20 Ocak 2018 Cumartesi

Canan Karatay balonu patlarken

Akıl, mantık, sağduyu ve vicdan duygularımızı yitirdiğimiz bu "yeni Türkiye" macerasında; nispeten "akılı ve mantıklı" bir görüntü veren ama aslında "kripto-gerici" veya "neo-fırsatçı" dediğimiz tuhaf kişilikler de gündemimizden eksik olmuyor.

"Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir" atasözünde işaret edildiği gibi, bu "akıl yoksunluğu ve gericilik" çağında, sanki biraz daha farklı laf eden akademik ünvanlı kişileri matah bir şey sanıyoruz. Bu kişilerin yazdıklarında, söylediklerinde keramet arıyoruz.

Oysa bu kişilerin söyledikleri ve yazdıklarını "dikkat ve mantık" süzgecinden geçirince foyaları hemen dökülüveriyor.

Geçtiğimiz haftalarda İlber Ortaylı adındaki "kripto akp'li oportünist" kişinin foyasını meydana çıkardılar. İlgili yazı için TIK'layın

Son yıllarda sağlıklı beslenme, diyet gibi konularda ahkam kesen ve kendine bir tür "müritler sürüsü" edinen Canan Karatay adlı şahıs da bu furyadan... İşte bu yazı, onun foyasını meydana çıkarıyor.




Canan Hanım lahmacun yerken yakalanınca lahmacunu en sağlıklı yiyecek ilan etti!..

Mutia Canan Erdem 1943 yılında, modern tıbba tepki olarak doğdu. Biz bugün Prof. Dr. Canan Karatay olarak tanıyoruz onu…

Babası Ömer Naimi Bey ilginç bir adam. Harput’un köklü, Nakşibendi bir ulema ailesinin oğlu. 1892’de doğuyor. Medrese tahsilli. 1926 yılında, Şeyh Said ailesinin Palevi koluna bağlı babası müftü Kemaleddin Efendi ile birlikte Şark İstiklal Mahkemesi‘nde yargılanıyor. Ne oluyorsa bundan sonra oluyor, Ömer Naimi’yi Elazığ’daki en ateşli Cumhuriyet savunucularından birisi olarak görüyoruz. Önce Ankara Hukuk Mektebini bitiriyor. Ardından, Elazığ’da Halkevi başkanlığı, baro başkanlığı ve CHP delegeliği yapıyor. İkinci evliliği Zonguldak’ta çalışan genç fizik öğretmeni, Mutia Canan’ın annesi olacak Vasfiye Hanımla.

1950’de CHP iktidardan gidince, Ömer Naimi’de yepyeni ve hızlı bir değişim başlıyor. CHP örgütünden uzaklaşıyor, hacca gidiyor, sakal bırakıyor, Erdem olan soyadını Efendigil olarak değiştiriyor. Nihayet, 1954 yılında, kendini tamamen ilme vermek üzere avukatlığı bırakıyor. Sonrasında vaizlik yapıyor ve 1956 yılında, doğup büyüdüğü ve belki de geçmişin peşini bırakmadığı Elazığ’ı terk ederek Sarıyer Müftüsü oluyor. İstanbul’da başka ilçe müftülükleri de yaptıktan sonra 1966’da terk-i dünya ediyor.
Ömer Naimi’nin yaptıklarının bizi etkileyen Canan Karatay dışında bir sonucu daha var. Her nüfuzlu aile reisi gibi Kemaleddin Efendi de ittifak evliliklerini iyi biliyor. Nitekim, yıllarca kimselere vermediği kızı Raşide’nin ‘Ankara Hükümeti’nin atadığı savcı Mehmet Şefik’le nikâhını Cumhuriyet’in ilan edildiği gün kıyıveriyor. Bu evliliğin ürünü, yaşı biraz ileri solcuların yakından tanıdığı Albay Talat Turhan. Ömer Naimi farklı bir güç odağıyla ittifak yapıyor ve ilk eşinden olan kızlarından Nezihe’yi Elazığlı tüccarlardan Mehmet Koloğlu’yla evlendiriyor. Bu evliliğin ürününü ise hepimiz tanıyoruz: AKP hükümetleri döneminde uçuşa geçen Kolin İnşaat.
Mutia Canan’ın, babasının siyasi ve zihinsel dalgalanmalarından bağımsız olarak, bir taşra eşraf kızının alabileceği en iyi, en çağdaş eğitimi aldığını görüyoruz. Babasının avukatlığı bıraktığı yıl yatılı olarak başladığı Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun oluyor. Kardiyoloji dalında, uluslararası ve ulusal sahada başarılı bir kariyer yapıyor. 1979 yılında ise Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim görevlisi Ali Başak Karatay ile evlenerek, en çok benimseyeceği soyadına kavuşuyor.
***
Elbette tüm bunlar Karatay’ın algı çeperimize girmesi için yeterli değil. Bunun için yeni, bambaşka bir mecraya açılması gerekiyor ve bu hamlesindeki aracı da İslamcı cenahın reklamcılık-medya sektöründeki harika çocuklarından Tevfik Rauf Baysal. 1980’ler ve sonrasında yetişmiş İslamcı okumuşlarda yayınevlerinin ve bunları himaye eden işadamlarının damgasını takip etmek mümkün. (İz Yayıncılık, Ahmet Şişman ve Ensar Vakfı konusunu şu yazımda ele almıştım: ENSAR VAKFI’NIN BİLİNMEYENLERİ) Aslında hayata hayli hedonist bir noktadan atılan Baysal da reklamcılık-medya sektöründe sonradan hidayete eren bir kuşağın gölgesine girince, İnsan Yayınları ve onun hâmisi, Ahmet Şişman’ın teşvikiyle bu yayınevini satın alan, bir dönemin İlim Yayma Cemiyeti yöneticisi İlhan Akıncı ekolünün mirasçısı oluveriyor.
Baysal 2005 yılında Hayy Kitap’ı aslında bir çeşit hobi olsun diye kurduğu zaman İnsan Yayınları’nın temel ilgilerini de devralıyor. Birincisi İnsan Yayınları’nın Mahmud Erol Kılıç uzmanlık ve koordinasyonunda yürüttüğü tasavvuf çizgisi. Nitekim Baysal’ın yayımladığı, yayınevinin manifestosu olarak lanse ettiği ilk kitap reklam dünyasının tasavvuf üzerinden hidayete eren isimlerinden Turgay Özen’in bir şiir kitabı. Sonraları Mehmet Altan, Nilüfer Göle, Ferhat Kentel gibi dönemsel müttefiklerle söyleşileri, Genç Siviller gibi dönemsel araçların propaganda kitapçıklarını basıyor ama İnsan Yayınları’nın ikinci temel ilgisini de diri tutuyor. Böylece, İnsan Yayınları’nın “Batı tıbbı” karşıtlığı, akılcılık ve pozitivizm eleştirisi eksenlerinde sarıldığı alternatif tıp merakını tasavvuf konusunda olduğu gibi daha popüler, güncel, kolay okunur bir formata büründürüp okura sunuyor. Ahmet Rasim Küçükusta, Ahmet Aydın gibi tıp dünyasına içeriden eleştirileriyle tanınan isimlerin özellikle sağlık endüstrisine karşı, beslenme, doğal yaşam temalarıyla süslenmiş kitaplarını basıyor.
Bu yıllardaki Karatay’ı ömrünü tıp alanında geçirmiş, ilerleyen yaşlarını kendi branşındaki bazı yanlış algı ve uygulamalara karşı mücadeleye adamış, idealist bir hekim olarak görüyoruz. Özellikle kolesterol konusundaki görüşleri zincir e-postalar, sosyal medya paylaşımları sayesinde sınırlı bir çevrede de olsa bilinir hale gelmiş durumdaydı. Baysal ile işbirliği ise hayatının bundan sonraki yönünü belirleyecekti.
Karatay’ın görüşlerinin Baysal’ın ölçütlerine göre daha okunabilir, doğrudan uygulanabilir, gündelik hayatta rahatça yer edinebilecek, hem de paket halinde, her şeye cevap verebilecek hale getirilmesi gerekiyordu. Çözüm ise belliydi: Diyet kitabı. Nasıl ki Ahmet Aydın, Loren Cordain’in Paleo diyetini alıp, eğip büküp, Türkiye’ye “uyarlayıp” Taş Devri Diyeti adıyla kendisine mal ettiyse, Karatay da taraftarı olduğu ketojenik, düşük karbonhidrat diyetlerinden alıp devşirip, bir güzel “uyarladı” ve Baysal’ın yayımladığı, Karatay Diyeti adı verilen kitabıyla tanındı.
Kitap çok sattı satmasına da 2011 Türkiye’sinde kimsenin sırf kitap satmakla tanınmayacağını Baysal çok iyi biliyordu. Ayrıca, Karatay’ın tıp bilgisinin ötesinde, kitabın sınırlarını rahatça aşabilecek potansiyelinin farkına varmıştı. Kadın oluşu, rahatlığı, fazlasıyla “yalın” üslubu, aykırı ve uç beyanları, huysuzlukla sevimlilik arasında giden tarzı Karatay’ı kısa sürede kadın programlarının aranan konuğu haline getirdi. Karatay tanındıkça kitabı daha çok sattı ve Hayy Kitap’ı hobi olarak başlayan butik tarzda bir yayınevi konumundan alıp “A sınıfı yayınevleri” arasına yerleştirdi. Bir başka deyişle, Hayy KitapKaratay’la birlikte uçuşa geçti.
Onu televizyonlarda görerek hayranı olan insanların da kendilerince haklı gerekçeleri vardı. Yıllar yılı aynı ekranlara, benzeri reklam-tanıtım bağlantıları üzerinden çıkan “zayıflama uzmanı” doktorların, diyetisyenlerin dediklerinden çok farklı şeyler söyleyen birisiyle karşılaşmışlardı. Beslenme denilen olgunun, diyet kavramının sağlıklı yaşamın bir parçası olduğunu, “bir kibrit kutusu peynir”, “iki haftada on kilo”, “salatalık diyeti” şarlatanlıklarıyla pek ilgisi bulunmadığını gördüler. Karatay’ın kitabını da alıp, bu yeni anlayışı kendilerinin, yakınlarının hayatlarında uyguladılar ve olumlu sonuçlar aldılar.
Zamanla Karatay’ın sadık, bundan sonra adeta ne dese inanmaya hazır bir takipçi kitlesi oluştu. Doktorlara karşı zaten zayıf olan güvenlerini Karatay’ın etkisi altında tamamen yitiren ve hekim tavsiyelerini bir yana bırakan hastaların başına neler geldiği ise herhalde haber değeri taşımadığı için medyanın ilgisini çekmedi. Böylece, hani şeyh uçmaz, mürit uçurur misali, uçuşa geçme sırası artık Karatay’a gelmişti. Hem de ne uçuş. Nasıl ki herkes Karatay hakkında konuşuyordu, Karatay her şey hakkında konuşabilirdi. O da konuştu.
Karatay konuştukça “araziyi” daha iyi tanıdı. Şöhretin kapılarını, diyetisyenlere ve hekimlere olan haklı güvensizliği belki de yine haklı şekilde kullanarak araladığı gibi, ilaç şirketlerine, gıda üreticilerine karşı güvensizliği kullanmayı da öğrendi. O zaman çok iyi anladı ki kendisini takip edenlerin kaygıları arasında sağlıklı yaşam aslında küçük bir yer tutuyor. Onlara istediklerini vermekte tereddüt etmedi. Muktedirlere, tekellere, yabancılara, bilgi sahiplerine, kısacası, yaşattıkları hayal kırıklıkları nedeniyle içten içe nefret ettikleri ama laf etmeye güçlerinin yetmediği, dillerinin dönmediği tüm odaklara, onların adına taarruz eden cesur ve bilgili, hafif çatlak profesör rolünü kendisi de çok sevdi.
***
Karatay söylüyor da ne söylüyor? Esasen üç başlıkta toplamak mümkün: 1. Bugün dünyada genel kabul gören ama nispeten yeni yaklaşımlar (kolesterolün çok boyutlu işlevi, yaşam tarzı olarak diyet anlayışı, şeker tüketiminin riski gibi), 2. Dünyada popüler, özellikle ABD kaynaklı sahtebilim inançları (aşı karşıtlığı, şeker yükleme testi, GDO fobisi gibi), 3. Tamamen Karatay’ait yerli ve milli dokunuşlar (“Başbakanımız haklı, milli içkimiz ayrandır”, “çocuklarınıza Türk kahvesi içirin”, “lahmacun en sağlıklı besindir” gibi). Dikkatle bakarsak, yalnızca üçüncü başlıktakiler Karatay’ın buluşları. Ancak, Karatay asıl diğer ikisinin kendi dâhiyane keşifleri olduğu yönünde bir imaj oluşturmakta kararlı.
Şurası açık; Karatay belki de uzmanlık eğitiminden beri bu kadar okumamış, araştırmamıştır. Nitekim yurtdışında hangi sahtebilim inançları, özellikle hangi beslenme modaları revaçtaysa hemen şıpınişi bir okuma yapıyor ve ekranlara koşup onu satıyor. Hepsini tüketince, yerli ve milli dokunuşunu yapıyor. Örneğin, buğday konusundaki değişken ve çelişken tavrı Paleo diyetin tahıl karşıtlığından glüten fobisine, oradan “heritage grain” modasına uzandı. Eldeki tükenince de o meşhur son sözü söyledi: “Lahmacun en sağlıklı besindir”.
Karatay’ın böyle sakarca manevraları konuyu az çok yakından takip edenlerde bir gülümseme yaratıyor elbette. Ancak, öyle konular var ki tebessüm etmek mümkün değil. En son harlandırdığı aşı karşıtlığı bunlardan birisi. Anlaşılan o ki sevdiği rolü ömrü oldukça, gücü yettikçe oynamak istiyor. Hekim sorumluluğunu da bunun önünde bir engel, bir sınır olarak görmüyor. Ve hekim bir arkadaşım dert yanıyor. Karatay’ın kuyuya attığı taş sayesinde, bazı anneleri bebeklerine aşı yaptırmaya ikna edememeye başlamışlar. Kim bu anneler? Üniversite mezunu, görece ileri yaşta, meslek sahibi, yabancı dil bilen, internetle fazlasıyla haşır neşir anneler. Karatay’ın birinci derece etki alanı işte bu profil. Bazılarının Karatay’ın etkisini küçümsedikleri için sandığı gibi “cahil cühela takımı” değil hiç de.
Aşı tartışması mahkemelik oldu:
Peki buna karşılık, “cahil cühela takımı” ne yapıyor? Merak etmeyin, BİM’den kiloyla Centrogofret alıp çocuklarına yedirmeye de, çocuklarının aşılarını, kontrollerini ihmal etmemeye de devam ediyorlar. Kaldı ki onlar Ahmet Maranki’yi gerçekten profesör sanıyor hâlâ. AKP’nin yeni orta sınıfı mı? Onlar bir dönemin iğreti first lady’si Dr. Sare Davutoğlu’nun himayesine de mazhar olan “modernize” Tıbb-ı Nebevi uygulamalarına meraklı. Şimdilerde bebeklerine hacamat yapmayı tartışıyorlarmış. Çocuğun başına bir şey gelirse soluğu Emsey Hastanesi’nin kapısında, yine modern tıbbın kucağında alacaklar, ayrı hikâye.
Böylece, Karatay’ın alıcı kitlesinin temel profili de ortaya çıkmış oluyor: Bir dönemin moda tabiriyle “Beyaz Türkler”. Yani kentli, okumuş, seküler orta sınıf ve özellikle bu sınıfın kadınları. Bir dönem Karatay’ın “tribün liderliği” görevini üstlenen, şimdilerde Karatay’la aralarının kaya tuzu yüzünden (!) açıldığı söylenen Nurçin ve Okan Çağlar çiftine, yönettikleri Sağlıklı Yaşıyoruz sayfasının takipçilerine bir göz atmanız yeterli.
Ne ilginç, kendilerini ülkenin en kültürlü, en aydın kesimi olarak görenler Batı’da fanatik Hristiyanların, aşırı sağ komplo teorisyenlerinin başını çektiği aşı karşıtlığının abonesi olabiliyorlar. Aslında sürpriz değil. Bu kesim memlekette pazarlanan envai çeşit akıl ve bilim karşıtlığının yüksek kâr marjlı alıcısı olarak görülüyor.
Rengârenk ürünlerle dolu, albenili raflardan bezeli bir süper market. Ne ararsanız var. Şeyhlere, gavslara karışmadan mutasavvıf olmak mı istiyorsunuz? İşte Elif Şafak, işte Cemalnur Sargut. Tanrıyı göğüs kafesinizde hissetmek mi istiyorsunuz? İşte Nevşah Fidan Karamehmet. Meleklerle yaşamak istiyorsanız kötü bir haberimiz var. Beki Erikli bir takipçisi tarafından öldürüldü. Kuşkusuz “çok yardımcı” olmuştu hayatına. Daha kimler var? Saat başı seans ücretli ‘guru’lardan, ‘master’lardan mı bahsedelim? Referanslı, sertifikalı yaşam koçlarının kitaplarından, kişisel gelişim setlerinden mi? Yoksa çok daha hesaplı, kafe köşelerinde bakla falı açan “medyum”lardan mı? Bunların hepsi fazla yüzeysel, apolitik mi geldi? İşte Gaia dergisi. Artık bilumum New Age zırvalığı politik radikalizm sosuna bulanmış şekilde Türkçe okuyabileceğiniz güzide mecra.
Karatay da böyle bir süper markette kendi rafını dizmekle meşgul. Aslında o da ister ki daha geniş bir alıcı kitlesine hitap etsin, buraya kısılıp kalmasın. Eskiden bazı kadın programlarında “sık yememek iyidir çünkü Peygamberimiz de günde iki öğün yerdi” dediğini hatırlıyorum. Lafın devamını getirmekte zorlanıyor, bir çeşit Nihat Hatipoğlu olma planlarının böylece suya düştüğünü hissediyordu. İşte bu nedenle, bildiği sularda yüzmek, pazarlama stratejisini kendisinin de mensup olduğu zümrenin hassasiyetlerine göre düzenlemek zorunda kaldı.
Karatay’ın söyleşilerine bakın, çocukluğundaki Elazığ’ın ne kadar çağdaş olduğundan, ailesinden ve hele ki babasından söz etmeyi çok sevdiğini göreceksiniz. Karatay’a göre babası tam bir Cumhuriyet aydını. Öyle ki adamcağızın tüm ömrünü Cumhuriyet balolarında tango, vals, fokstrot yaparak geçirdiğini sanırsınız. Karatay’ın pazarlamacı resmi tarihinde örneğin dedesinin, savcı damadına rağmen İstiklal Mahkemesi’nde aldığı mahkûmiyet de yok, babasının 1950’den sonra dine dönüp müftü olması da. Çünkü “Cumhuriyet kızı” imajına halel getirmeyen anlatılarla sunulması gerekiyor Karatay’ın. Ayşe Arman’ın bir söyleşisin girişinde “rahmetli Türkân Saylan’a benzettim” demesi gibi ucuz numaraların da, Karatay markasının asla Hayy Kitap markasının gölgesinde bırakılmamasının da nedeni bu.
***
Karl Marx’ın “din halkın afyonudur” lafını bilmeyen yoktur herhalde. Marx dinin halkın acılarını dindirmek için kullandığı, yüzeysel ama etkili bir çare olduğunu dile getirir ve böylece bir tür sempati ifade eder. Karatay’ı ele alırsak, hitap ettiği kitleye, diyetisyenler, doktorlar, ilaç şirketleri ve bir bütün olarak sağlık endüstrisinin yaşattığı acıların, hayal kırıklıklarının, bunlar karşısında duydukları çaresizliğin dermanı olmayı vadediyor, onların acılarını dindiriyor.
Ancak, Marx’ın bu sözü mutlak biçimde eksiktir. Çünkü dini yalnızca bireysel, psikolojik boyutta ele almakta, belki çok daha belirleyici olan toplumsal, siyasal, ekonomik boyutları göz ardı etmektedir. Ünlü sözün “din halkı uyutma aracıdır” şeklindeki, sonradan ortaya çıkmış hatalı yorumu da bu eksikliği giderme çabasından kaynaklanıyor kuşkusuz.
Ne gariptir ki Karatay’ı öncelikle o hatalı yorum anlamında “afyon” olarak görmek gerekiyor. Çünkü günümüzdeki eylemleriyle tam da iktidarın yönelimleriyle, toplum mühendisliği projesiyle uyum içinde, bu ülkenin akılcılık, bilim ve aydınlanma birikimine, bu birikimi en çok taşıdığı iddiasındaki kesimleri etkileyerek saldıran bir figür olarak beliriyor. Üstelik bunu İslamcı bir patronla, medyayla kol kola gerçekleştiriyor. İşte bu yüzden, Karatay ister para, ister şöhret, ister alkış için olsun ürettiği tüm laf kalabalığına, tezvirata, hatta az sayıda akla yatkın görüşünün insanların hayatlarında yarattığı olumluluklara bakmaksızın, esas olarak bu yönüyle karşı çıkılmayı hak ediyor.
"yeni Türkiye" adlı tımarhanede nispeten "akılı ve mantıklı" bir görüntü veren ama aslında "kripto-gerici" veya "neo-fırsatçı" dediğimiz tuhaf kişilikler de gündemimizden eksik olmuyor.

"Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir" atasözünde işaret edildiği gibi, bu "akıl yoksunluğu ve gericilik" çağında, sanki biraz daha farklı laf eden akademik ünvanlı kişileri matah bir şey sanıyoruz. Bu kişilerin yazdıklarında, söylediklerinde keramet arıyoruz.

Oysa bu kişilerin söyledikleri ve yazdıklarını "dikkat ve mantık" süzgecinden geçirince foyaları hemen dökülüveriyor.

Geçtiğimiz haftalarda İlber Ortaylı adındaki "kripto akp'li oportünist" kişinin foyasını meydana çıkardılar. İlgili yazı için TIK'layın

16 Ocak 2018 Salı

Oğlak burcunda feminen Yeni Ay!

7 Ocak Çarşamba günü sabaha karşı Oğlak burcunda bir Yeni Ay meydana gelecek. Bu Yeni Ay içinde Venüs de etkin bir şekilde kendini göstereceğinden, Venüsyen bir Yeni Ay olacak. Venüsyen olduğundan ilişkiler, aşk, beğendiğiniz ve sevdiğiniz konular, kadınlarla ilişkiler, ekonomik konular gündemde olacaktır.

Oğlak burcunda feminen Yeni Ay!

Cezmi Ersöz yazdı: TANRIM BU DÜNYAYI SEN NİYE YARATTIN?


Üşüyen gözlerinle geldin yanıma… Kanlı bir denizde nereye gittiği bilinmeyen siyah bir yelkenliydi gözlerin… İsyan üşür mü: Gözlerinde üşüyordu… Düşümdün sen benim… Düşlerim gözlerinde üşüyordu… Kısacık, dar vakitler sunulmuştu bize… İki kişinin yan yana bile yürüyemeyeceği dar sokaklar sunulmuştu… Kime dokunsak mutsuzluk artıyordu… Kime sarılsak biraz daha içine gömülürdü o yaralı kalplerimiz… Çok istesen de biliyordun bana dokunamayacağını… Nereye gidebilirdik ki onca mutsuzluğu ardımızda bırakarak… Kim bizi kabul edebilirdi ki durmadan çoğalan ve yasak tanımayan onca acımızla…
Biraz önce geldim yaşadığın o taşra kentinden… Öyle konuşkandı ki sessizliğin… Yol boyu suskunluğunla konuştum… Yol boyu üşüyen gözlerinle… Beni öyle üzdün ki, artık başka hiçbir şeye üzülmüyorum… Beni öyle yaraladın ki artık korkmuyorum hayattan. Eve geldikten sonra bütün gün hiçbir şey yapmadım… Oysa ben bir iş yapmayınca suçluluk duyarım. Duymadım… Telefonlara cevap vermedim… Akşama doğru sokağa çıktım, köşedeki bakakala gidip rakı, bira, çerez, yoğurt ve ekmek aldım… Eve dönerken köşe başında bekleyen adamlar laf attı bana… Benim evim uçurum sokaklarının tam ortasında… Burada yarın ne olacağı belli olmaz… Bir öfke dipten dibe çoğalır… Rahatsız olmadım bana atılan laflardan, gülümsedim sadece… Ne yapılabilirler ki bana… Senden sonra, senin gözlerinden sonra bana kim ne yapabilirdi ki…
Gülümsedim onlara… Onlarda seni gördüm çünkü… Onlarda üşüyen isyanını gördüm… Rezil bir hümanizma bu aşk… İnsana düşmanı bile sevdiriyor… Rezil bir acıma duygusu bu aşk… Kime dokunsam seni hatırlatıyor. Çünkü varlığından geliyorum ben… Her şeyi  bilmekten. İnsan her şeyi bilince rezilliğini bile seviyor… En karanlık, en ürkütücü yanlarını bile… Çünkü senden koptum ben… Senin o üşüyen ve hep kanlı gözlerinden… Şimdi koptum tüm oyunlardan. Yağmurun altında unutulmuş bir sandalye gibiyim.
Bu oyunda kolayı seçtim ben: Terk edilen oldum… Seni onca kalabalığın içinde bir başına bırakıp geriye çekildim… Seni bütün kuralların, bütün o boğucu alışkanlıkların ortasında bırakıp geri çekildim… Ben trajediyi aldım, sana esaret dolu ve o boğucu huzuru bıraktım… Ben, beni benden iyi tanıyan o dost yalnızlığı aldım yanıma… Sana karşı ne kadar iyi kalpli ve sevecen olsalar da seni gerçekten tanımadıkları için sevgileriyle seni durmadan boğan insanları bıraktım sana…
Ben hayatın dışındayım… Bana kimse bir şey yapamaz… Sense hayatın içinde kaldın… Bu aşk hiç kirlenmesin, hiç tükenmesin diye, o kanlı, o üşüyen gözlerinle hayatın tam ortasında kaldın…
Hangimiz daha çok korkaktık… Bu rolleri kim niye seçti, inan tam olarak bilmiyorum… Hem kimi suçlayabilirim ki… Ben bir başkasıysam sen kimsin ki… Hem kimse kendi yerinde değil ki… Biliyorum, sırlarını ve o kimselere benzemeyen kalbini sonsuza dek saklamam için benim olmadın da hayatın oldun… Biliyorum sevgili, aşkın kirlenme sin, diye, sen hayatını mahvettin… Hem benden başka kimin var ki senin… İşte bu yüzden benim olmadın…
Bana büyük, bana sonu gelmeyen bir ayrılık hediye ettin… Bana beni bıraktın, sen hayatta kaldın…
Yarın evleniyorsun… Yarın hayatının sana kalan en gizli parçalarını bile seni hiç tanımayan insanlara sunacaksın… Hazırsın buna… Yarın dünyanın en güzel, en çekici hayaleti olarak onların önüne çıkacaksın… Ama yine de dokunamayacaklar o saklı güzelliğine, sen onlara kendini sundukça dokunamayacaklar asıl kalbine…
Belki bir an aşkına ihanet ettiğini düşüneceksin. Bir an için zayıflayacak, her şey bitti sanacaksın… İşte o an ben geleceğim aklına… İçinin o en zayıfladığı anda… Sen kaybolursan benim de kaybolacağım, sen bir başkası olursan ömrüm boyunca benim bir daha asla kendimi bulamayacağım gelecek aklına… İşte o an düşlere kaçacaksın… Ömrünün en uzun düşüne… Ben nasıl hayatın dışşına atıldımsa, sen de gerçeğin tam ortasında düşlere sürgün edeceksin kendini… Yaşadığın gerçek sana öyle anlamsız, öyle yabancı ve öyle boş gelecek ki, kim olduğunu, ne olduğunu ve yitirdiğin her şeyi düşlerde arayacaksın… Düşlerinde nasılım inan bilmiyorum… Ama gerçekler seni nasıl kanatıyor, onu hissediyorum. Gerçeklerin düşlerine akıttığı o kanı öpmek isterdim hep…
Yarın size evliliğinizi kutlamak için yakınlarınız, eş, dost gelecek… Gelenler oynadığınız bu oyuna gerçekten inanıp inanmadığınızı anlamak için durmadan sorgulayacaklar sizi… Size inanırlarsa kendi hayatlarına olan eksik inançları biraz daha güçlenecek… Kendi hayatlarının sağlamasını size bakıp yapacaklar…
Oysa herkes zavallı… Herkes kendine tutunacak bir dal arıyor… Herkes yenik, herkes tutsak… Onların senin sığındığın düşlerinden haberi bile yok… Ve sen öyle inceydin ki sığındığın düşlerin için bile onlara karşı suçluluk duyardın…
Onların bu hayattan başka bir yeri özleyecek sezgileri bile yok… Bu yüzden benimle buluşmak için sığındığın düşlerinden bile utanırdın…
Yarın size konuklarınız gelecek… Biliyorum, onlara hiçbir şey belli etmeyeceksin… Bu evlilik yürür mü yürümez mi, diye bakacaklar gözlerinize, odalarınıza, pencerelerinize, bükülen dizlerine… Önlerine mutfakta, dolapta ne varsa sunacaksınız… Ama yine de onca sesin ortasında, ansızın bir sessizlik olacak… Bir anlık bir sessizlik… Onlar bu sessizlikten bile bir anlam çıkarmaya çalışacaklar… Bu hayatın suçu olan bu sessizliği bozmak bile bir tek sana düşecek… Bir şey yok diyeceksin, oradaki herkese, bir şey yok, geldi, geçti işte, bir şey yok… Hayatın o korkunç boşluğunu ve anlamsızlığını gizlemek yine sana düşecek…
Bu suçluluk, bu incelik niye sevgili, söylesene… Baksana, herkes bize karşı… Herkes aşka ve düşlere karşı… Baksana bu hayatta bize hiçbir yer yok, hiçbir şans… Söyle sevgili öyleyse niye korkup çekiniyoruz ki onlardan… Onlar için yokuz zaten ve hiç olmadık ki…
Baksana bizim varlığımızdan bile haberleri yok… Ama yine de biz onlar için yaşıyoruz sevgili… Seni yeni evinizde bir Pazar günü güneşten kızmış perdelerin arkasında düşünüyorum: Dizelerim geçiyor aklından: Pazar günleri içinizin sıkılması ne kötü/ ne kötü sararmış perdeler, gizli aşk, televizyon taksitleri./ Hem kocanız bile anlıyormuş artık sizi… Benimse uzun süren ergenliğim henüz bitmedi,/ oysa çoktan yitirmiştim kadınlık nüansını/ kauçuk yastıklarla sevişmekten…/ Ve yıllardır/ o uzun öğle sonları/ annemin çamaşırdan kurumuş ellerine/ dokununca ellerim,/ parçalanmış hayatımızı aydınlatırdı hüznümüz…/ Pazar günleri içinizin sıkılması ne kötü/ ne kötü sürmenaj, yağlı saçlar, takıntılar./ Hem artık kocanız bile anlıyormuş sizi/ benimse uzun süren ergenliğim bir türlü/ bitmedi…/ Ruhumda kanadı kırık bir kartal,/ kurumuş düş kanatları/ Oysa geç kaldım, yoruldum,/ Karıştırdım birbirine yalnızlıklarla, kadınları./ Artık bir başka iklimde üşüyorum…
Bir boşluk dalgası bu hayat… Bu birbirini takip eden döküntü günler… Her geçen gün sana olan özlemim büyür… Sen hayatın içinde kaldın, bana sokakları verdin, bana kimsesizliği, bana hiçbir şeye ait olmamayı verdin… Sen hayatın içinde kaldın, bana çıldırasıya seni özlemeyi bıraktın…
Nereye gideceğimi bilmiyorum… Gözlerim hep yukarda… Göçmen kuşlara bakıyorum… Telefon, telgraf tellerine… Gökyüzüne bakıyorum. Anamın o süt beyaz göğsüne bakıyorum… Karşılıksız ne kadar acı varsa hepsine bakıyorum…
Nerede sığındığım düşlerin sevgili, nereye sakladın yaşanmamış onca çocukluğumu, nereye sakladın onca temiz temiz aşkımı… Korkun ne zaman bitecek, ne zaman başlayacak düşlerin… Ne zaman başlayacak hayatımız…
Çünkü gidecek başka bir yerim yok… Sokağında geziniyorum… Dünyanın en abdal, dünyanın en çağdaş kölesiyim…
Hiç umudum yok gerçeğimden… Ömrümle oynuyorum ben… Biri çıksın beni sonuna dek yıksın istiyorum… Ben senin ruhunu evinize gelen misafirlere çay ve içki sunan ellerinde aramak zorunda mıyım?
En fazla ne kadar yıkabilirim ki kendimi, görmüyor musun yaşadığım kenti, görmüyor musun her yer ne kadar ıssız… Her yer ne kadar yalancı…
Burada herkes benimle ilgili, herkes yaşımla ilgileniyor, bazıları alnımdaki o derin çizgilere dokunuyor… Burada herkes benim gibi hayatın dışında, hepsinin elinde birer saz, hepsi yolunu kaybetmiş, hepsi abdal… Seni öyle çok anlattım ki onlara, küçümsemek ne kelime, buradakilerin hepsi sana aşık…
Her yer gökyüzü burada, her yer telefon, telgraf telleri, her yer burada hayatın dışı, bembeyaz anne göğsü burada her yer…
Dünyanın en yabancı sesiyle konuşuyorsun evine gelen misafirlerinle… Seni tanımasınlar diye bugüne dek dünyada hiç varolmamış bir incelikle hizmet ediyorsun onlara…
Kırılmasınlar diye en sıradan, en boş şeyleri konuşuyorsun onlarla…
Dizlerini hafifçe kırarak… Dizlerinin kırıldığı anda çıkan o ses aşkımdır, aşkıma yazılmıştır… Seni tanımadıkları için sana öyle iyi, öyle sevgi dolu davranıyorlar ki, kötü davranmalarını, seni parçalamalarını ve boğan, bu tutsaklaştıran huzurdan kurtarmalarını istiyorsun bazen.
Canım sevgilim hayatın kovulduğum en dip mahzeninde seni öyle özlüyorum ki, ruhunu sadece ruhunda değil, ruhunu her yerinde, o yırtık kotunda, o acemi ellerinde, o çocuksu çoraplarında, o korkusunu hemen ele veren teninde arıyorum…
Çok uzağında değilim, ne olur bir kez bak, oturduğunuz gökdelenin aşağısına bak… Orada küçük bir kulübe göreceksin… Orada bana benzeyen bir çok adam var… Hepsi aşık, hepsi yolunu kaybetmiş… Bir kez unut misafirlerini, bir kez aşağıya bak… O tahta kulübeye… Orada ömrünü senden habersiz, sana rağmen yazan birini göreceksin… Onca sana benzeyen arasında beni göreceksin… Benim o kimsesiz gözlerimde aşkının ne kadar yalnız, aşkının ne denli başıboş olduğunu göreceksin.
Hayatı seviyorum, eksik birşeyler var, daha yaşamak istiyorum, desen ne olur… Hayat kirli, hayat güvenilmez, kime güvenip yola çıkacaksın ki… Beni istediğin gibi yargılayabilirsin… Söylediğin her söz aklımda kalır… Beni sevdiğini söyle, bildiğim her şeyi o an unuturum.
Beni sevdiğini söyle senin için gördüğün bütün düşlerinden vazgeçerim.
Hem bir gün bakarsın ki çok sevdiğin ve ömrünü sakladığın o kulübe yanmaya başlar… Yanar orada tüm kardeşlerin, tüm abdallar, sırrını fısıldadığım herkes…
Hayatın bir sonu var sevgili… Tanrı buna ne yapabilir… Öyleyse bir kez de ona soralım…
Bir aşkı gün yüzüne çıkarmak için bu kadar zor mu tanrım… Söyle tanrım… Onun aşkı hayatın tam ortasında, benimse düşlerimin en saklı derininde…
Onun gözleri durmadan üşüyor… O nereye gitse hep fazla, ben nereye gitsem hep eksiğim…
Peki öyleyse bu dünyayı sen niye yarattın Tanrım…

Beni hiç yitirmemek için
hiç büyümeyen oğlun yatın
sarı odalarına kapattın beni
çocukluğumdan kanattın
beni seninle çocuk kalmaya mahkum ettin
aşkın içinde aşksız bıraktın beni

5 Ocak 2018 Cuma

Münir Özkul Kimdir?

Yeşilçam'ın usta oyuncusu Münir Özkul hayatını kaybetti. Özkul uzun süredir bitkisel hayattaydı.

Hayatını Kaybeden Münir Özkul Kimdir?
Hababam Sınıfı'nda Mahmut Hoca rolüyle gönüllerde taht kuran Münir Özkul, uzun süredir bitkisel hayattaydı. 93 yaşına giren usta oyuncu hayatını kaybetti.
MÜNİR ÖZKUL KİMDİR?
Münir Özkul, 15 Ağustos 1925 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldi. İstanbul Erkek Lisesi'nden mezun olan Münir Özkul, sanat kariyerine henüz lise çağında başladı ve lise öğrencisi olduğu 1940 yılında Bakırköy Halkevi'nde tiyatro oyunlarında rol aldı.
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne ve Edebiyat Fakültesi'nin sanat tarihi bölümüne devam eden Münir Özkul, 1948'de "Aşk Köprüsü" adlı tiyatro oyunuyla profesyonel kariyerine başladı.
Aşk Köprüsü oyununun ardından Muhsin Ertuğrul yönetimindeki Küçük Sahne'ye geçen Münir Özkul, John Steinbeck'ten Fareler ve İnsanlar (1951), John Millington Synge'den Babayiğit, George Axelrod'dan Yaz Bekarı (1954), John Patrick'ten Çayhane (1955) gibi oyunlarda oynadı.
Ardından İstanbul Şehir Tiyatroları'nda, Ankara Devlet Tiyatrosu'nda ve İstanbul'da yer alan Bulvar Tiyatrosu'nda arkadaşlarıyla birlikte oluşturduğu grupla çalıştı.
1970'li yıllardan itibaren özellikle kalabalık kadrolu ve Ertem Eğilmez yapımlı filmlerde rol almaya başlayan Münir Özkul, kendisiyle özdeşleşen Hababam Sınıfı'ndaki "Mahmut Hoca" karakteriyle de tüm Türkiye'de tanınan bir isim oldu.
Kariyeri boyunca 200'den fazla filmde rol alan Özkul, Sev Kardeşim filmindeki oyunuyla 1972 Altın Portakal Film Festivali'nde "en iyi erkek oyuncu" ödülünü kazandı. "Bizim Aile" filminde canlandirdigi "Yaşar Usta" rolüyle de 1977 Azerbaycan Film Festivali'nde özel ödül kazandı. "Süt Kardeşler" filminde yönetmen yardımcılığı da yapmıştır.
Rol Aldığı Tiyatro Oyunları
Aşk Köprüsü
İstanbul'u Satıyorum (1987-88)
Soyut Padişah
Sersem Kocanın Kurnaz Karısı
Çayhane
Fareler ve İnsanlar
Keşanlı Ali Destanı
Yorgun Matador
Hababam Sınıfı
Babayiğit
Yaz Bekarı
Generalin Aşkı
Kanlı Nigar
Rol Aldığı Filmler
1950 Üçüncü Selim'in Gözdesi 1951 Barbaros Hayreddin Paşa 1951 Evli Mi Bekar Mı 1951 Lale Devri 1951 Vatan ve Namık Kemal 1951 Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan 1952 Edi ile Büdü 1952 Edi ile Büdü Tiyatrocu 1953 Balıkçı Güzeli 1953 Halıcı Kız 1955 Bir Aşk Hikayesi 1955 Tuş/ Bir Aşk Hikayesi 1956 Kalbimin Şarkısı Münir 1956 Miras Uğrunda 1958 Altın Kafes 1958 İftira 1959 Gurbet 1960 Taş Bebek 1960 Yaman Gazeteci Yaman 1961 Bir Bahar Akşamı 1961 Yumurcak 1965 65 Hüsnü 1965 Bilen Kazanıyor 1965 Cezmi Band 007.5 1965 Dokunma Bozulurum 1965 Gönül Kuşu 1965 Kahreden Kurşun Tencere Münir 1965 'Kan Gövdeyi Götürdü Zehir Hafiye 1965 Kart Horoz 1965 Senede Bir Gün 1965 Seveceksen Yiğit Sev 1965 Sonsuz Geceler Zühtü 1965 Yalancının Mumu 1965 İnatçı Gelin 1965 Şekerli misin Vay Vay 1965 Şoför Nebahat Bizde Kabahat 1966 Ben Bir Sokak Kadınıyım 1966 Bir Millet Uyanıyor Tilki Onbaşı 1966 Denizciler Geliyor 1966 Fakir Bir Kız Sevdim 1966 Seni Seviyorum 1966 Sevgilim Bir Artistti 1967 Elveda 1967 Sürtüğün Kızı 1967 Yaşlı Gözler 1967 Çifte Tabancalı Damat 1967 Ölünceye Kadar 1968 Artık Sevmeyeceğim Ahmet 1968 Kalbimdeki Yabancı 1968 Kanlı Nigar Apti 1968 Kara Gözlüm Efkarlanma 1968 'Nilgün 1968 Urfa İstanbul Doktor 1968 Yayla Kartalı 1968 İstanbul'da Cümbüş Var 1969 Ayşecik'le Ömercik Sansar Nuri 1969 Bana Derler Fosforlu 1969 Boş Çerçeve Ferhat 1969 Fakir Kızı Leyla 1969 Gelin Ayşem 1969 Nisan Yağmuru 1969 Sevdalı Gelin 1969 Sevgili Babam 1969 Uykusuz Geceler 1970 Ali İle Veli 1970 Arım, Balım, Peteğim 1970 Berduş Kız 1970 Bütün Aşklar Tatlı Başlar 1970: Dikkat Kan Aranıyor 1970 Dönme Bana Sevgilim 1970 Hayatım Sana Feda Mehmet 1970 Kalbimin Efendisi 1970 Kara Dutum 1970 Küçük Hanımefendi 1970 Seven Ne Yapmaz 1970 Son Kızgın Adam 1970 Tatlı Meleğim 1970 Yavrum 1970 Yumruk Pazarı 1970 Yuvasız Kuşlar 1970 'Şoför Nebahat 1971 Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde 1971 Aşk Hikâyesi Şeker Ahmet 1971 Aşk Uğruna 1971 Bebek Gibi Maşallah 1971 Beklenen Şarkı 1971 Beyaz Kelebekler 1971 Beyoğlu Güzeli 1971 Donkişot Sahte Şövalye 1971 Gönül Hırsızı Salih Reis 1971 Hayat Sevince Güzel 1971 Hayatım Senindir 1971 Kadifeden Kesesi 1971 Senede Bir Gün 1971 Solan Bir Yaprak Gibi 1971 Son Hıçkırık 1971 Tophaneli Ahmet 1971 7 Kocalı Hürmüz 1971 İbiş Gangsterlere Karşı 1971 İşte Deve İşte Hendek 1972 Aslanların Ölümü 1972 Karamanın Koyunu 1972 O Ağacın Altında 1972 : Sev Kardeşim Mesut Güler 1972 Tatlı Dillim 1972 Tövbekar 1972 Ver Allahım Ver 1972 Yiğitlerin Kaderi 1972 Üç Sevgili 1973 Izdırap Ahmet 1973 Niyet 1973 Oh Olsun Burhan Usta 1973 Yalancı Yarim 1973 Çulsuz Ali 1973 Şaban İstanbul'da 1974 Beş Tavuk Bir Horoz 1974 Gariban Şair Cevat 1974 Hasret 1974 Mavi Boncuk Baba Yaşar 1974 Salak Milyoner Mehmet Çavus 1974 Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz 1975 Beş Milyoncuk Borç Verir misin 1975 Bizim Aile Yaşar 1975 Gece Kuşu Zehra 1975 Gülşah 1975 Hababam Sınıfı Kel Mahmut 1975 Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı Kel Mahmut 1976 Aile Şerefi Rıza 1976 Hababam Sınıfı Uyanıyor Kel Mahmut 1977 Cennetin Çocukları Hasan 1977 Gülen Gözler Yaşar Usta 1977 Hababam Sınıfı Tatilde Kel Mahmut 1978 Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor Kel Mahmut 1978 Neşeli Günler Kazım 1979 Aşkın Gözyaşları 1979 Erkek Güzeli Sefil Bilo Hüso 1979 İbiş'in Rüyası Nahit 1980 Banker Bilo Hasan 1980 Deliler Almanya'da 1980 İbişo 1981 Bizim Sokak 1981 Deliler Koğuşu 1981 Gırgıriye Emin 1981 Gırgıriyede Şenlik Var Emin 1982 Altın Kafes 1982 Ağlayan Gülmedi mi? 1982 Beni Unutma 1982 Bir Yudum Mutluluk 1982 Buyurun Cümbüşe 1982 Gazap Rüzgârı 1982 Görgüsüzler 1982 Islak Mendil Kadir 1982 Talih Kuşu 1982 Şıngırdak Şadiye 1983 Dostlar Sağolsun Tahir Baba 1983 Gırgıriyede Cümbüş Var Emin 1983 İlişki 1983 Şaşkın Ördek 1984 Geçim Otobüsü Nasrettin 1984 Gırgıriyede Büyük Seçim Emin 1984 Kızlar Sınıfı Mahmut Hoca 1984 Çaresizim 1984 Şaşkın Gelin 1985 Büyük Günah 1985 Deliye Hergün Bayram 1985 Duyar mısın Feryadımı 1985 Garibim Ceylan 1985 Köşeyi Dönenler 1985 Muhabbet Kuşları 1985 Palavracılar 1985 Sarı Öküz Parası 1985 Ya Ya Ya Şa Şa Şa 1985 Çalınan Hayat 1985 Şişeli Köy 1986 Alın Yazımız Bu 1986 Ana Kucağı 1986 Babalar da Ağlar 1986 Dayak Cennetten Çıkma 1986 Efkarlıyım Abiler 1986 Ekmek Parası 1986 Elmayı Kim Isırdı 1986 Gülmece Güldürmece/ Gelinciklerim 1986 Kuzucuklarım 1986 Küçük Ağam 1986 Kısmetin En Güzeli 1986 Kızlar Sınıfı Tatilde 1986 Melek Hanım'ın Fendi 1986 Milyarder Mahmut 1986 Neşeye Bak Neşeye 1986 Töre 1987 Afife Jale 1987 Aile Pansiyonu Murtaza 1987 Etme Bulma 1987 Füze Nuri 1987 Günah 1987 Kadersiz Kullar 1987 Kuşatma 2/ Şok 1987 Otobüs Yolcuları/ İhsaniye - Karasu 1987 Püf Noktası 1987 Yaşamaya Mecburum 1987 Yıkılan Yuva 1987 Yıllar 1988 A Ay 1988 Acı Gurbet 1988 Arabesk 1993 Al Dudaklım 1996 Ay, Işığında Saklıdır

Başımız Sağolsun: Mahmut Hoca'mızı Kaybettik

Uzun süredir makineye bağlı olarak yaşayan usta oyuncu Münir Özkul, 93 yaşında hayata gözlerini yumdu.


Yeşilçam'ın efsane isimlerinden Münir Özkul, İstanbul'daki evinde yaşamını yitirdi.
MÜNİR ÖZKUL KİMDİR?
15 ağustos 1925 tarihinde İstanbul Bakırköy'de doğan Münir Özkul küçük yaşlarda tiyatroya merak sardı. Özkul, İstanbul Erkek Lisesi'nden mezun oldu. Bir süre İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne ve Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü'nde eğitimine devam etti.
Eğitiminin tamamlayan Özkul, Bakırköy'de bulunan Halkevi'nde oyunculuğa adım attı. İlk amatör sahne deneyimlerini burada gerçekleştiren Özkul, İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda bir süre oynadıktan sonra Ankara Devlet Tiyatrosu'na geçti.
Ses Tiyatrosu'nda sergilenen oyunlarda rol almaya başladı. Ardından özel bir tiyatro olan Küçük Sahne'ye geçti. Burası Özkul'un yükselişinde bir dönüm noktası oldu.
Yeteneği Muhsin Ertuğrul'un gözünden kaçmayan Özkul, Küçük Sahne'de birçok başarılı oyunlarda da yer aldı.

Tiyatro sahnelerinden "tesadüfen" film setlerine geçişi 40'lı yılların sonuna denk düşen Özkul, askerliğini yaptığı dönemde, "Vatan ve Namık Kemal" adlı filmde yönetmen asistanlığı yapan arkadaşı Sırrı Gültekin'i ziyaret için Yeşilçam'a gittiği birgün ilk defa bir filmde figüran olarak rol aldı.
Üniformalı bir figüran arayışı içinde olan arkadaşının ricasını kırmayarak, biraz da komik bir anı olsun diye kamera karşısına geçti ve rol aldığı 400'ün üzerinde filmle, Türk sinemasına damgasını vuran önemli karakter oyuncuları arasına girmesini sağlayacak sinema serüveni böylece başlamış oldu.
Münir Özkul yaklaşık 10 dizi, 20 tiyatro oyunu ve 220 filmde rol aldı.

MÜNİR ÖZKUL KİMDİR

2 Ocak 2018 Salı

Eski Facebook Çalışanı Kullanıcıları Uyardı: "Farkında Değilsiniz Ama Kişilik Ayarlarınızı Bozuyorlar!"


Sosyal medyanın hayatımızdaki yeri her geçen gün daha da artıyor. En çok kullanılan sosyal medya ağlarından Facebook ise hiçbir zaman modasını kaybetmeden, her geçen gün kullanıcı sayısını arttırıyor. Ama Facebook'un çalışanlarından bazıları bu platformun toplum yapısına zarar verdiğini belirtti. 

Facebook'un ilk başkanı Sean Parker bugünkü haliyle bildiğimiz sosyal medyanın oluşturulmasına yardım ettiği için pişmanlığını belirtti.


Geçen ay Facebook'un ilk başkanı Sean Parker bugünkü haliyle bildiğimiz sosyal medyanın oluşturulmasına yardım ettiği için pişmanlığını belirtti.
'Söylediklerimin sonuçlarının gerçekten farkına varıp varmadığımı bilmiyorum. Çünkü kullanıcı sayısı bir, iki milyar kişiye ulaştığında ve toplum içerisinde bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerini ciddi manada değiştirmeye başladığında ortaya istenmeyen sonuçlar çıkıyor. Özellikle de çocukların beyinlerine ne yaptığını Allah bilir.'


Eski Facebook çalışanı ve yatırımcı Chamath Palihapitiya da geçtiğimiz günlerde konuyla ilgili endişelerini belirtti.


'Sanırım toplumun işleyişine zarar veren şeyler oluşturduk.'

Söylediklerinden bazıları Parker'ın yorumlarına da destek verir nitelikteydi. Parker, sosyal medyanın bir döngü yarattığını söyledi.


Bu döngü içerisinde kullanıcılar gönderilerine gelen beğeni ve yorumlardan ötürü dopamin artışı yaşıyorlar. Parker bu yorumları yaptıktan bir müddet sonra Palihapitiya da açıklamalarıyla destekte bulundu. 
'Bizim yarattığımız kısa süreli, dopaminle çalışan bu geri bildirim döngü de toplumu parçalıyor. Ne toplumsal söylem, ne dayanışma... Yalnızca yanlış bilgilendirme ve güvensizlik. Ve bu Amerika'nın bir sorunu değil, Rus reklamlarıyla da ilgili değil. Bu küresel bir sorun.'

O hafta sanki Parker ve Palihapitiya anlaşmış ve içlerindeki her şeyi dökmek istemişti.


Sunucu, Palihapitiya'ya Facebook'taki rolü ile ilgili bir şey hissedip hissetmediğini sordu. 
'Akıl almaz bir suçluluk hissediyorum. Sanırım hepimizin bunun böyle olacağını biliyorduk ama sanki bilinçli olarak tasarlanmış bir kötü sonuç yokmuş gibi davrandık. Aslında derinlerde bir yerlerde bunun böyle kötü sonuçları olacağını biliyorduk. Ama bizim tanımlama şeklimiz böyle değildi. Şu an içinde bulunduğumuz durum bence gerçekten kötü. Toplum içerisinde insanların birbirine davranış şeklini etkiliyor. Ve bunun için iyi bir çözümüm de yok. Benim çözümüm bunların hepsinden kurtulmak. Ben yıllardır kullanmıyorum.'

Palihapitiya bu konuda daha ayrıntılı bir şekilde konuştu ve sosyal medyayı yıllardır kullanmadığını, çünkü programlanmak istemediğini söyledi.


Çocuklar konusuna gelince, hiçbirinin kullanmasına izin verilmemesi gerektiğini belirtti. 
'Siz fark etmiyorsunuz ama bütün davranışlarınız programlanıyor. Eskiden bu istemsizdi ama şimdi düşünsel bağımsızlığınızın ne kadarından vazgeçmeye gönüllü olduğunuza karar vermek zorundasınız. Çok zeki olduğunuzu düşünmeyin. Belki de en çok, en zekiler sosyal medyaya düşkün oluyor.'

Silikon Vadisi'ni terk edip inzivaya çekilen eski Facebook yöneticisi: Medeniyet 30 yıl içinde çökebilir