü bulduktan sonra sonucun doğruluğunu kontrol etmek çok kolay.  Sadece ortaya çıkan iki sayının çarpımını alıp büyük rakama eşit olup olmadığına bakmak yeterli.
Kripto paralarda kullanılan problemler bundan farklı ancak prensip aynı. 
Kripto paraların değerli olabilmesi için kopyalanamamaları lazım. Yani bir para sahibi parasını başkasına aktarırken, inkâr edilemez ve tekrarlanmaz bir transfer yapabilmeli. Sadece sayı oldukları için eğer bir kontrol mekanizması yoksa para birimleri rahatça kopyalanabilir. Geleneksel paralar için merkez bankalarının tuttuğu kayıtlar da aynı rolü oynuyor.  Bir bankadan çıkan para başka bankaya girer. Aynı para iki ayrı bankaya gönderilemez. Hesapları merkez bankası tutar. Kripto paraları için bir merkez bankası yok. Onun yerine Bitcoin piyasasında yer alan her oyuncu tarih boyunca olmuş olan bütün transferlerin kayıtlarını tutuyor, yani her oyuncu merkezi defterin bir kopyası tutuyor. Her transfer bütün oyunculara ilan ediliyor, oyuncular bunları doğrulamak için problemi çözüp şifre üretiyorlar; harcadıkları çaba için belli bir miktar Bitcoin’e sahip oluyorlar. Bu oyunculara “madenci” deniyor. Bütün sistemin güvenliği oyuncular arasındaki çoğunluktan tek bir ortak kaydının oluşmasından kaynaklanıyor. Böylece merkezi bir otorite olmadan para transferlerinin inkar edilemez ve tekrarlanamaz olması sağlanıyor.    

Blockchain teknolojileri

Bu tekniğin ismi Blockchain. Blockchain teknolojisi ilginç. Artık para dışında başka kullanımlara da hazırlanıyor. Gayri merkezci olmayan "dağıtık" (distributed) bir ortak veri tabanı oluşuyor. Veri tabanının güvenliği ve konsensüsü bir tür kripto imza teknolojisiyle sağlanıyor. Örneğin inkâr edilemez ticari sözleşmeler için Blockchain kullanılması planlanıyor.
Dağıtık veri tabanlarının başka bir örneği olan “Git” gibi uygulamalar toplumda rekabet değil, paylaşıma yardımcı olabilir. Git, yazılım geliştirilmesindeki işbirliği için kullanılan bir yazılım. Blockchain’de olduğu gibi her oyuncu bütün veri tabanını tutuyor. Yazılımcılar yazılımı değiştirdikçe bütün değişimleri birbiriyle paylaşıyorlar. Paylaşılan verilerin tutarlılığı kripto teknikleri kullanılarak sağlanıyor. Bu yöntemle binlerce kişi uyum içinde aynı program üzerinde çalışabiliyorlar, etkin bir işbirliği yapabiliyorlar. Linux Kernel ile başlayan bu yöntem artık dünyadaki yazılım geliştiricilerinin yüzde 40’ı tarafından kullanılıyor. 

Bitcoin çevre felaketi

Ancak Bitcoin’in Blockchaininde bu eşgüdüme yönelik çözümden farkı bir güven meselesi var. Blockchain tabanlı kripto paralar altında yatan mantık güvene değil güvensizliğe dayanıyor. Blockchain’de “Proof Of Work” kavramı yani bilgisayarlarda zor iş yaparak kayıtların oluşturulması sahtekârlığı fazla pahalı hale getiriyor. Sahte iş yapmak isteyenler piyasada çoğunluk olacak kadar oyuncu yaratıp bütün işlerini yapmak zorundalar. Astarı yüzünden pahalı olur, değmez. Sistemin güvenliği bu nokta üzerinden sağlanıyor. 
Ancak bu yöntem Satoshi Nakamoto’nun işin başında iddia ettiği gibi ucuz olmuyor. Bitcoin madenlerinde on binlerce, yüzbinlerce özel yapım madencilik bilgisayarları kullanılıyor. Bunlar inanılmaz miktarda elektrik tüketiyorlar. Şu anda sadece Bitcoin üretimde kullanılan elektrik olan İrlanda Cumhuriyeti’nin toplam elektrik tüketimden fazla. Aslında 159 ülke Bitcoin üretiminden daha az elektrik tüketiyor. Bitcoin fiyatı arttıkça daha güçlü daha büyük madenler kurulacak. Bitcoin algoritması gereği madencilik için kullanılan bilgisayarın gücü arttıkça, bir Bitcoin üretmek için (ya da bir transfer gerçekleştirmek için) kullanılan elektrik miktarı giderek artıyor. Aynı tempoyla bu işlere devam edilirse bir kaç sene sonra dünyanın elektrik üretimin hepsi Bitcoin madencilikte kullanılacak. Bitcoin madenleri ya elektriğin ucuz (ve kirli) olduğu Çin gibi ülkelerde ya da bilgisayarların soğutulmasının kolay olduğu İzlanda gibi ülkelerde yoğunlaşıyor.
Yani Bitcoin bir çevre felaketidir.
Bu inanılmaz enerji israfı Bitcoin altında yatan birbirine güvenmeyen eşit oyuncular mantığına bağlı. Bize “İyi, Kötü, Çirkin” filminin son sahnesini hatırlatıyor. Oyuncular birbirine vurmaya çalışıyorlar ama ellerindekiler tabanca değil, termik santral. Güvensizlik esastır ve geliştirilen teknolojinin esas niteliği bu güvensizlikten kaynaklanıyor. 

Çözüm “zenginlere güvenmek” mi?

Bitcoin tipi Blockchain’lerin enerji sorununu çözmek için yeni önerilen bir Blockchain tipi var. Etherium blockchain bu yeni sisteme geçiyor.  “Proof of Work” (yani zor iş yaparak transferleri doğrulamak) yerine “Proof Of Stake” kullanıyorlar. Bu çok daha ucuz bir yöntem. Harcanan boş emeğe güvenmek yerine piyasada en fazla kripto paraya sahip olan zenginlere güveneceğiz. İngilizcede “Trust the rich, what could possibly go wrong?” Türkçesi “Zenginlere güvenin, ne kadar kötü olabilir ki?” Bizim gibi zengin olmayanlara bu iddia fazla ikna edici gelmeyebilir.
Kripto paralar ile kapitalist sistemden kaçış yok. Bitcoin madenleri sermayedarların elinde. Şimdi Chicago Mercantile Exchange borsasında Bitcoin Futures piyasada alınıp satılıyor. Resmiyet geldi ve yine zenginler ağırlıklarını koyacaklar.

Bitcoin gerçekten para mı?

Para olarak kullanılabilen şey paradır. Yani bir şey, onunla kolayca alışveriş yapabildiğiniz ölçüde paradır. Bu nitelik iki yoldan sağlanabilir. Birincisi eski yöntem; kullanım değeri de olan bir şeyin alışverişlerde değişim amacıyla da kullanılması. Mal para da denilen bu sistemde en çok kullanılan şeyler değerli madenler, altın ve gümüş oldu. İkincisi kağıt para, banknot sistemidir. Günümüzde yaygın geçerliliği bu yöntemde bir devlet, özel basılmış bazı kağıtların alışverişlerde değişim aracı olarak kabul edilmesini sağlamasıdır. Kapitalist sistem içinde bu iki şeyden yoksun olan para er ya da geç para olmaktan çıkar. Örneğin Zimbabwe devleti kendi parasına sahip çıkamadığı için Zimbabwe’nin kendi parası artık yok. 2009 yılında 100 trilyon Zimbabwe doları ile bir ekmek bile alınamayacak duruma geldikten sonra Zimbabwe doları tedavülden kaldırıldı.
Yaratılan ve fiyatı fırlayan kağıt parçaları hem 1929 hem 2008 finansal krizlerinde rol oynadılar. Merak edenler için John Kenneth Galbraith’in yazdığı “Büyük Kriz 1929” kitabını tavsiye ederim.[i]Goldman Sachs’un yarattığı yatırım fonlarına yatırım yapan yatırım fonlarının hisselerinin yükselişini (ve nihai olarak çökmesini) çok güzel anlatıyor. Evet, aynı bildiğiniz Goldman Sachs hem 1929 hem 2008 yılında benzer bir rol oynuyordu.
Ve sebep değil ama hastalığın en belirgin semptomu finansal balonlardır.

Bitcoin’den para kazanalım mı?

Kripto paralarının devletin gücüne ya da altın gibi somut bir kullanım değerine bağlı olmadıkları için sadece ve sadece bir "Ponzi" Scheme'in hisseleri gibi. Türkçe'de "saadet zinciri" deniyor. Bir Ponzi Scheme'de eski yatırımcıların kârları yeni yatırımcıların paralarıyla sağlanıyor. Scheme büyümeye devam ettikçe herkes kârlı çıkıyor. Büyümenin hızı bile düşerse felaket oluyor. Bebeği ellerinde son tutanlar, yani en son giren yatırımcılar her şeylerini kaybediyorlar. 1980'lerin yarattığı bankerzedeler gibi. 
Para kazanan da oluyor tabii. Bulgaristan devleti mafyanın elindeki önemli bir miktar Bitcoin’e el koydu. Hızlı yükselen Bitcoin dolar fiyatıyla el konulan Bitcoinlerin değeri Bulgaristan devletinin toplam birikmiş borcunun %25’ine eşit. Şimdi, Bitcoin fiyatında korkunç bir düşüş yaratmadan satabilirlerse tabii.[ii]
Hayaller arkasında bir gerçek var; para kazananlar piyasaya giren yeni yatırımcılardan para kazanıyorlar. Bitcoin madenleri değer üretmiyorlar. Değeri (ve çevreyi) yok ediyorlar. Ponzi’den memnun kalan erken çıkan yatırımcılar vardı. Ponzi’nin kendisi uzun yıllar hapiste kaldı. Yine Ponzi hapisteyken hayal kuran yatırımcılar paralarını Ponzi’nin eline vermeye çalışıyorlardı.

Kripto hayallerinin tehlikeleri

Bu makalenin ilhamı internette dolaşan web sitesi sahiplerine yönelik şu çağrı:
“Sitenize eklenecek küçük bir Javascript kod parçacığıyla ziyaretçileriniz bu kolektif topluluğa katılıp Monero üretimine katkıda bulunabilirler. Ziyaretçilerin bu aşamada bir kaybı veya kazancı olmayacaktır. Site sahibi olarak elde edilen gelirin %70'ini Monero şeklinde alacak, dilerseniz bunu gerçek paraya çevirebileceksiniz.”
Monero kripto paralardan biridir. Önerilen uygulama, web sitenizi ziyaret edenlerin bilgisayarlarının gücünü (ve elektriklerini) kullanarak kripto para madenciliği yapmak. Hem de sol web sitelerine öneriliyor. 
Böyle bir şey yapmak hırsızlıktır. Web sitesi ziyaretçisinin elektriği habersizce kullanılıyor ve bundan elde edilen gelir site sahibine kalıyor. Hırsızlık olduğu için ahlaksızdır. Üstelik “hırsızlık” işe yaramayacaktır. Bu küçük hırsızlık mega kripto para fabrikalarıyla rekabet edemez.

Türkiye’nin de yatay parası var

Devletten bağımsız üretilen para illa ilerici bir şey değildir. Türkiye'de uzun süre önce üretilen ve kullanılan böyle bir yatay para var; çek-senet. Bir çek/senet yazan biri para yaratıyor. Bu kağıt, para gibi dolaşıyor. Kitap dağıtımcısı yayınevine 6 aylık bir senet veriyor, yayınevi bu senedi matbaaya, matbaa kâğıtçıya… Senet dolaşan bir para oluyor.. Merkez Bankası bu paranın yaratılmasını ve  miktarını tam olarak kontrol edemiyor. Bu para ve devletin parası arasında bir ilişki var ama bu ilişki her zaman bire bir değil. Devlet bu paranın arkasında tam etkin bir şekilde durmadığından başka bir güç bu rolü üstleniyor; Çek-senet mafyası. Gayri resmi para için gayri resmi emniyet güçleri.
Kripto paraların devletten bağımsızlıkları, çek-senedin bağımsızlığından çok farklı bir şey değil. Tahminen ya mevcut devletler bu paralara sahip çıkacak ya da gayri resmi güçler; aksi halde bu paralar yok olacak.

Oyuncak parası

Bitcoin’in spekülatif balonu yüzünden her gün yeni kripto paralar mantar gibi ortaya çıkıyor. Onlardan biri Walt Disney şirketi tarafından oluşturuldu. İsmi Dragonchain[iii]. Yani bugün Rupert Murdoch'un "eğlence" imparatoluğunu 60+ milyar dolara satın alan Disney kripto para da kuruyor.
İngiltere'de eskiden çocuklara verilen ucuz ve dakik olmayan kol saatlere üzerindeki resimler yüzünden Mickey Mouse saatleri derdik. Ondan sonra kalitesiz, ömrü uzun olmayacak olan her ürün için İngilizcede "Mickey Mouse" lafı kullanılmaya başlandı.
İşte kapitalizmin bize son getirdiği yenilik (Walt Disney şirketi aracıyla): "Mickey Mouse" para.

Yatırımcıya tavsiye

Kişisel ve ahlaki nitelikli bir tavsiye verebilirim: Kripto paradan şimdiye kadar kâr ettiysen piyasaya yeni girenlere kripto paralarını sat ve elde ettiğin gerçek parayı istediğin hayır işleri için kullan. Bence şu sıralar "çok para kazanacağım" diye düşünerek bu piyasaya giriş yapanlar çok zeki olmayan bir karar veriyorlar ya da iktisadi bir terimle söylersek çok risk severler. 
Özel olarak bildiğim bir şey yok. Ama bana sorarsanız bu saatten sonra kripto paradan uzak durmak lazım. Para senin, karar senin.
BM FAO (Yemek ve Tarım Örgütü) verilerine göre dünyada nüfusun onda biri hasta olacak düzeyde aç. İnsanlığın, dünyanın, doğanın, çevrenin kurtuluşu piyasa, güvensizlik ve rekabete değil; dayanışmaya, paranın yok edilebileceği bir sistemin kurulmasına bağlı.