28 Aralık 2018 Cuma

Durumlar Sıkışınca Ziraat Bankası "Eski Türkiye" Nostaljisine Sığındı


Memleketi yönetenlere bakarsanız Türkiye şahlanıyor, dünya bizi kıskanıyor. Ekonomi desen şahane ötesi.. Gerçi bu lafların gerçek olmadığını herkes biliyor da.. En büyük devlet bankası bile "kötü günler gelir geçer" edebiyatı yapmaya ve de üstelik bunu yaparken "eski Türkiye" nostaljisi ile avunmaya başlamışsa, durup düşünme vaktidir.

Hala görmeyenler için Ziraat Bankası'nın yeşilçam temalı reklam filmi:

Reklam, eski Türkiye'ye selam çakıyor, eski güzel günleri anımsatıyor. Bize daha zor günlerin geleceğini anlatıyor bir de.. İyi de neden şimdi yayınlanıyor? Ziraat Bankası'nın kuruluş yıldönümü 20 Kasım'dı.. Tam reklam filmi denilemez. Biraz da insanlara; "Kriz var ama boşver geçecek nasıl olsa" propagandası...

Belli ki iktidar seçim arifesinde eski Türkiye'ye sarıldı. Oysa oynayan Yeşilçam'ın eski yıldızları eğer bu dönemde yaşasalardı çoğu ifade vermeye çağrılırdı.. Bu dönemde televizyon reklamı önemli.. Kriz algısı yok edilmeli. İnsanlara umut verilmeli. Zira Türkiye, dünyanın en çok televizyon izleyen ülkesi... Neden? Para yok! En ucuz eğlence.. Günde ortalama 330 dakika televizyon izleme oranıyla Türkiye dünyada zirvede... Ziraat, bir gecede çıkarılan KHK ile halkın elinden alınıp Varlık Fonu'na devredilmiş, başındaki T.C. logosundan vazgeçmiş.. Reklamında da "Herkes elini taşın altına koymalı" demiş!. Elini taşın altına koyanlar belli.. İhaleleri kemiksiz alıyor diğerleri.. Bilim adamı mı kaldı? Akademisyen, sanatçı, gazeteci terörist ilan edildi. Sanki eski Türkiye daha medeniydi!.

Bakın; eylül ayında "insanların duyguları üzerine" yapılan uluslararası araştırmaya göre, Türkiye mutsuz! Tam 145 ülke içerisinden 53 puanla sondan dördüncü sırada yer aldı.. Türkiye'nin de gerisinde yer alarak son 3'e yerleşen ülkeler ise Tunus, Yemen ve Afganistan.. Aklınıza hangi ülke geliyorsa Türkiye'den daha mutlu insanlarla dolu... Aynı dönem için aynı araştırmayı bizim İstatistik Kurumu yaptı! Sonuç çarpıcı.. Hani derler ya; "Cehalet mutluluktur" diye, cuk oturuyor Türkiye'ye.. İstatistik Kurumu'nun yaptığı araştırmaya göre "mutsuz" olduğunu beyan eden bireylerin oranı sadece yüzde 11.1'de.. Birbirinden bu kadar mı farklı olur iki sonuç? Birinde yerin dibinde, diğerinde bulutların üzerinde.. Hangisine inanmalı sizce?

Reklama geri dönersek, Ziraat Bankası, kamu bankası.. İhtisas bankacılığı yapması gerekiyor. Kuruluş amacı; adından da anlaşılacağı üzere ziraat ile uğraşanların kredi ihtiyaçlarını karşılayıp onları ezdirmemek. O kadar çok destek vermiş ki Ziraat, çiftçiler, besiciler bile köyünü, çitini, sabanını, hayvanını bırakıp soluğu şehirlerde aldı. Zaten çoğu battı!. Asli görevini yapmayıp, elinde tuttuğu kaynağı, büyük ihaleleri kapan holdinglere kredi vermesi ne derece doğru? Hakikaten de durum tam bu!. Türkiye'nin en büyük medya kuruluşunu almak için para arayan yandaş, 1 milyar dolara yakın ilk 2 yılı ödemesiz krediyi hem de böyle bir dönemde şak diye Ziraat'tan buldu..

Logosunda "başak" var lakin reklam filmi içinde bir tane çiftçi yok. Gerçekçi yaklaşmışlar. Ziraat'in tarıma hayrı yok. Reklam filmindeki kötü adamlar var ya.. Sizin yanınızda zemzem suyuyla yıkanmış gibi kalırlar valla... "

En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
STING - Müzik Kariyeri ve Biyografisi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Joan Baez - Kariyeri ve Biyografisi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Bob Dylan Kimdir?
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Bernie Taupin Kimdir?
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Simon & Garfunkel
Müzik Kariyerleri
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
SUPERTRAMP Grubunun Tarihçesi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Phil Collins - Müzik Kariyeri
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Depeche Mode tarihçesi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
ELTON JOHN'un Hayat Hikayesi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
STYX Grubunun Öyküsü
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
BEE GEES Grubunun Öyküsü
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Şarkıların Tanrıçası
Édith Piaf
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Ajda Pekkan'ın Öyküsü
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
The Moody Blues Tarihçesi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
SURVIVOR grubunun öyküsü

 


25 Aralık 2018 Salı

Çetin Altan neden liboş oldu?


Cumhuriyet gazetesi yazarı, gazeteci Işık Kansu'nun yeni kitabı "Yurt Kemiricileri", Telgrafhane Yayınları tarafından yayımlandı.

Deneyimli gazeteci Işık Kansu'nun yeni kitabında, Kansu'nun gazetecilik mesleğini devam ettirirken edindiği tecrübeler, şahit olduğu olaylar ve bu olaylara dair tuttuğu notlar yer aldı. Yurt Kemiricleri'nde, Türk basınının yakın tarihi gözler önüne serildi. Işık Kansu, kitabında, satılan ve işgal edilen gazetelere, yandaş basına ve cemaat medyasına da değindi.

Kitapta, üç yıl önce hayatını kaybeden gazeteci Çetin Altan'ın anlatıldığı kısım da dikkat çekti. Çetin Altan'ın, Uğur Mumcu'nun deyimiyle "liboş"luğu neden seçtiği anlatıldı. Altan'ın neden "liboş"luğu seçtiğini Altan'la gazeteciliğe birlikte başlayan ve dostlukları çok eskiye dayanan Cüneyt Arcayürek anlattı.

İşte Yurt Kemiricileri'nde yer alan "Çetin Altan neden liboş oldu?" başlıklı o kısım:

"Bu teoriyi uygulayanların başında, bir zamanlar Türkiye'deki sol harektin önemsediği, Türkiye İşçi Partisi Milletvekilliği yapmış Çetin Altan geliyordu.

Atatürk ve Cumhuriyet devrimi düşmanlığı kazanına yeni medya düzenine en çok odun atan Altan ailesinin en büyüğü, Çetin Altan, Uğur Mumcu'nun deyimiyle 'liboş'luğu neden seçmişti acaba?

1960'larda Cumhuriyet devriminin tarihsel önemini kavramış sosyalist bir aydın olarak tanıdığımız Çetin Altan'ın, 1980 sonrası bambaşka bir insan olmasına hiçbir anlam veremiyorduk.

Gazeteciliğe birlikte başlayan ve dostlukları çok eskiye dayanan Cüneyt Akyürek'ten, Çetin Altan ile bu konuyu konuşup konuşmadığını öğrenmek istemiştik.

Arcayürek, yaşamındaki ve düşüncelerindeki değişimin gerekçesini Çetin Altan'a sormuştu. Altan'dan aldığı karşılık; hep acı çektiği, bundan böyle rahat hayat yaşamak istediği yönündeydi.

Yani Çetin Altan'ın, 1980 sonrası Turgut Özal'a hayranlık ile başlayan, ardından oğulları ile birlikte karşıdevrim saflarına katılarak sağ iktidarlara yanaşması tümüyle çıkarsaldı. Ailecek sürdürdükleri Atatürk ve Cumhuriyet devrimi düşmanlığı ve sözde demokratlık adına yürüttükleri '2 numaracı Cumhuriyetçilik' de bu çıkarcılığı örtme çabasıydı.

Prof. Dr. Coşkun Özdemir, geçmişte: 'Atatürk, ümmet toplumundan ulus yaratmış olan devlet adamıdır. Cumhuriyetçilik, bir kişiye ait bir devlete köle olmaktan kurtulmak demektir.' diyen Çetin Altan'ın, bir sofrada: "Atatürk, otuz bin kişiyi öldürtmekten başka ne yapmıştır?' dediğine tanık olanlardandı.

Atatürk'ün otuz bin kişiyi öldürdüğü çirkin bir yalandı. Ama Altan ailesinin de katkılarıyla, hep alkış tuttukları AKP döneminde kurulan 'Saray Cumhuriyeti'nde; yüzlerce insanın kanının aktığı, cezaevlerinin dolduğu, hatta Altan ailesinin bireylerinin de içeriye atıldığı, ileri demokrası adına diktatörlüğün yaşandığı, bilinen hazin doğruydu."

İnternet soygununda yeni adım: Mobil interneti bilgisayara bağlamak artık paralı olacak


Akıllı telefonlarındaki mobil internet paketini başka cihazlarla paylaşanlara ek ücret geliyor.

Mobil internet paketini “hotspot” yoluyla başka cihazlarla paylaşanlardan ek ücret alınacak. Bundan sonra mobil internetini paylaşanlar, aylık 9 TL ücret ödemek durumunda kalacak.

Turkcellden konuyla ilgili olarak abonelerine gönderilen mesajla ortaya çıkan bu gelişmeye göre iOS veya Android telefonlardaki hücresel internet bağlantısını başka cihazlarla paylaşmayı sağlayan 'kişisel erişim noktası' özelliği kullananlar artık ek ücret ödeyecek. İlgili mesaja göre uygulama 15 Ocak’ta başlayacak.

Sözkonusu mesajda "15.01.2019'dan itibaren mobil internet paylaşımlarınız aylık 9 TL le ücretlendirilecek. Hem faturalı hem de faturasız bireysel ve kuremsal tüm müşterilerden paylaşımla beraber 9 TL ücret alınıp, karşılığında paylaşımda kullanabilecek 2 GB internet paketi tanımlanacaktır" denildi.

24 Kasım 2018 Cumartesi

Robotların “yapay zekası” sizi yeryüzü cennetine taşır mı?


Kapitalizm söz konusu olduğunda teknoloji, sadece kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindedir. İnsanlar daha az zahmetle, daha az çalışarak, daha kolay üretsinler, rahat yaşasınlar diye değil!

Robotlar, insanın bazı özelliklerini taklit edebilen makinalar. Robot kavramı ilk defa Çek yazar-dramaturg, Karel Capek tarafından bir bilimkurgu oyununda [1920] kullanılıyor. Slavca rabota‘dan türeme ve eski [kadim] Slavca’da angarya, serf anlamına geliyor. Yapay zeka Batı’da önemli bir ilgi, kaygı ve tartışma konusu olsa da, bizde sıra öyle şeylere pek gelmiyor. Şeytanla mücadele, kadınların nasıl giyineceği, kız çocuklarının ne zaman evleneceği… gibi önemli konulardan yapay zekaya, robotlara bir türlü sıra gelmiyor…

Robotlar, yapay zeka aslında kapitalizmin ürettiği/kapitalizmi üreten teknolojinin ulaştığı son aşamadan başkası değil. Kapitalizm teknikçi bir üretim tarzı.

Üretim, vahşi/yıkıcı bir rekabet ortamında gerçekleşiyor. Her bir kapitalist veya kapitalist işletme, rekabetçi konumunu korumak, yarışta kalabilmek, için her seferinde en ileri üretim tekniklerini kullanmak, sermayesini büyütmek zorunda. Aksi halde toplam artı-değerden yeterli payı kapamaz ve yarışın dışına itilir. Başka türlü ifade edersek, kapitalizm dahilinde teknoloji, münhasıran kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindedir…

İnsanlar daha az zahmetle, daha az çalışarak, daha kolay üretsinler, rahat yaşasınlar diye üretilmiyor. Kapitalist sınıfın her seferinde daha çok zenginliğe el koyması için peydahlanıyor ve kullanılıyor. Modern teknoloji harikalar yaratırken,insanlığın ve uygarlığın tehlikeli bir eşiğe gelip-dayanması, bu temelli çelişkinin/bu saçmalığın bir sonucudur…

Sanayi kapitalizmi sahneye çıktığı günden beri teknoloji sürekli ilerliyor ve lâkin, her seferinde işler daha da sarpa sarıyor ve bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkıyor. Bu bariz uyumsuzluk da hiç bir zaman gerektiği gibi tartışılmıyor. İnsanlar kapitalist teknolojiden büyülenmiş durumda… Bir teknoloji hayranlığı, bir teknoloji güzellemesidir gidiyor. Yegane amacı ve varlık nedeni kârı artırmak, daha çok değere-zenginliğe el koymak olan bir teknik buluş, bir teknolojik ilerleme insanlığa ne teklif edebilir ve hangi temel sorunu, ne kadar çözebilir?

Teknolojik gelişmeyle birlikte işlerin giderek sarpa sarması, doğrudan bilimin ve tekniğin uzlaşmaz çelişkilerle malûl sınıflı bir toplumda üretiliyor ve kullanılıyor olmasıdır. Zira, egemen sınıflar [mülk sahibi sınıflar], tekniğe egemen olduğunda doğaya da egemen oluyorlar. Oysa, teknik kendiliğinden iyi veya kötü,militarist veya barışçı değildir… Aynı teknoloji farklı ellerde pekâlâ farklı sonuçlar doğurabilir… Aksi halde toplumu denetim altında tutan bir egemen kapitalist sınıfın elinde bir sopaya dönüşebiliyor…

Üretimin amacının kârı artırmak değil, insan ihtiyaçlarını karşılamak olduğu, değişim değeri değil, kullanım değeri üretmenin kural olduğu müştereklere dayanan gerçekten sosyalist bir toplumda, robotlar ve yapay zeka sadece toplumsal refahı artırmakla kalmaz, aynı zamanda kültürel, entelektüel, sanatsal yaşamı da bir üst seviyeye taşıyabilir…

O durumda, çok yorucu, bıktırıcı, usandırıcı, can sıkıcı işlerin robotlar tarafından yapılması, kitle işsizliği ve sefalet anlamına gelmez. Tam tersine, boş zaman/hoş zaman yaratır, eğitim,kültür ve sanat alanına daha çok odaklanmayı mümkün kılar… Aile yaşamını,sosyal yaşamı zenginleştirir…

Oysa kapitalizmin hizmetine koşulmuş bir teknik,toplumsal dokuyu tahrip ediyor, toplumsal dayanışmayı ve uyumu aşındırıyor,insanları atomize edip, yalnızlaştırıyor… Her teknik ilerleme, insanı insana, toplumu doğaya yabancılaştırıyor… Artık dünya ölçeğinde geleceğe dönük genel bir kaygı, umutsuzluk ve huzursuzluk hali var…

Mesele doğrudan üretim araçlarını ve toplumu kimin kontrol ettiğiyle ilgilidir… Kapitalizm dahilinde robotlar, yapay zeka, başlıca üç amaç için kullanılıyor: 1. kârı artırmak; 2. insanları öldürmek [savaş], 3.insanları gözetlemek… Julian Assange: ” İnsanlığın geleceği, makinalar mı insanları kontrol edecek, insanlar mı makinayı kontrol edecek mücadelesine indirgenmiş bulunuyor” derken, insanlığın yüz yüze geldiği temel bir soruna gönderme yapıyordu… Zira, kapitalizm dahilinde robotların yaygın kullanımı işsizliği-yoksulluğu artırıyor, özel yaşamımıza burnunu sokuyor ve güvenliğimizi tehdit ediyor…

Kapitalistler için robotlar bulunmaz nimettir zira, robot acıkmaz, susamaz, yorulmaz, dinlenme ihtiyacı duymaz, ücret istemez, ücret artışı talep etmez, hastalanmaz, grev yapmaz, çocukları yoktur… Velhasıl mükemmel “işçilerdir…” Lâkin kapitalistler için robotların bir de kusuru var: Robot satın almaz…

Oysa,kapitalist için asıl sorun üretilenin satılmasıdır [realizasyondur]. Tabii robotlar satın almayınca iki şey ortaya çıkıyor: Birincisi, işsizlik arttığı için üretilenin satılması sorunlu hale geliyor ve ikincisi, gelir dağılımı dengesizliği sermaye sınıfı lehine daha da bozuluyor… Bunun anlamı, verimli değerlenmesi mümkün olmayan bir sermaye”fazlasının” oluşmasıdır ki, işte finanslaşma denilenin nedeni bu…

Bu vesileyle yapay zeka ile ilgili bir hususa açıklık getirmek gerekiyor. Esasen insan aklı [zekası] makineye, alete, aygıta transfer ediliyor.Yoksa, makinanın, robotun kendinde bir “akıl” olamaz. Dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov bir robota yenildiğinde, bire birlik bir karşılaşma söz konusu değil. Zira, robota onlarca insanın aklı [zekası] enjekte edilmiş durumdadır. Kasparov’un karşısında bir tek özne yok… Aynı şekilde bir robotun bir uzman hekimden daha iyi kanser teşhisi yapabilmesi de öyle… Orada hekimin karşısında tek bir robot yok ama onlarca başka uzmanın aklı [zekası] var…

İkinci bir husus da, faaliyetlerin tamamının yüzde yüz otomatize edilebilir olmamasıdır… Nitekim yüzde yüz otomatize edilebilir olanın toplam faaliyetlerin %5’i civarında olduğu tahmin ediliyor. Fakat,robotlaşma, otomasyon ve ‘yapay zekanın’ on milyonlarca, belki yüz milyonlarca insanı işinden edeceği kesin… 2013 tarihli bir Oxford araştırmasına göre, izleyen 20 yılda ABD’de işlerin %47’sinin otomatize olabileceği ileri sürülüyordu..

Sanayi devriminden bu güne geçen zamanda, kapitalizm her türlü teknolojik gelişmeyi bir sömürü, baskı, savaş ve katliam aracına dönüştürdü. Tekstil makinalarının üretim sürecine sokulduğu dönemde Londra ve Manchester’in varoşlarında akıl almaz bir sefalet tablosu ortaya çıkmıştı. ABD’de iplik makinaları neredeyse köleliği hortlatmıştı… Uçakların ilk kullanım alanı on binlerce sivili “stratejik bombardımanlarla“ katletmekti… Nükleer enerjide ilk deneme alanını Hiroşima ve Nagazaki’de bulmuştu…

O halde soru şu olabilir: Bu teknolojiler milyarlarca insanın refahını, yaşam standardını yükseltme potansiyeline sahipken, neden bir sömürü, baskı, zulüm ve katliam aracına dönüştürülüyor?

Kapitalizmin ürettiği teknoloji harikaları gerçekten insan yaşamını iyileştirmenin, kolaylaştırmanın, hizmetinde olsaydı, şimdilerde insanlık ve uygarlık”iklim krizi” denilen bir felaketle yüz yüze gelir miydi? Sabah akşam ekolojik krizden söz etmeye gerek kalır mıydı? Canlı türleri bir bir gezegeni terk eder, biyolojik çeşitlilik hızlı bir tempoyla yok olur muydu?

Gerçek durum böyleyken hala kapitalizmin ürettiği teknolojinin her türlü sorunu çözeceğine dair yaygın inanca ne demeli? Hangi teknoloji mucizesi kutupların kopup-eriyen buzullarını yerine koyabilir? Hangi teknoloji harikası yok olan canlıları geri getirebilir? Kaldı ki, teknoloji ‘bağımsız’ bir değişken değildir. Enerji olmadan bir hiçtir. Akıllı telefonun aklının işe yaraması için şarj kordonuna takılması gerekir… Aksi halde bir hiçtir… Kasparov’u yenen robota kaç watt enerji harcadığını hiç merak ettiniz mi? Enerji kaynakları da dahil, bu dünyanın kaynakları sınırlıdır… Şimdilerde, artık kapitalizmin dayattığı saçma üretim ve tüketim çılgınlığının faturasını ödeme zamanı gelmiş bulunuyor… Velhasıl tartışmanın zeminini değiştirme zamanı da çoktan gelmiş olmalıdır… Aksi halde yapay zeka, yapay saçmalıklar üretmeye devam edecektir…

Yapay zeka harikalar yaratıyor, drone’lar [silahlı hava araçları], Orta-Doğu’da, Kuzey Afrika’da, Afganistan’da, vb. binlerce, on binlerce insanı öldürmeye devam ediyor… Demokrasi ve özgürlük timsali Amerikalılar, konforlu salonlarda, oturdukları yerde bilgisayarın tuşuna basarak, hedefteki “düşmanı” tam bir isabetle katledebiliyorlar…Geçtiğimiz Nisan ayında Google’un 3000’den fazla çalışanı bir deklarasyon yayınlayarak, Google’un ve taşeron şirketlerinin drone savaşına karışmaktan vazgeçmesini ve şirketlerin savaş teknolojileri üretiminden uzak durmalarını talep ettiler… Fakat yapay zeka sadece öldürme sektöründe etkili değil. Mesela Amazon, depolarında çalışan işçilerin her hareketini gözetliyor, kaç defa tuvalete gittiklerini, mola verip vermediklerini takip ediyor… Aslında tüm insanlık yapay zeka tarafından gözetim altına alınmış durumda…

O halde çözüm ne olabilir, ne yapmak gerekiyor? Denklemi ters-yüz etmek gerekiyor… Teknolojileri aklın hizmetine sunmak gerekiyor…Aklı teknolojilerin hizmetine değil… Kapitalist sömürü, yağma ve talanın hizmetine değil…

Esasen tabir mazur görülürse, yapay zeka hem zehir ve hem de ilaç… Dolayısıyla kimin nasıl kullanacağına bağlı… Şimdilerde ‘bu durumun’ farkında olan bir hareket oluşmakta ve ümit verici ama elimizi çabuk tutma gereğini de hiç akıldan çıkarmamak şartıyla… Zira zaman daralmakta…

Fikret Başkaya

22 Kasım 2018 Perşembe

Bu masalı hep duyuyoruz: Gerçek liberalizm bu değil...miş


Tüm dünyada ve Türkiye'de liberal düşünce temelde hep aynı hikayeyi anlatır. Yaşadıklarımız bir tür anomalidir. Çarpıklık veya kazadır. Bu düzende başımıza ne geliyorsa, düzenin iyi işlemediğinden ötürü gelir.

Türkiye'nin tarihi mesela... Baştan sona bir özgünlük hikayesidir. Bu hikaye bugün AKP ile zirve yapmıştır. Erdoğan başlı başına bir arızadır.

Yalnızca Türkiye mi? Dünyanın başka coğrafyalarında da işler istedikleri ya da bekledikleri gibi gitmediğinde açıklama hep aynıdır. Trump deli, Macron soytarı, Putin manyaktır.

Liberalizm bu toplumsal düzen için mazeret üretme sanatıdır. Uç veya arıza olarak nitelendirilenlerin öyle görülmesinin asıl nedeni uç veya arıza olmayanın da bir işe yaramamasıdır. Bazı unsurlar çarpıklık olarak tanımlanmazsa normali meşrulaştırmak zor olur. Trump günah keçisi yapıldığında Obama temize çıkar. Erdoğan tüm kötülüklerin yegane sebebi ilan edildiğinde bu düzenden fayda sağlayan herkes suçlarından arınır.

Oysa Trump da Obama da dönemsel olarak farklı misyonlar üstlenmiş olsalar da aynı amaca hizmet eder. Erdoğan ise Türkiye'deki toplumsal düzenin bir sonucudur ve düzenle Erdoğan'ı birbirinden ayırmak ölümcül bir hatadır.

Liberalizm siyasi ikiyüzlülüğün doruğudur. İktisadi ve siyasi özgürlükleri savunma bahanesiyle, piyasa ile devlet ya da birey ile devlet arasındaki ilişkiye dair her söyledikleri bu ikiyüzlülüğün örneğidir.

Onların devleti hep küçülmesi gereken ama ne hikmetse kriz zamanlarında sermayenin yardımına koşarken büyümesi zorunlu bir aygıttır. İşletmeler özelleştirilmeli ama patronların borçları kamulaştırılırken hiç duraksanmamalıdır.

Savunulduğu iddia edilen kişisel özgürlükler de aslında bir masaldır. O özgürlükler aslında gerçekten de kişiye özgüdür. O kişinin sınıfsal konumu veya düşünceleri ya da o an için tuttuğu siyasi pozisyon özgürlüklerin sınırları için belirleyicidir. İşçilerin yanında saf tutanların özgürlükleri kolayca yok sayılacak önemsiz bir detaydır mesela. Düzen içindeki siyasi rekabet arttığında şiddet meşru hale gelir. Ergenekon davaları sırasında cengaver liberallerin yaptıkları uzak tarihimizin bir masalı değildir. Üstelik iktidarda yine AKP vardır, en yakın ortak da Fethullahçı çetedir. Liberalizm bu vahşi ve acımasız koalisyonun tutkallarından birisidir.

O günlerden pişmanlık duyulduğuna dair bir işaret yoktur. Liberalizmin işi budur. Liberalizm düzen içinde her türlü koalisyonun tutkalı olabilir. Çünkü liberalizm bu düzenin özünü temsil eder.

Liberalizmi mülkiyetin dokunulmazlığı ve her şeyin alınıp satılabilir olduğu bir piyasa tanımlar. Kişisel özgürlükler dünyası aslında bunların bir uzantısıdır.

Bu düzende hiçbir aktörün ilk ikisiyle bir derdi olamaz. Dolayısıyla yine bu düzende kimsenin aslında liberalizmle bir derdi yoktur.

Türkiye'de hiç tutmadı, Türkiye'ye hiç uğramadı denilen liberalizm aslında büyük bir başarı kazanmıştır. Çünkü bu ülkede ne olursa olsun ne piyasa ne de paranın hakimiyeti kesinlikle tartışılmamaktadır.

Bu bağlamda liberalizm sınırlı bir çevre tarafından temsil ediliyor görünse de, liberalizmin etkisi bundan daha geniştir. Liberaller ilk bakışta yetmez ama evetçilerden veya üniversitede ya da sosyal medyada gerçek liberalizmi anlatmayı görev edinenlerden ibaret görülebilir. Ama aslında siyasi olarak etkisi sınırlı sanılan liberal düşünce bu düzenin temel taşlarından birisidir ve bir efsane gibi anlatılan gerçek liberalizm de paranın iktidarda olduğu her yerde bir şekilde bu iktidarın parçasıdır.

Piyasayı tanıyan, piyasayı meşru gören her anlayışın içine liberalizm sızmıştır. Örneğin AKP karşıtı muhalefetin de en zayıf karnı burasıdır. Muhalefeti AKP'ye yaklaştıran, muhalefeti AKP'yle ortaklaştıran liberal düşüncedir.

Liberalizmin temsil ettiği temel değerler bu düzenin tüm aktörleri için bir mutabakat zeminidir.

Bu düzenin sağını solunu birbirine bu zemin bağlar. En zıt görünenler dahi gerektiğinde ve yeri geldiğinde o zeminde anlaşırlar.

Bu düzen ne kadar gerçekse, liberalizm de o kadar gerçektir. Gerçekliğinden şüphe duyulmayacak liberalizm Türkiye için gerçek bir zehirdir...

En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
STING - Müzik Kariyeri ve Biyografisi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Joan Baez - Kariyeri ve Biyografisi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Bob Dylan Kimdir?
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Bernie Taupin Kimdir?
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Simon & Garfunkel
Müzik Kariyerleri
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
SUPERTRAMP Grubunun Tarihçesi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Phil Collins - Müzik Kariyeri
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Depeche Mode tarihçesi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
ELTON JOHN'un Hayat Hikayesi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
STYX Grubunun Öyküsü
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
BEE GEES Grubunun Öyküsü
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Şarkıların Tanrıçası
Édith Piaf
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
Ajda Pekkan'ın Öyküsü
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
The Moody Blues Tarihçesi
En sevdiğiniz şarkıların arkasındaki öyküler ve ötesi
SURVIVOR grubunun öyküsü

 

20 Kasım 2018 Salı

Hollywood'ta en son ne zaman kötü bir Çinli gördünüz?


ABD’nin önde gelen gazetelerinden New York Times’da (NYT) yayımlanan “Çin nasıl süper güç oldu” başlıklı infografik dizisinde Çin’in Hollywood üzerinde son dönemde artan etkisine ilişkin bir yazıya yer verildi. Buna göre Çin bir yandan Hollywood filmlerine yatırım yaparak bir yandan da gişedeki gücünü kullanarak ABD film endüstrisinde söz sahibi haline geldi

“En son ne zaman Çinli kötü adamın olduğu film izlediniz?” diye soran NYT, 2012’de Kızıl Şafak (Red Dawn) filminin yeniden yapımını örnek gösteriyor. Filmin orijinalinde bir sabah ABD’de bir yeri işgal eden “Çinli düşmanlar”, Çin’in senaryoya tepkisi üzerine yapımcı şirket MGM tarafından 1 milyon dolar harcanarak yapılan dijital düzeltmelerle Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ordusuna bağlı "düşmanlar” olarak değiştiriliyor.

Bir diğer örnek de Sony tarafından 2015’te gösterime sokulan Pixels filminde yaşanıyor. Filmin yapımcıları uzaylıların Çin Seddi’ni patlattığı bir sahneyi Çin’de tepki alacağı kaygısıyla daha sonra Tac Mahal’le değiştiriyor.

Marvel Comics’in 1960’larda yarattığı Tibetli bir karakter olan “Ancient One”ın 2016 yapımı Doctor Strange filminde Tilda Swinton tarafından Kelt bir kadın olarak canlandırılmasının da Çin’in tepkisinden kaçınmak için yapıldığı öne sürülüyor.

Haberde Çin’in 1997-2013 arasında en çok hasılat yapan 100 Hollywood filminden sadece 12'sine para yatırdığı ancak bu sayının 2014-2018 arasında 41 filme çıktığına işaret ediliyor.

Hollywood’un Çin’in artan gişe pazarından daha çok pay kapma hevesi de gözönünde bulundurulduğunda, Çin Hollywood’a parayı verip düdüğü çalmış gibi gözüküyor.

16 Kasım 2018 Cuma

Game of Thrones'un Yönetmeni Yeni Sezona Dair İpuçları Verdi!

Game of Thrones'un 8.sezonuna dair tüm ipuçları burada! Nisan 2019'da hasret sona eriyor! Hadi buyurun detaylara


Efsane dizi Game of Thrones'un 8.sezonu Nisan 2019'da yayınlanacak ve bölümler 60 dakikadan uzun olacak!


Game of Thrones'un yönetmeni David Nutter, internet üzerinden fanların sorduğu soruları yanıtladı. Son sezonda bölümlerin kaç dakika olacağını soran bir kullanıcıya, "Sekizinci sezonun bölümleri 60 dakikadan uzun olacak. Uzun bölümler izleyeceksiniz" dedi.

Stark ailesinin sembolü olan kurtları son sezonda da görmek isteyenler yaşadı!


Hepimizin bildiği gibi her bir Stark çocuğunun bir kurdu vardı. Kurtların adları da Ghost, Nymeria, Summer, Lady, Shaggydog ve Grey Wind'di. Bölümler ilerledikçe hem Stark ailesine hem de kurtlarına bir bir veda ettik ve sadece Jon Snow'un kurdu Ghost ve Arya'nın kurdu Nymeria'nın hayatta olduğunu biliyoruz. Fanlardan biri son sezonda kurtları görüp göremeyeceğimizi sorunca Nutter "Bu sezonda bir kurt göreceksiniz. Şimdilik bu kadar söyleyebilirim" dedi.

"Sizlere yarım yamalak bir şey sunmak istemeyiz. Olabildiğince gerçekçi ve güzel bir sezon çıkarmak zaman alıyor"


8.sezonun neden bu kadar geç geldiğini soran kullanıcıya ise, "Görsel efektler yüzünden! Sizlere yarım yamalak bir şey sunmak istemeyiz. Olabildiğince gerçekçi ve güzel bir sezon çıkarmak zaman alıyor. Bu kalitedeki bir dizi için yeni sezon beklemek makul bir bedel. Beklediğinize değecek" dedi.

"En sevdiğiniz karakter hangisi?" sorusuna verdiği yanıt yeni sezon için bir ipucu olabilir!


Tüm soruların cevabını alabilmek için Nisan'ı beklemekten başka çaremiz yok maalesef!

15 Kasım 2018 Perşembe

İlk defa kanıtlandı: Sosyal medya depresyonu artırıyor


Pennslyvania Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada sosyal medyada geçirilen zaman arttıkça bireylerde depresyon ve yalnızlık düzeylerinde bir artışın oluştuğu gözlemlendi. Bu iddia kulaktan kulağa konuşulduğu halde bugüne kadar ilgili kanıt bulunamamıştı.

Pennslyvania Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bir araştırma için 143 kişiden İnstagram, Facebook ve Snapchat’i kullanım süreleri hakkında bilgi toplandı.

Oluşturulan iki gruptan bir tanesindeki katılımcıların sosyal medya kullanımlarına bir sınır getirilmedi, tipik birer sosyal medya kullanıcıları olmaya devam ettiler. Diğer gruptaki katılımcılara Snapchat, İnstagram ve Facebook için 3 hafta boyunca günde 10’ar dakika sosyal medya kullanım süresi verildi.

Araştırmanın sonunda her iki gruba "yeni gelişmeleri kaçırma korkusu, anksiyete, depresyon ve yalnızlık" gibi bazı duygu durum ölçekleri uygulandı.

Duygu durum ölçeklerinin sonuçlarına göre sosyal medyada daha fazla zaman geçiren bireylerde depresyon ve yalnızlık düzeylerinde artış gözlenirken, psikolojik anlamda da “iyi oluş” düzeylerinde düşüş gözlendi.

Sosyal medya sosyal karşılaştırmaların en fazla yapıldığı mecra olduğunu gösteriyor, özellikle de İnstagram uygulamasında. Bu sosyal karşılaştırmayı yaparken de diğer insanların yaşamlarının kendi yaşamlarından daha havalı ve güzel olduğunu düşünüyorlar.

Öte yandan bu ilginç sonuçları olan araştırmanın çıktıları bazı kısıtlılıklar göz önünde bulundurularak değerlendirilmeli. Öncelikle sonucun başka araştırmalarda tekrarlanması gerekmektedir. Sosyal medyada insanların tanışmalarını sağlayan uygulamalar da bulunmaktadır. Diğer uygulamalarla da yapılacak çalışmalarla birlikte daha sağlıklı sonuçlara ulaşılacaktır.

Kuşkusuz bu tekrarın en büyük deneyimi sosyalist bir toplumda görülebilir. Çünkü bugünden baktığımızda kapitalizm bireyleri tüketim kültürüne ve bireyselliğe itmektedir ve bazı sosyal medya uygulamaları da bireylerin bu durumlarını sürdürmesi için tasarlanmıştır. Sosyalist bir toplumda tüm altyapı ve üstyapı kurumları değişeceği gibi bu toplumdaki bireylerin sosyal medyayla ilişkileri de farklı olacaktır.

Öte yandan araştırma sonuçlarını etkileyecek başka veriler de olabilir. Örneğin sosyal ilişki ağı daha geniş olanların sosyal medya kullanımının zaten hali hazırda daha düşük olması gibi. Yani araştırma için bugün hemen her kapitalist toplumun temel bir özelliği haline gelen sosyal ilişkileri kısıtlı olan bireylerin seçilmesi araştırma sonucunda bir yanlışlık oluşturabilir.


University of Pennsylvania. (2018, November 8). Social media use increases depression and loneliness, study finds. ScienceDaily. Retrieved November 13, 2018 from www.sciencedaily.com/releases/2018/11/181108164316.htm

Melissa G. Hunt, Rachel Marx, Courtney Lipson, Jordyn Young. No More FOMO: Limiting Social Media Decreases Loneliness and Depression. Journal of Social and Clinical Psychology, 2018; 751 DOI: 10.1521/jscp.2018.37.10.751

4 Kasım 2018 Pazar

Yapay zeka ne getiriyor, ne götürecek?


İnsanlık, tarihinin en önemli, en etkili, en hızlı değişim sürecine girmek üzere. 18. Yüzyılın başında buharlı makinelerin icadı, demir üretiminin artması, demiryollarının yaygınlaşmasıyla birinci sanayi devrimi başladı. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren çelik üretim tekniğinin gelişmesi, elektrik, petrol ve değişik kimyasalların üretim sürecine katılması ikinci sanayi devrimi olarak tanımlandı. Seri üretim bu dönemin tipik özelliği oldu.

1970 den itibaren bilgisayar teknolojisinde, telekomünikasyon, robotik, lazer, fiberoptik ve biyogenetikte çok hızlı gelişmeler, internetin yaygınlaşması, bilgiye ulaşmanın kolaylaşması, otomasyonun birçok alanda kullanılması üçüncü sanayi devrimi olarak
kabul edildi.

Artık dördüncü sanayi devriminin, başka bir tanımlamayla Endüstri 4.0’ın eşiğindeyiz. Bu devrimin en önemli belirleyicileri yapay zeka, robotik ve kuantum bilgisayarları olacak.

Bilgisayar teknolojisinin çok hızlı ilerlemesi, yazılımların gelişmesi, otomasyonun ve robot teknolojisinin hemen her alana girmesi çalışma yöntemlerini ve koşullarını zaten çok değiştirmiş durumda. Çiplere yerleştirilen devre sayısı Moore Yasasına uygun olarak her 18 ayda iki katına çıktı. Geometrik bir dizi izleyerek kırk yılda iki milyon kat arttı. Günümüzde tırnak genişliğindeki bir USB kartına gigabyte boyutunda veri yükleniyor. Transistörler nano ölçülere kadar küçüldü. Klasik bilgisayarların gelişmesi fiziksel sınırına dayandı. Bir üst aşamaya kuantum bilgisayarların rutin kullanıma girmesiyle geçilecek. İşlem hızı ve kapasitesi günümüz bilgisayarlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde artacak. Yapay zeka asıl gelişmeyi kuantum biLgisayarları kullanarak gösterecek.

Yapay zeka uygulamaları şimdiden birçok alanda kullanılıyor. Apple’ın sesli asistanı Siri yazılımı, Microsoft’un sesli asistanı Cortana birer yapay zeka örneği. IBM ‘in Deep Blue bilgisayarı daha 1997 de dünya satranç şampiyonu Kasparov’u yenmişti. Google’ın yapay zeka algoritması Alpha Go, satrançta çok daha fazla hamle olasılığı bulunan Go oyununda Çin’li dünya şampiyonu Kei Je’yi yendi. Artık farklı yapay zeka programları arasında Go şampiyonaları düzenleniyor. IBM’in Watson projesi tıpta değişik alanlarda kullanılıyor.

Sürücüsüz araçlar şimdiden yollarda. Yeni nesil çamaşır makinelerinde çamaşırın ağırlığına, rengine, kirliliğine göre en uygun programı seçen, yapay sinir ağlarının kullanıldığı bir yapay zeka uygulaması.

Bu örnekler ortalıkta görünür olanlar. Fakat birçok bilimsel buluşta olduğu gibi yapay zekanın da ilk önce silah sanayiinde kullanıldığından kuşku yok. Akıllı füzeler, hedefini kendisi belirleyip ateşleyebilen makineli tüfekler, silahlı insansız hava araçları ve uçaklar, insansız tanklar, kendi rotalarını belirleyebilen, limanlara giriş çıkışları kendi kendine yapabilen savaş gemileri, öldürmeye programlanmış robotlar çoktan hazır.

Yapay zekanın olası tehlikelerine ilişkin endişeler bu kavramın yeni oluşmakta olduğu, çalışmaların emekleme döneminde olduğu dönemde dile getirilmeye başlandı. I. J. Good 1965’te “Eğer biz süper zeki sistemler inşa edersek, bu insanlığın son icadı olabilir” demişti. İngiliz fizikçi ve bilgisayar bilimleri uzmanı Stuart J Russell gelecekte bilişim sistemleri daha da zeki olduklarında onların kapasitelerine çok daha bağımlı olacağımızdan ve kendimizi bu sistemlerin kontrolü altına girmiş durumda görebileceğimizden endişe duyuyor.

Bazı bilişim uzmanları kendi kendine öğrenebilen, daha iyi donanım ve daha iyi algoritmalarla kendini yeniden dizayn edebilen bir sistemin bir zeka patlaması göstererek ilerlemesinin çok hızlanacağını ve çok kısa sürede insan türünün anlayamayacağı bir aşamaya geçeğini öngörüyorlar.

Stephen Hawking, robot ve bilgisayarların çok gelişmesinin bir noktadan sonra insanlığı tehdit eden bir noktaya geleceğini söylemişti. Bill Gates ve Elon Musk da yapay zekadan kaygı duyanlar arasında.

Bilimin, keşif ve icatların kötü amaçlar için kullanılması yeni bir durum değil. Üstelik neredeyse bir kural. Yani yapay zekanın olası tehlikeleri için endişe duyarken doğal zekanın tarih boyunca insanlığa, tüm canlılara ve doğaya verdiği zararları unutmamak gerekir. Yapay zekayı şeytanlaştırmak doğal zekayı iyilik meleği gibi görmek için yeterli değil.

İnternetin daha 60’lı yıllarda ABD ordusunun tüm birimleri arasında en kötü koşullarda bile asla kopmayacak bir iletişim ağı kurma çabasından (ARPANET) doğduğunu hatırlayalım. Barutun gücü hemen silah gücüne dönüşmüştü. Uzaya çıkmayı sağlayan füze teknolojileri Nazi Almanya’sının Londra’yı düşürülebilen savaş uçakları yerine engellenemeyecek bir silahla vurma projesinin ürünüydü. Birkaç başarısız denemeden sonra savaşın sonuna doğru da olsa Londra’yı vurmayı başardılar.

Atom çekirdeğinde saklı muazzam bir enerjinin varlığının keşfedilmesinden kısa süre sonra bu bilginin hayata geçirildiği ilk uygulama insanlıkla birlikte tüm canlıların hayatını tehdit edecek olan atom bombası oldu. Bu müthiş silah tüm dünyaya gözdağı vermek için savaşı zaten kaybetmiş ve teslim olmuş Japonya’da sivil bir hedefe, Hiroşima şehrine 1945 yıl 6 ağustos günü atıldı. Tek bombayla sivil-asker, kadın -erkek, erişkin-çocuk ayrımı yapmadan 140 bin insan öldürüldü ve aynı anda bir şehir ortadan kaldırıldı. Tek seferde en çok insan öldürme, en büyük maddi hasarı verme rekorları kırıldı. Radyasyonun geç etkilerine bağlı anomalili doğumlar onyıllarca sürdü. Kanser olguları aradan üç çeyrek yüzyıl geçmesine rağmen hâlâ sürüyor.

Bombanın adı da pek sevimliydi; “küçük çocuk.” Üç gün sonra Nagazaki şehrine “şişman çocuk” lakaplı ikinci bomba atıldı ve 70 bin kişi öldü. Bu olay bilimin büyük bir başarısı
olarak kabul edildi, takdir ve hayranlıkla karşılandı. Fizik bilimindeki bir gelişme dünyada dengeleri değiştirdi. ABD muazzam silah gücünü arkasına alarak dünyanın yeni hakimi konumuna aldi.

Lazer teknolojisi sanayide kullanıma başlamadan önce akla hemen ölümcül
bir silah üretmek geldi. 20. Yüzyılın başında ilk uçaklar henüz yolcu taşımaya başlamadan bombardıman için kullanıldı. 1911 de Trablus’ta bir İtalyan askeri pilot havadan ilk bombayı Osmanlı askerlerine attı. Hiçbir hasar veremese de bu olay İtalya’da büyük bir coşku yarattı. Gökyüzüne yükselen insanın aklına ilk gelen yerdekileri kolayca öldürmek fikri oldu.

Yapay zekanın önemi yaşamın bütün alanlarını temelden
değiştirme potansiyeline sahip olması. İnsanlığın tarihindeki en büyük bilimsel girişim olarak değerlendiriliyor. Klasik bilgisayarlar büyük ölçülerdeki verileri ve bilgileri saklayıp, istendiğinde hızla geri çağırmaya, belirli programlama yöntemleriyle otomasyona olanak sağlıyorlar. Fakat sisteme yüklenen verilerden daha fazlası çıktı olarak alınamıyor. Yapay zeka daha fazlasını ifade ediyor. Deneyimlerden ve eklenen yeni verilerden yeni sonuçlar çıkarabilen, öğrenebilen, tahminde bulunabilen, çözümler önerebilen ve üretebilen, insan beynine benzer şekilde çalışan bir sistem söz konusu. Bu yüzden nörobilim yapay zeka çalışmalarına büyük katkı sağlıyor. İlginç biçimde yapay zeka çalışmalarındaki ilerlemeler de insan beynini daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Fakat insan zekası sistemin tek esin kaynağı değil. Hayvan davranışları ve doğanın işleyiş
biçimi de incelenip değerlendiriliyor.

Başvurduğu çok sayıda bilim dalı ve farklı disiplin var. Bilgisayar bilimleri, matematik, dilbilimi, biyoloji, biyogenetik, fizik, kimya, psikoloji, felsefe, robot bilimi gibi.

Yapay zeka şimdiden beste ve resim yapabiliyor, matematik kuramı geliştirebiliyor, tıbbi tanı koyabiliyor, öğrenebiliyor ve öğretebiliyor, uçak kanadı tasarlayabiliyor, hava tahmininde bulunabiliyor.

Bilgisayarlar görme, işitme, dokunma duyularını çoktan kazanmıştı. Koku ve tatları ayırt etmeye yönelik çalışmalarda da epey mesafe alındı. İnsanın sahip olduğu beş duyuyu dijitalleştirilme işi tamamlanmak üzere. Kısa sürede bu teknolojinin mobil telefonlara sığdırılabilecek hale geleceği öngörülüyor. Facebookta yemek fotoğrafı paylaşılırken yemeklerin tat ve kokuları da gönderilebilecek. Bu sayede dostlar daha çok kıskanacak, düşmanlar daha şiddetli çatlayacak. Doğal dil işleme, diller arasında çeviri yapma, sesli soruları anlayıp, konuşarak cevaplama, dudak okuma, yüz ve retina tanıma, şaşmaz bir kesinlikle mesafe ölçme rutin işler arasına.

Yapay zeka ve robotların yaygın kullanımı birçok mesleği gereksiz hale getirecek. Dünya çapında yüzmilyonlarca insan işini kaybedecek. Etkilenmiyecek hiçbir alan kalmayacak. Otomasyon kol emeğine olan ihtiyacı azaltırken kafa emeği de birçok konuda işlevini yapay zekaya devredecek.

Gelmekte olan yeni dalga mavi yaka, beyaz yaka ayırımı yapmadan çalışma biçimlerini dönüştürecek. Örneğin, zanaatların ve zanaatçıların neredeyse tümüyle ortadan kalkması kaçınılmaz görünüyor. Üç boyutlu yazıcıların gelişip yaygınlaşmasıyla istenen her yerde en karmaşık araçlar ve eşyalar üretilebilecek. Fabrikalarda işçiye çok az gerek duyulacak, ya da hiç duyulmayacak. İstifleme ve yükleme işleri robotlara emanet edilecek. Yük taşıma sürücüsüz araçlara emanet edilecek. İnşaatlar büyük ölçüde robotlarla yapılacak.

Yapay zeka uygulamaları banka çalışanlarını tümüyle gereksiz hale getirecek. Zaten banka şubelerine de gerek kalmayacak. İnsansız bankacılık görünmez bankacılığa evrilecek. Çağrı merkezi çalışanları yerlerini yapay zeka programına bırakacak.

Düşük ücretli işlerde çalışanların işlerini kaybetmesi beklenen bir durum. Fakat en kalifiye işleri yapanlar bile etkilenecek. Yolcu uçağı pilotluğunun herhalde en üst düzeyde eğitim, bilgi, cesaret beceri ve tecrübe gerektiren mesleklerden biri olduğu tartışılmaz. Uçak kalkışını tamamlayıp, olağan düzenli seyrine başladığından inişe geçtiği ana kadar otomatik pilot zaten devreye sokuluyordu. Kalkış ve inişleri de yapay zekanın kontrolünde büyük bir kesinlikle yapmak mümkün hale geliyor. İnsan pilota ihtiyacı ortadan kaldırabilecek bir gelişme. Uçak üreticileri pilotluğu tümüyle otomasyona ve yapay zekaya devretme çalışmalarında epey ilerlemiş durumda.

IBM’in yapay zeka programı Watson tıp alanındaki uygulamalarıyla dikkat çekiyor. Örneğin, tıbbi görüntüleme tekniklerinin tanıda kullanılmasında büyük veriden yararlanıyor. Bir radyoloji uzmanının meslek yaşamı boyunca inceleyebileceği toplam görüntü 20 bini geçemezken, Watson’a milyarlarca radyogram, ultrasonogtrafi, bilgisayarlı tomografi ve MR görüntüsü yüklenebiliyor.

Sistem çok sayıda veriyi saniyeler içinde karşılaştırıp tanıya gitmek üzere programlanmış. Tanılardaki isabet oranı, sistemin öğrenme özelliği sayesinde giderek artıyor. Radyoloji uzmanlarının bu gelişmelerden de yararlanarak mesleklerini daha verimli yürütmeleri akla yatkın görünüyor. Fakat ekonomik akıl harekete geçti bile. Kâr marjını arttırmanın en kolay yolu maliyeti azaltmak. Bir radyoloğun temel eğitimden sonra 15 yılı bulan mesleki eğitiminin topluma maliyeti ve hastanelerin uzmanlara ödediği ücretler hesaplandı. İstenilen sayıda kopyalanabilen ve büyük veri desteğini arkasına alan bir yazılımın bu uzmanlara olan gereksinimi ortadan kaldıracağı konuşulur oldu. ABD’de radyoloji uzmanlık eğitimi için yeni asistan alınmasının durdurulması ciddi ciddi tartışılıyor. Bu tehdit sadece radyologlarla sınırlı değil. İnsan kontrolünde robotik cerrahi, göz ve beyin operasyonları dahil cerrahinin her alanında yaygınlaşmaya başladı. Yeni hedef cerrahı devreden tümüyle çıkarmak ve operasyonu tümüyle yapay zekanın kontrolündeki robotun yapması.

Amerika’da Baker Hostetler adlı hukuk bürosu IBM’ in geliştirdiği hukuk programı Ross’u işe aldı. Ross şimdilik sadece icra-iflas davalarına bakıyor. Böyle bir uzman sistemde tüm kanunları, tüzük ve yönetmelikleri, belli bir konudaki tüm dava dosyalarını, yüksek mahkemelerin tüm içtihat kararlarını büyük veri olarak yüklemek mümkün. Bir dava ile ilgili verileri toplamak, ilgili yasa maddelerini araştırmak çok zaman alan bir iş. Birleşik Devletler’de bu işi yapmak üzere avukatlık bürolarında çalışanlara paralegal, ya da paralawyer deniliyor. Hukuk Fakültelesi öğrencileri, yeni mezun olup avukatlık yetkisini almamış mezunlar ve meslekte yeni olan avukatlar istihdam ediliyor. En iyi işler sıralamasında yirminci sırada yer alan bu meslekte 260 bin kişi çalışıyor.

Uzman hukuk yazılımı bir paralegalin 360.000 saatte toplayabileceği veriyi saniyeler içinde bulup çıkarabiliyor. Oldukça iyi eğitim görmüş 260 bin çalışanın hiç düşünmeden kapı dışarı edilmesi için iyi bir gerekçe. Ekonomik akla da çok uygun görülecektir. Zamanla avukatlık da tehdit altındaki meslekler arasına girebilir.

Hukuk alanında geliştirilecek yapay zeka temelli uzman sistemlerin yargıçların yerine kullanılabileceği de öngörülüyor. Yargıçların benzer davalarda farklı kararlar verebilmeleri gösterilen gerekçelerden biri. ABD’de yapılan bir araştırmada tutuklu sanıkların tutukluluk halinin devam mı edeceği, tutuksuz yargılama kararı mı verileceğinin belirlendiği bir dizi duruşma incelenmiş. Özellikle haftanın ilk çalışma günündeki duruşmalarda kahvaltısını yapmış, iyi dinlenmiş haldeki yargıçların öğleden önce daha çok tutuksuz yargılama kararı vermeye, öğleden sonra yorulup, sinirleri gerginleşmeye başlayınca çoğunlukla tutukluluğun devamına hükmetmeye eğilimli oldukları belirlenmiş. Uzman sistemlerin subjektif etkilerden uzak olacağı için daha adil kararlar vereceği savunuluyor.

Muhasebecilik de yerini yapay zekaya bırakacak meslekler arasında görülüyor.

Yapay zekanın neden olduğu değişiklikler o kadar hızlı ki, bugün bir meslek edinmek için üniversiteye başlayan bir genç mezun olduğu yıl o meslek ortadan kalkmış olabilir. Birinci ve ikinci sanayi devriminde de birçok meslek ortadan kalktı, yeni meslekler ortaya çıktı. Fakat süreç yavaştı ve geçişler için zaman vardı. İnsanlar 15-20 yıl sonra neler olabileceğini, ya da olmayacağını öngörebiliyor, ona göre konum alıp, planlar yapabiliyorlardı. Günümüzde ve asıl yakın gelecekte kaçınılmaz ve hızlı dönüşümlerin bir dizi sosyal
ve ekonomik sorun yaratacağından kuşku yok. Bu çalkantıların en aza indirilmesi için önlemlerin ivedilikle alınmaya başlanması gerekiyor.

Otomasyon maliyetleri azalttığı için toplumda kolay kabul gören bir uygulama. Fakat üretimin büyük ölçüde bu yöne kayması çok sayıda insanı denklemin dışına iterken servetler giderek daha az kişinin elinde toplanacaktır. Neoliberal ekonomi uygulamalarının tüm dünyada belirleyici olduğu günümüz dünyasında gelir adaletsizliği zaten çok derinleşmiş halde. En zengin 80 kişi en fakir 3,5 milyar insanın gelirine denk servete sahip. Ticari malların nispeten ucuza mal edilmesi ucuza satılacağının garantisi değil. Geleneksel fotoğrafçılık yerini dijital fotoğrafa bıraktığında fotoğrafçılık çok kolaylaştı ve maliyetler çok düştü. Fakat gıda maddelerinin fiyatları aksine giderek artıyor.

Barınma, ulaşım, eğitim giderek daha pahalı hale geliyor.

Büyük çapta bir işsizler ordusunun oluşturulduğu günümüzde çalışanların işlerini kaybetme korkusu sürekli ve canlıdır. Dışarıda aynı işi çok daha düşük ücretlerle yapmaya razı ve buna mecbur olan yedekler hazır beklemektedir. Yakın gelecekte otomasyonun ve robot teknolojisinin daha da gelişmesi ve yapay zekanın birçok alanda kullanılmaya başlamasıyla çalışanlar üzerinde “dışarıda senin yaptığın işi çok daha ucuza yapacak binlerce kişi var” tehdidine “Senin işini çok daha ucuza yapacak robotlar, programlar var” tehdidi eklenecektir. Bu tehdit sadece düşük ücretli işler için değil, en karmaşık ve ileri uzmanlık gerektiren işler için de geçerli. Kitleler üzerinde asıl tehdit zaman zaman işsiz kalmak, sık sık iş ve sektör değiştirmek değil artık. Tümüyle gereksiz hale getirilme ve sistemin dışında kalma, değersizleşme gündemde. Slovan Zizek’in çok iyi ifade ettiği gibi, bugün bir işte uzun süreli çalışarak kendini sömürtebilmek bir ayrıcalık haline geldi.

Kullan-at çalışanlara ek olarak iş dünyasının gözünde çöpe dönüştürülmüş milyonlar geleceğin en büyük sosyal sorunu olacak.

Taşımacılığın tümüyle otomatlaşmasının trafik kazalarını ve buna bağlı ölümleri azaltacağı öngörülüyor. Artık sürücülük yapmayacağı için kazada ölme riski ortadan kalkan kamyon şoförünün açlıktan ölme riskine de çözüm bulmak gerekir.

Otomasyonun ilk başladığı dönemde robotların bizim yapamayacağımız, ya da yapmak istemeyeceğimiz zor ve kötü işleri üstleneceği beklentisi vardı. Yakın gelecekte ise insanların sadece robotların ve yapay zeka sistemlerinin yapamayacağı işlere mahkum ve razı olmaları riski var.

Bilgi teknolojilerinin birçok konuda hayatı kolaylaştırdığına şüphe yok. Bugün internete bağlanabilen bir cep telefonuna sahip bir ortaokul öğrencisi 30 yıl öncenin bir üniversite profesöründen çok daha fazla bilgiye çok daha hızlı şekilde ulaşabilir durumda. İnsanlar arasında iletişim olanakları zaman ve mekan engelini de ortadan kaldırarak çok arttı ve kolaylaştı. Fakat her değişim salt iyiliklerle gelmiyor. Ortaya çıkan ve çıkacak olan ekonomik ve sosyal sorunları görmezden gelmek akılcı olmaz,

Muazzam ölçüde bilgiyi saklayabilen, öğrenebilen düşünebilen kendini yenileyebilen ve insan zekasını aşarak tüm kararları alıp, uygulama konumuna erişen yapay zekanın kontrolü ele alarak insanlığın sonunu getirebileceği yönünde endişeler var. Bu çok düşük ve çok uzak bir olasılık.

Yapay zekaya kötülüğü öğretecek olan da yine insandır. Ayrıca doğal zekanın insanlığa ve doğaya bugüne kadar verdiği korkunç zararlar ortada. Kanımca yapay zeka bu konuda doğal zekaya yaklaşamaz. Dünyada tüm yaşamı defalarca yok edecek sayıda nükleer silah varken silah üreticisi şirketlere yeni kazançlar sağlamak için yenilerini üretme kararı verilmesi bile tek başına geleceğe yönelik ciddi endişe duymamız için yeterli değil mi? İnsanlık için yakın tehdit yapay zekanın yüksek zekası değil. Trump, Prens Muhammed bin Selman ve benzerlerinin doğal zekasıdır.

İklim değişikliği ve çevre felaketiyle karşı karşıya, savaşların sürekli hale geldiği, her dokuz kişiden birinin açlık çektiği ve dakikada çoğu çocuk 15 insanın açlıktan öldüğü dünya.

Bilişimde tekeller oluşturan ve insanlığın ortak bilgisini büyük ölçüde özelleştiren dev yüksek teknoloji şirketleri nasıl çalışacağımızı, nasıl üreteceğimizi, neler tüketeceğimizi, nasıl yaşayacağımızı, nasıl düşüneceğimizi nelerden hoşlanacağımızı büyük ölçüde belirler duruma geldiler. Devletlerin toplumlar üstündeki etkilerinin bu gücün yanında çok daha az belirleyici olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Yapay zeka ve kuantum bilgisayarları şüphesiz ki söz konusu şirketlerin gücünü daha da arttıracaktır. Değişimler o kadar hızlanacak ki, büyük olasılıkla uyum sağlamaya, olumsuz etkilere karşı önlem almaya fazla vakit kalmayacak.

3 Kasım 2018 Cumartesi

İstanbul’da cinayet, devlet ve "yeni dünya düzeni"…


Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçının 2 Ekim 2018 de, Suudi Arabistan’ın İstanbul konsolosluğunda vahşice/hunharca katledilmesi sonrasında
bütün devletlerin sorduğu soru şu oldu: “Bu cinayetten nasıl kârlı çıkabilirim?”, “elimi nasıl güçlendirebilirim?”. Tabii ana akım medya da cinayete devlet çıkarları doğrultusunda, daha doğrusu oligarşilerin çıkarları doğrultusunda yaklaştı… Gazetecinin öldürülmesi umurlarında bile değildi… Aksi halde ve her şey apaçık ortadayken, aradan yaklaşık bir ay geçtiği halde cinayetin aydınlatılmamış olması başka türlü açıklanabilir miydi?.. Kaldı ki, cinayetin faili bizzat devletin kendisi  olduğunda, cinayeti aydınlatmak değil, karartmak, üstünü örtmek esastır… Mesela bu konuda TC’nin zengin bir pratiği vardır… Gerçi şu ana kadar cinayet aydınlatılmış değil ama bu iğrenç cinayetin dünyanın sefil hallerini, burjuva rejimlerinin çürümüşlüğünü, devletlerin nasıl mafyalaştığını, kapitalizmin nasıl bir çöküş sarmalına hapsolduğunu, Ta Westfalya Barışı’ndan [1648]  beri oluşagelen uluslar arası hukukun ve teamüllerin nasıl yerlerde süründüğünü ‘aydınlattığında’ şek şüphe yok!  

Suudi Arabistan, Orta-Çağ kalıntısı tuhaf bir ‘devlet’… Aslında tipik bir devlet de sayılmaz… Adı üstünde Suudi Kralının-hanedanın devleti. Bir aşiretin/ailenin “özel mülkü”. Orada yaşayanlar da Suudi hanedanının kölesi, yurttaşları değil…  Suudiler, Vahâbî  mezhebine mensupturlar. XVIII ve XIX’uncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanıyorlar ama her iki isyan da eziliyor. Ancak, Harb-i Umumî sonrasında (1914-1918), Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından Arap Yarımadası’nın petrolüne göz diken İngilizlerin desteğiyle bir krallık kurmayı ‘başarıyorlar’… İki savaş arasında İngilizlerin, İkinci Emperyalistler arası savaş sonrasında da (1939-1945) dönemin tartışmasız hegomonik gücü haline gelen ABD’nin himayesi altına giriyorlar… Savaşın hemen sonrasında ABD ile ünlü Quincy Paktı imzalanıyor.  Buna göre ABD, Suudi Kralını koruma karşılığında petrolün kontrolünü ele geçiriyordu… Bir de Suudiler, Filistin toprağında bir Yahudi devletinin kurulmasına itiraz etmeyecekleri sözünü veriyorlardı…

Cemal Kaşıkçı varlıklı bir aileye mensuptu ve rejime yüksek düzeylerde hizmet etmiş biriydi. İleri sürüldüğü gibi ‘liberal-reformist-özgürlükçü’ değildi. Rejim muhalifi asla değildi. Suriye’de İŞİD Cihatçılarının askerlerin kafasını kesmesini, ‘etkin bir psikolojik taktik’ sayıyordu ve Suudilerin Yemen’e karşı yürüttükleri iğrenç savaşı da destekliyordu. Suriye’nin parçalanması gerektiğini söylüyordu… Gerçi Suriye parçalanmadı ama Veliaht Prens Muhammed Bin Salman [MBS] tarafından Kaşıkçının vücudunun parçalanmış olma ihtimali yüksek…

Teamüllere aykırı olarak Muhammed Bin Salman’ın [MBS], veliaht prens ilan edilmesi ve geçen yılın Kasım ayında gerçekleştirdiği ‘saray darbesi’ sonrasında dengeler değişmiş ve Kaşıkçı ABD’ye kaçmıştı… Tabii Amerikan ‘müesses nizamının’, Amerikan oligarşisinin gazetesi The Washington Post’ta köşe yazarı yapılması da manidardır…  Kaşıkçının MBS’ye karşı darbe girişiminde bulunan bir ekip içinde yer aldığı da söyleniyor… Dolayısıyla suçu büyük, katli vacipti…

Aslında Suudiler dışardaki muhalifleri ilk defa katletmiyor… Bugüne kadarki uygulama yakalayıp, içeride infaz etmekti… Bu sefer farklı olan, ilk defa bir ‘muhalifin’ dışarıda, Türkiye’de ve daha da önemlisi, konsoloslukta katledilmesiydi… Tabii muhalif temizliği yapan sadece Suudiler değil… Bu, tüm diktatörlüklerin, otokratik/despotik rejimlerin ortak pratiğidir, bir devlet geleneği, bir yönetim pratiğidir… Putin birçok muhalifi Türkiye’de katletti, İran başta Kürt muhalifler (Abdurrahman Kasımlo gibi) olmak üzere, rejim muhaliflerini Avrupa’da ve başka yerlerde katletti… Saddam Hüseyin de çok sayıda rejim muhalifini benzer şekillerde yok etmişti… İstanbul’daki cinayet konsolosluk binasında işlenmiş olması itibariyle bir farklılık arz ediyor… Suudilerin bu cinayetle ‘Konsolosluk İlişkilerine Dair Viyana Sözleşmesi’nin 55’inci maddesini de ihlâl etmiş oldular…

Cinayeti baştan itibaren hem Türk ve hem de Amerikan istihbaratı biliyordu… Türk istihbaratı bildiğini ‘ihtiyaca göre’ açık ediyor. ABD de, Veliaht Prensi köşeye sıkıştırıp, azamî taviz koparacak şekilde hareket ediyor. Trump her zamanki üslubuyla, bazen tehdit savuruyor, bazen yumuşuyor… Suudilerden gelecek yüz milyarlarca dolar söz konusuyken, başka türlü yapabilir miydi? Kongreden de Suudi Arabistan’ı zora sokacak pek ses çıkmıyor. Suudiler geçen yıl ABD’ye lobi faaliyeti için 27,3 milyar dolar transfer ettiler… Bu paradan kaç senatör ne kadar nemalandı bilinmez… Geride kalan dönemde Suudiler, petro-dolarları iyi bir insan satın alma aracına dönüştürdüler. Malûm, ‘vermek’ borçlandırmaktır… Suudiler devletlere, politikacılara, kurumlara, medyaya, “Sivil Toplum Örgütü” denilenlere, vb. sürekli rüşvet veriyor ve hepsini kendine “borçlandırıyor”… Muhammed Bin Salman (MBS) Veliaht Prens tayın edildikten bir süre sonra yaptığı Amerika seyahatinde, Eski başkanlar, en büyük tekellerin patronları, ünlü Hollywood yıldızları, Amerikan müesses nizamının üst düzey yöneticileri, Büyük gazete ve televizyon sahipleri ve yöneticileri, vb. tarafından nasıl karşılandığı hatırlardadır… Siz bu Orta-Çağ artığı karanlıkçı rejime Batıların “hayranlığını” neye yoruyorsunuz? İnsanın aklına Shakespeare’in ünlü Atinalı Timon oyununda paraya dair söyledikleri geliyor… Ah şu lânet olası para…     

Fakat sorunun bir de Suudi boyutu var. Suudilerin elinde de ABD’ye karşı kullanabilecekleri önemli kozlar var. Kaldı ki, ABD artık İkinci Emperyalist Savaş sonrasının ABD’si değil. Nitekim, savaş sonrasında ABD, bir başına dünya üretiminin (GSYH) %50’den fazlasını sağlıyordu. Bu gün %20’sini üretebiliyor. Aslında bu sadece ekonomik planda değil, jeopolitik ve diplomatik planda da güç kaybı demektir… Elbette bunu söylerken, artık ABD’nin hegomonik güç olmaktan çıktığı ima edilmiyor. Güç kaybına uğrasa da, ABD hâlâ bir numaralı hegomonik güç ve henüz nöbeti ondan devralacak bir aday da ortada yok…

Eğer Trump, ve diğerleri [İngiltere, Fransa, vb.] Kaşıkçı cinayetinin üstüne giderse, Suudiler petrol üretimini kısarak petrol fiyatlarını uçurabilir, mesela varil fiyatı 150-200 dolara tırmanabilir… Böyle bir şeyin sonuçlarını düşünmek bile ürperticidir… Petrol, kapitalist sistemin damarlarında dolaşan kan olduğuna göre… Tabii Rusya ve Çin’le de yakınlaşabilir, Silah alımının yönünü onlara döndürebilirler. O kadar ki, ezeli ve ebedi ‘düşmanı’ İran’la bile daha yumuşak ilişkiler geliştirebilir, en azından bir taktik olarak saldırganlığı geçici olarak erteleyebilir. Böyle bir olasılık, doğrudan yukarıda söylediğim ‘hegemonya’ zaafıyla, dünyanın artık “tek kutuplu” olmayışıyla, jeopolitik güç dengelerinin değişmesiyle ilgilidir…

Herkesin sorduğu soruya gelirsek: Cinayet mahalli olarak neden
İstanbul seçildi? Öyle ya bu iğrenç cinayet pekala Washington’da, Londra’da da, vb… işlenebilirdi. Aslında bu sorunun cevabını en iyi verecek olan, Veliaht Prens Muhammed Bin Salman [MBS] ama öyle bir şansımız yok… Son dönemde, ‘Arap Baharının” ardından Türkiye’yle Suudilerin ilişkisi soğudu. Suudiler Müslüman Kardeşleri düşman ilan etti. Türkiye [AKP-Erdoğan] hep Müslüman Kardeşlerin en büyük destekçisi oldu. Bu gün de öyle… İkincisi, Suudi-Katar krizinde AKP iktidarı [Erdoğan], açıkça Katar’ın safında yer aldı… Asker gönderme de dahil… Suudiler Türkiye’nin bu tavrını düşmanca bir eylem saydılar. Fakat önemli bir şey daha var: “Arap Baharının” ardından. Türkiye, [Erdoğan-AKP] Müslüman Dünyanın liderliği kuruntusuna kapıldı… Aslında böyle bir şey ‘olmayan duaya amin’ demekti ama bu Erdoğan’ın kuruntulara kapılmasına engel değildi…

Belli ki, muhteris ama tecrübesiz Muhammed Bin Salman, Türkiye’yi zora sokacak bir işe girişmiş görünüyor. “Ben senin ülkende cinayet işleyebilirim, haberin olsun” demek istiyor… Türkiye de cinayeti lehe çevirmekten yana bir tavır içinde. Bu vesileyle şahin bir siyasetçi olan MBS’nin iktidardan düşmesini istiyor. Eğer Veliaht Prens sahneden çekilirse, ilişkilerin düzeleceğini umuyor… Aslında her şeye rağmen Suudilerle AKP’nin ve bir bütün olarak Türkiye’deki Politik İslamcıların Suudi gericileriyle ‘kan kardeşliği’ söz konusudur… Salman’ın Türkiye tercihi yapmasının bir nedeni de bu olabilir… Türkiye’nin en az zararla çıkılacak yer olarak görüldüğü anlaşılıyor… Üç yıl önce [24 Ocak 2015], Suudi Kralı Abdullah bin Abdülaziz el- Suud’un vefatı üzerine Türkiye [Erdoğan iktidarı] bir günlük ‘ulusal yas’ ilân etmişti… “Derin dostluğun” bir nişanesi olarak….

Yemene Bak anlarsın!

Ana akım medya, Cemal Kaşıkçının iğrenç bir cinayete kurban gitmesine abartılı bir yer verdi. Aynı medya üç yıldır ABD, İngiltere, Birleşik
Arap Emirlikleri [BAE] tarafından desteklenen Suudilerin Yemende sürdürdüğü jenositten, insanlık suçundan hiç söz ediyor mu? ABD’nin Yemen’e kapsamlı ambargosunun neden olduğu vahşetin, insanlık suçunun haberini de veriyor mu? Yemen’de yaşanan insanlık trajedisinin bir “haber değeri” yok mu? Suudilerin Yemen’e açtığı savaşın başından beri, Dünya’da ve Türkiye’de Yemen hiç gazetelerin manşetine çıktı, televizyonların birinci haberi oldu mu? Her şeyi bilen “konunun uzmanları” öbek, öbek televizyonlarda toplanıp saatlerce Yemen’i tartıştı mı? Tartışabilirler miydi?  Yemen’e karşı sürdürülen biyolojik savaşın sonuçlarını, Suudi pilotlarının sivil halka yağdırdığı Amerikan bombalarının su arıtma tesislerini ve lağımları tahrip etmesinin kolera salgınını tetiklediğini, gıda üretimini zora soktuğunu, gıda ve ilaç ambargosu sonucu, daha şimdiden on binlerce Yemenlinin açlıktan ve koleradan öldüğünü sorun etti mi? Baştan itibaren ABD’nin hizmetinde olan Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] yüksek sesle emperyalist destekli pis savaşı mahkum etti mi?
Gereğini yaptı mı? Yapabilir mi?

Aşağıdaki resme iyi bakın. Gözleri önünde açlıktan ve susuzluktan ölmek üzere olan çocukları için dua eden, Tanrı’yı yardıma çağıran bir ana ve bir baba göreceksiniz… Görünen o ki, Tanrı Amerikan ambargosunu aşıp, çocuğun yardımına koşamıyor… Ve o çocuk binlerce, on binlerce, yüzbinlerce Yemenli çocuktan sadece biri… Alın size “Yeni Dünya Düzeni”…

25 Ekim 2018 Perşembe

Nuray Mert yaltaklandığı bir diğer kapıdan da KOVULDU!


"Yetmez ama evet"çi liboş takımın en rezil ve karaktersiz üyelerinden biri olan Nuray Mert'e bir kere daha kapıyı gösterdiler!

Doğan Medya Grubu’nun Demirören’lere devriyle başlayan işten çıkarmalar devam ediyor.

Hürriyet Daily News Genel Yayın Yönetmeni Murat Yetkin’in görevi bırakmasının ardından, gazetede Nuray Mert’in yazılarına da son verildi.

Odatv’ye konuşan Mert, “Ben hala yazıyor olmama şaşıyordum. Bütün yerlerde yazılarına son verilmiş biriyim. Buna Cumhuriyet de dahil. İktidarın da muhalefetin de hoş bakmadığı bir insanım” dedi.

Hürriyet Daily News’e, Murat Yetkin’le girdiğini belirten Mert, “Murat Yetkin gittikten sonra nasıl edecek diye merak ediyordum. Hiç sansüre uğramadım. İngilizce analizler yazıyordum. En son Cemal Kaşıkçı’yla ilgili biraz kuşkucu bir analiz yazdım. CNN International de dahil medya organlarının bazı şeyleri görmezden geldiğini düşünüyorum. Ancak yazılarıma son verilmesinin nedeni bu mu bilmiyorum” ifadelerini kullandı.

Haber böyle!

Nuray Mert adlı zavallı kişiye kovulmasını nedenini biz söyleyelim: Seni ait olduğun yere gönderdiler, sifonu çektiler. Olay budur.

Bu şerefsiz ve karaktersiz liboşun lanetli adını son duyuşumuz olsun bu haber diyoruz.

Kendisine son sözümüz ise "yıkıl karşımızdan hain pislik" şeklinde olacak...

19 Ekim 2018 Cuma

Uyuşturucu sorunu AKP döneminde katlandı: Peki neden?


Uyuşturucu ile mücadele İçişleri Bakanı Soylu’nun dediği gibi kol bacak kırarak olacak bir iş değil. Bu sorunun temelinde ülkenin ekonomik ve toplumsal koşulları yatıyor. İktidarın bu koşulları değiştirmeye niyeti olmadığı gibi, bu koşulları yaratan ana aktörlerden biri olduğu son 15 yıllık serüvenden görülebilir. Çözümse tam da bu koşulları değiştirmekten geçiyor.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, "Okulun çevresinde bir uyuşturucu satıcısını gördüğümüz zaman, beni ne kadar kınarlarsa kınasınlar, ne kadar eleştirirlerse eleştirsinler o uyuşturucu satıcısının ayağını kırmaya polis görevlidir" dediğinde Ocak ayıydı. Bu hafta bir açıklama daha yaptı. Uyuşturucu ile ilgili suçlar nedeniyle bu yıl 17 bin 57 kişi tutuklanmıştı. Halen 50 bin "torbacı“ cezaevindeydi. Verdiği rakamlara göre 2013'te 232, 2014'de 497, 2015'te 590, 2016'da 920, 2017'de 941 kişi, bu yılın 7 ayında da 119 kişinin doğrudan uyuşturucu kullanımından hayatını kaybetmişti. Eski geleneksel doğal uyuşturucular azalıyor fakat laboratuvarda üretilen kimyasal uyuşturucular artıyordu. Soylu’nun deyişiyle, “Türkiye uyuşturucu sağanağı altında” bulunuyordu.

10 ay sonra yaptığı açıklama polisiye tedbirlerin pek işe yaramadığının, polise ayak kırdırmakla uyuşturucunun yayılmasının önüne geçilemeyeceğinin kanıtı.

Türkiye’de dinselleşme bu kadar yaygınlaşırken uyuşturucu kullanımı neden artıyor? Neden bir üst sınıf fantezisi iken alt sınıflar arasında da yaygınlaşıyor. Yaygınlaşan yoksulluk, işsizlik, dağılan toplumsal yapı, gelecek kaygısı, umutsuzluk, çöken eğitim sistemi ile uyuşturucu kullanımının artması arasında bağ var mı? Bakan Soylu’nun cevap veremeyeceği pek çok soru var burada.

Eldeki veriler uyuşturucu sorununun AKP döneminde ne kadar büyük bir hızla büyüdüğünü gösteriyor. O verilere göre Türkiye sentetik uyuşturucuyla ölümde Avrupa birincisi. Türkiye AKP iktidarı döneminde ucuz sentetik uyuşturucu pazarı haline dönüştü. Böylece ucuzlayan ama tehlikesi de artan uyuşturucu alt gelir gurubundan insanlara daha kolay ulaşmaya başladı. Uyuşturucu maddelere ulaşmak kolaylaştı, bağımlılık yaşı 10’a düştü.

Devletin resmi rakamlarına göre son 10 yılda uyuşturucu madde bağlantılı suçlardan dolayı ceza infaz kurumlarında bulunanların sayısının yüzde 410, madde bağımlılığından kurtulmak için tedavi merkezlerine ayaktan başvuru yapanların sayısı yüzde 674 oranında arttı. Bunların çoğunluğu sentetik uyuşturucu bonzai bağımlıları.

FUKARA UYUŞTURUCUSU: BONZAİ

Bonzai, uyuşturucu sorununda özel bir başlık olmayı hak ediyor. Sentetik uyuşturucunun en yaygın olarak kullanılan türü. Bunun nedeni, diğerlerinden ucuz olması. Uyuşturucu tacirlerinin sayıca toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksulları hedef seçtiğinin de kanıtı aynı zamanda. Bu maddeye bağımlılık nedeniyle yatarak tedavi gören hastaların maddeyi ilk kullanma yaşı dehşet verici bir tabloyu ortaya çıkarıyor. Hastaların yüzde 10.9'u, 15 yaşından küçük. Yüzde 39.2'si 15-19 yaş, yüzde 30.1'i 20-24 yaş arası, yüzde 11.6'sı ise 25-29 yaş arasında. Madde bağımlılığı, Türkiye'de genç nüfusu tehdit ediyor.

Bonzai, ilk kullanımda öldürebiliyor. İçine fare zehrinden, naftaline, saman parçalarından çiçek tozlarına kadar pek çok madde karıştırılıyor. Son yıllarda ilk kullanımda ölenlerin sayısında bir gerileme var. Uzmanlara göre bu gerileme, kullanımın azaldığı anlamına gelmiyor. İnsanlar, hangi dozun öldürücü olduğunu öğrendi.

Ama öldürmese de bağımlılık yapma oranı çok yüksek. Uzmanlara göre bazı türlerinde uyuşturucu maddeyi bir kez kullanan kişinin bağımlı olma olasılığı yüzde 50. Ucuz ve kolay ulaşılabilir olması hayatıyla yazı tura atanların sayısını hızla arttırıyor. Tedavi olmak için hastaneye başvuranlarda özellikle genç yaşlardakilerin yüzde 90'ının işsiz, yüzde 80'i ilkokul terk veya ilkokul mezunu. İşsizlik uyuşturucuya yönelmede önemli bir etken. Bunun tersi de geçerli eğitim oranı arttıkça bağımlılık oranı düşüyor. En azından kaydı tutulabilen, ölümcül sonuçları olabilen uyuşturucular için bu böyle. Yani AKP dönemindeki ekonomik koşullar ve eğitim sistemine dönük sistematik saldırı sorunun büyümesinde temel belirleyenler.

DEPRESİF ÜLKE

Sadece yoksulluk yaygınlaşmıyor, son 15-20 yıllık süreçte ülkenin sosyal dokusunda da ciddi tahribat oluştu. Uzmanlar bunun bireylere yansımasının kaçınılmaz olduğunun altını çiziyor. Uyuşturucunun yanında antideprasan kullanımının artması da işte bu gelişmenin bir sonucu. Verilere göre Türkiye'de 2011-2016 arasında antidepresan kullanımındaki artış yüzde 25,6.

2003 yılında 14 milyon 238 bin kutu antidepresan satılırken, 2012 yılında 37 milyon 351 bin kutu, 2016 yılının ilk 9 ayında ise 33 milyon 638 bin kutu antidepresan tüketilmiş.

Türkiye'de madde bağımlılığı bu yıllar arasında 17 kat arttı. Buna eşlik eden rakamlar da ilginç. 2002-2016 yılları arasında fuhuş yüzde 790, cinayet yüzde 261, çocukların cinsel istismarı yüzde 434, uyuşturucu bağımlılığı yüzde 678, cinsel taciz yüzde 449, kadına şiddet yüzde 1400 arttı.

Uzmanlara göre düşük eğitim seviyesi, işsizlik, borçlanma, göç, fuhuş ve şiddet uyuşturucu madde kullanımını tetikleyen faktörler arasında. Tedavi gören hastaların yüzde 60’ını aşan kısmını işsiz veya düzenli bir işi olmayanlar oluşturuyor. Yüzde 70’inden fazlası ise ilk ve ortaöğretim mezunu.

Nüfus artışı ve göç de sorunu besleyen faktörler. Yatarak tedavi gören hastaların ikamet ettikleri iller incelendiğinde en yüksek vaka sayısının sürekli göç alan ve nüfus yoğunluğunun olduğu iller. (İstanbul, Adana, Mersin, Antalya, Konya, Ankara, Gaziantep, Şanlıurfa, İzmir, Bursa, Hatay.)

MUHAFAZAKÂR BÖLGELER BAĞIŞIK DEĞİL

Türkiye uyuşturucu üretim ve tüketim bölgeleri arasında bir köprü. Dolayısıyla pazardaki payı daha çok “ticaret” üzerindendi. Fakat son 15 yılda köprüde konaklama süresinin uzadığı, Türkiye’nin de ciddi bir Pazar haline geldiği görülüyor. Bu hem Afganistan kaynaklı afyon ve türevleri, hem de Avrupa kaynaklı psikotrop maddeler ve bunların üretiminde kullanılan kimyasal maddeleri için geçerli.

Pazar genişledikçe çeşitlilik de artıyor. Bonzai tüketimi azaldığı bölgelerde metamfetamin tüketimi artıyor. Hint kenevirinin laboratuvar ortamında başka uyuşturucularla hibritlenmesi sonucu geliştirilen “Skunk” bunlardan biri. Esrardan 20 kat daha tehlikeli. En yaygın olduğu illerden biri Trabzon. Eroin, Küçükçekmece, Sefaköy, Yenibosna, Pendik ve Tuzla’da yaygın. Metamfetamin ve esrar her ilçeye girmiş durumda. Kokain genellikle daha yüksek gelirli bağımlıların tercihi. Bu açıdan İstanbul’da en sorunlu yerleşim bölgesinin Esenyurt olduğu belirtiliyor.

Bonzainin yerini alan metamfetaminin İran sınırından ülkeye girdiği söyleniyor. İstanbul, Bursa ve Kars hedef pazarı.

Uyuşturucu ile mücadele Soylu’nun dediği gibi kol bacak kırarak olacak bir iş değil. Bu sorunun temelinde ülkenin ekonomik ve toplumsal koşulları yatıyor. İktidarın bu koşulları değiştirmeye niyeti olmadığı gibi, bu koşulları yaratan ana aktörlerden biri olduğu son 15 yıllık serüvenden görülebilir.

ÇÖZÜM NEREDE?

Aslında uyuşturucuyla gerçekten mücadele etmek isteyenlerin Rehalife Bağımlılık Rehabilitasyon Merkezi'nden psikiyatri uzmanı Dr. Cem Taylan Erden’in sözlerine kulak vermesinde yarar var. Erden uyuşturucu ve kapitalizm ilişkisinin altını “Endüstrileşme ve vahşi kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun bir işçi sınıfı ve işsizler ordusu yaratmanın en ekonomik yollarından biri uyuşturucu maddeleri yaygınlaştırmaktır” sözleriyle çiziyor.

"Modern hayata çarpık biçimde göç ettirilen insanoğlunun çarpık biçimde yeniden kurduğu toplumsal ilişkilerin yetersizliğinin ve insanoğlunun bu durum karşısındaki donanımsızlığının acısına ilacı olarak sunulan bir seçenektir" diyor Erden uyuşturucu maddeler için. Çünkü mevcut koşullar insanı bağımlılıktan koruyan değil, bağımlılığa zemin hazırlayan durumda. Erden kapitalizmin insanı bu durumda yaşamak durumda bıraktığını belirtiyor ve onu sağlıklı bir yaşam güvencesinden, açlıktan, işsizlikten, eğitimsizlikten koruyacak adımları atmak yerine bu bataklık içerisinde isyan etmeden yaşamasını sağlayacak bir çözüm sunduğunu belirtiyor. Uyuşturucular...

Erden’e göre insanlar modern hayatın eziciliği altında yalnızlaştıkça, paylaşımları azaldıkça, güven duygularını yitirdikçe, birbirleriyle ve toplumla sağlıklı bağlar kuramayıp örgütsüzleştikçe bu gibi maddelere sığınır hale geliyorlar. Yatkınlığı olan kişilerde bu sığınma halinin kalıcılaşacağını ifade eden Erden çözüm için de bu yalnızlık halinden kurtulmak için örgütlülüğü işaret ediyor: Bağımlılığın ilacı bağlılıktır, yani örgütlülük. Aile, sendika, dernek, parti bir örgüttür. Bu sorunu aşmak için daha fazla örgütlülüğe ihtiyacımız var.

16 Ekim 2018 Salı

Rahip Brunson'un Öyküsü GECEYARISI EKSPRESİ 2 Yolda!


"1970'li yılların başında ABD'nin en ciddi sorunu, uyuşturucuydu.. Amerikan gençliğinde salgın gibi yayılmıştı, mücadele edilemez hale gelmişti.. Uyuşturucuyu kaynağında kurutmak için, haşhaş üreten ülkelere baskı yapmaya başladılar.. Hedefte Türkiye vardı.. Çünkü o dönemin en büyük haşhaş üreticilerinden biri Türkiye'ydi..

* * *

Demirel'e “haşhaş ekimini derhal durdur” dediler.. Demirel kabul etmedi. “Adını afyon'dan alan şehrimiz bile var, çiftçimizin çok önemli gelir kaynağı haşhaş, durduramam” dedi..

* * *

Ambargoyla tehdit ettiler.. Demirel havayı biraz olsun yumuşatabilmek için sınırlama getirdi, “haşhaş ekimi sadece yedi şehirde yapılacak” denildi..

* * *

ABD tatmin olmadı.. “İlla yasakla” diye yükleniyordu..

* * *

Tam o sırada… Amerikalı bir üniversite öğrencisi Atatürk Havalimanı'nda vücuduna sarılmış halde iki kilo esrarla yakalandı..

* * *

Tıpkı Amerikalı rahip Brunson meselesinde olduğu gibi “hukuk” ve “diplomasi” üzerinden çok vahim taktik hata yapıldı.. ABD'ye misilleme olarak kullanılmaya kalkışıldı..

* * *

Şuursuz medyamız devreye sokuldu.. “Görüyorsunuz işte, bizim uyuşturucuyla alakamız yok, ABD'ye giden uyuşturucuyu bizzat Amerikalılar taşıyor” manşetleri atıldı..

* * *

Normalde en fazla dört yıl hapis verilmesi gerekirken, 30 yıl yapıştırıldı.. Aklımız sıra ABD'ye dersini vermiştik yani..

* * *

ABD burnundan soluyordu.. Şak…. 12 Mart Muhtırası verildi.. Amerikancı generallerimizin güdümünde ara rejim hükümetleri kuruldu.. Bu hükümetlerin ilk icraatı, elbette haşhaş ekimini yasaklamaktı.. ABD muradına ermişti!.

* * *

1974…. Ecevit iktidara geldi.. İlk icraatı haşhaş ekimini serbest bırakmak oldu.. ABD öfkeden deliye döndü.. Üstüne, Kıbrıs'a çıktık.. Haşhaş için hazırladıkları ambargoyu, Kıbrıs vesilesiyle uyguladılar..

* * *

Ecevit düşürüldü.. Milliyetçi Cephe Hükümeti kuruldu.. Şak…. Amerikalı üniversite öğrencisi hapis yattığı İmralı adası'ndan kaçtı!.

* * *

Güya İmralı'ya kum taşıyan bir balıkçı motoru gelmişti. Arkasında sandal bağlıydı. Amerikalı gece karanlığından faydalanarak bu sandala saklanmıştı. Motor denize açılınca sandalın ipini keserek, kürek çeke çeke Bandırma'da karaya çıkmış, otobüsle Bursa'ya, oradan İstanbul'a, oradan Edirne'ye gelmiş, Meriç nehrini yüze yüze Yunanistan'a geçmişti!.

* * *

Buna inanmak için gerizekalı olmak gerekiyordu..

* * *

Peki neydi?.

* * *

ABD'de üniversite öğrencisinin serbest bırakılması için geniş çaplı kampanyalar başlatılmıştı. ABD Kongresi başta olmak üzere, Türkiye'ye büyük baskı uygulanıyordu.. Bu baskılar neticesinde, 30 yıl hapis cezasına çarptırılan Amerikalı üniversite öğrencisi, kapalı cezaevinden alınmış, İmralı'daki yarı açık cezaevine nakledilmişti.. Sonra da, MİT-CIA işbirliğiyle kaçırılmıştı.. Selanik'teki Amerikan konsolosluğuna götürülmüş, Almanya üzerinden uçakla New York'a götürülmüş, medya ordusuyla karşılanmıştı..

* * *

Tıpkı Amerikalı rahip Brunson meselesinde olduğu gibi, “hukuk” ve “diplomasi” üzerinden yapılan bir başka vahim hataydı..

* * *

Sayın devletimiz pazarlık etmişti.. Bu pazarlık çerçevesinde, Amerikalı üniversite öğrencisi cezaevinden firar etmiş gibi bırakılacak, ülkesine gidince basına konuşmayacak, susacak, hadise kapatılacaktı..

* * *

Sayın şuursuz medyamız, bu vahim pazarlığı afişe etmek yerine, yalanlara çanak tuttu. “İmralı'dan müthiş firar” manşetleri atarak, sayın ahalimizi organize yalana inandırdı..

* * *

Sonra?.

* * *

Amerikalı üniversite öğrencisi kitap yazdı.. Hollywood zaten aportta bekliyordu.. “Geceyarısı Ekspresi” adıyla filme çekildi..

* * *

Biz Türkleri komple ırkçı, işkenceci, tecavüzcü, iğrenç insanlar olarak gösterdi, Türkiye'yi asla adım bile atılmaması gereken, hukukla alakası olmayan, hırıstiyan düşmanı, ilkel, vahşi, korku imparatorluğu gibi gösterdi.. Tecavüz edilirken fonda ezan okunuyordu.. İşkence yapılırken Türk Bayrağı gösteriliyordu.. Dünyaya Türkiye'yi böyle tanıttı.. Dünyada yankı uyandırdı.. Türkiye'nin imajı tarihte görülmemiş şekilde karalandı.. Kalıcı tahribat yarattı.. Karşılığında iki Oscar aldı!.

* * *

Misilleme yapalım derken, misillemenin feriştahını görmüştük.. Haşhaş direnişimiz, hukuku eğip bükelim derken, faciayla sonuçlanmıştı..

* * *

(Şimdi bu okuduklarımıza kısa bir ara verelim, parantez açalım.).

* * *

(1 Mart 2003 tezkeresinin Tbmm'de reddedilmesinden hemen sonra Amerikan dizilerinde ve Hollywood filmlerinde aniden “köktendinci Türk teröristler” peydah oldu.. ABD'nin en çok izlenen istihbarat dizisi 24'e Thomas Sherek adıyla Türk terörist monte ettiler, Türk vatandaşıydı, İzmir doğumluydu, Türkçe bilmiyordu, anadili Arapça'ydı, nükleer santralı havaya uçurdu, ABD savunma bakanını kaçırdı, ABD başkanının uçağını bile düşürdü!. Bu diziye göre, Los Angeles'ta oturan, normal bir aile gibi yaşayan uyuyan hücre vardı, onlar da Türk'tü, elebaşları Habip diye biriydi, Türk'tü, Ankara'dan İstanbul'dan talimat alıyorlardı.. Bu dizi beş dalda Emmy ödülü kazandı!. Bitmedi…. Libya'da ABD büyükelçisinin öldürülmesiyle alakalı film çektiler. “Bingazi'nin Gizli Askerleri” adıyla vizyona giren filmde elçilik binasını yakan terörist, Türk bayraklı tişört giyiyordu.. “NCIS Los Angeles” dizisinde, beyaz takkeli kalaşnikoflu teröristleri taşıyan gemi, Türk gemisiydi, Türk bayraklıydı, adı Hamidiye'ydi.. “Out of Reach” filminde, Polonya'daki Türk konsolosluğu terör yuvasıydı, üstüne, çocuk ticareti yapılıyordu.. “War Dogs” filminde silah ticareti filan anlatılıyordu, Türk tankları ve bizzat Tayyip Erdoğan gösteriliyordu.. En son… ABD eski başkanı Bill Clinton roman yazdı, bir milyondan fazla satan bu romanda Cihadın Oğulları adıyla çok tehlikeli bir terörist örgüt var, ABD'ye savaş açan bu terör örgütünün elebaşı Türkiye doğumlu, adı da Süleyman Cindoruk!).

* * *

Vaziyet bu haldeyken…. Türkiye köktendinci terörizmin merkezi olarak sunulurken…. Amerikan düşmanı, hıristiyan düşmanı olarak gösterilirken….

* * *

Güya misilleme yaptık, “ver papazı al papazı” diyerek Amerikalı papazı “casus” suçlamasıyla içeri attık, eyy Amerika dedik, bu teröristi asla alamazsınız dedik, bizim Allahımız var filan dedik.. Bilahare, tıpkı esrarkeş Amerikalı öğrenci meselesinde olduğu gibi, yüzümüze gözümüze bulaştırdık, tükürdüğümüzü yaladık.. Yalancı gizli tanıklarla hapse tıktığımız papazı, ABD başkanı devlet töreniyle ağırladı, tüm dünyada birinci haber oldu..

* * *

Analiz yeteneği sıfır olan… Algı operasyonu yürüteyim derken, senaryosu çoktan yazılmış algı operasyonuna figüran olan sayın yöneticilerimizi tebrik ederim..

* * *

Başrolünde papaz bulunan “Geceyarısı Ekspresi”ne herkes hazır olsun.. "

28 Ağustos 2018 Salı

Kadınlar neden seksi selfie paylaşıyor?


PNAS'ta yayımlanan bir araştırmada, New South Wales Üniversitesi Evrim ve Ekoloji Araştırma Merkezi dikkat çeken sonuçlara ulaşıldı...

Dünyanın en önde gelen akademik jurnallerinden olan PNAS'ta yayımlanan bir araştırmada, New South Wales Üniversitesi Evrim ve Ekoloji Araştırma Merkezi dikkat çeken sonuçlara ulaşıldı.

Evrim Ağacı’nda yer alan habere göre Melbourne Üniversitesi Psikoloji Bölümü ve yine Melbourne Üniversitesi Ekonomi Bölümü'nden bilim insanları, 113 ülkeden on binlerce halka açık selfie'yi analiz etti.

Araştırmacılar özellikle de "ateşli" veya "seksi" gibi etiketlerle işaretlenmiş olan özçekimlere odaklandılar. Araştırmanın başyazarı Dr. Khandis Blake sonuçları şöyle analiz ediyor:

“Bu tarz özçekimlerin en yüksek olduğu yerlere baktık. Modern psikolojide kadınların kendi görünümleriyle en çok ilgilendikleri yerlerin ataerkil baskıların en yüksek olduğu yerler olduğu gösterilmiştir. Yani kadınların fiziksel görünümlerine diğer özelliklerinden daha fazla değer verilen yerlerde kadınlar da kendilerine daha çok bakmaya meyletmektedirler. Bu argümana göre eğer bir yerde seksüalizasyon (cinselleştirme) varsa, orada cinsel eşitsizlikten doğan zayıflık vardır.”

Buna bağlı olarak araştırmacılar, erkek egemenliğin yüksek olduğu ve kadınların cinsel nesne olarak görüldüğü yerlerde seksi selfie çekme oranlarının daha yüksek olacağını düşünüyorlardı; ancak veri analizi çok daha ilginç bir sonucu ortaya koydu: Erkek egemenliğinden ziyade, ekonomik eşitsizliğin (gelir eşitsizliğinin) daha yüksek olduğu veya arttığı bölgelerde kadınlar seksi özçekimlere daha fazla zaman ayırıyordu! Dr. Blake şöyle anlatıyor:

“Beklentimiz aksine bulduğumuz, ekonomik eşitsizliğin giderek arttığı yerlerde kadınların internete daha fazla seksi özçekim yükledikleri yönündeydi. Erkeklerin daha fazla toplumsal güce sahip olduğu veya cinsiyet eşitsizliğinin belirgin olduğu yerlerde değil.”

Üstelik bu sonuçlar sadece belirli bir ülke veya topluma özgü değildi: hemen her coğrafi bölgede bu davranış kalıbı gözleniyordu. Bundan emin olmak için araştırmacılar popülasyon büyüklüğü, insan gelişimine dayalı özellikler, internete erişim gibi sayısız faktörü de hesaba kattılar - ama sonuç değişmedi!

GELİR EŞİTSİZLİĞİYLE ÖZÇEKİMİN NE ALAKASI VAR

Uzmanlar, gelir eşitsizliğinin yüksek olduğu yerlerde rekabetin ve statüye sahip olma geriliminin de yüksek olduğunu vurguluyor. Bu, sosyal hiyerarşinin her basamağında geçerli: Gelir eşitsizliği arttıkça, insanlar gelir basamağının daha da üstlerine çıkmak için kendilerini baskı altında hissediyorlar. Dr. Blake şöyle diyor:

Gelir eşitsizliği ile seksi özçekimler çekmenin bu kadar ilişkili olması, kadınların seksi özçekimleri kendi çevrelerinde sosyal statülerini arttırmak için kullandıklarını düşündürüyor. Doğru veya yanlış... Günümüzde seksi gözükmek ekonomik, sosyal ve kişisel birçok kazancın önünü açıyor.

Bu, elbette genellikle bilinçli veya farkında olunarak yapılan bir davranış değil. Yani kadınlar, "Hmm burada gelir eşitsizliği çok yüksek; memelerimi çekeyim de sosyal statüm artsın" diye düşünmüyorlar. Bu tür davranışlar, bulunulan çevrede bireylerin birbirleriyle kurdukları karmaşık sosyal statü ağının yarattığı psikolojinin bir sonucu olarak doğuyor. Sosyal statü basamaklarını tırmanmaya itilmişlik, bunu mümkün kılacak davranışların daha sık sergilenmesine neden oluyor. Seksi özçekimler sayesinde sosyal statü kazanma çabası da bunlardan sadece birisi.

SADECE SEKSİ ÖZÇEKİMLER DE DEĞİL

Araştırmacılar dijital dünyadan uzaklaşıp, daha "gerçek dünyadaki" davranışları da incelediler ve birebir aynı sonucu buldular! Dr. Blake şöyle anlatıyor:

BİZİ BUNA İTEN EVRİM!

Elbette bu tarz davranışların evrimsel bir kökeni bulunuyor. Araştırmacılar, bu tür bir davranış değişikliğinin evrimsel açıdan çok mantıklı olduğunu söylüyorlar:

“Evrimsel açıdan düşünüldüğünde, bu tür davranışlar tamamen mantıklıdır; hatta uyum başarısını arttırıcıdır. En nihayetinde insanlar eşler için mücadele halindedir. Buna bağlı olarak, hiyerarşinin neresinde bulundukları, ne tür eşler bulacaklarını doğrudan etkiler. Herkes, hiyerarşinin en üst basamaklarında olmak ister. İşte bizim araştırmamız da bu gerçeğe tam olarak uyuyor: Her şey, kadınların ne için ve nasıl mücadele verdiğiyle ilgili.”

Dr. Blake sözlerini şöyle sonlandırıyor:

“Yani bir daha bir kadının bikinisini seksi bir şekilde ortaya koyduğu bir fotoğraf yayınladığında, onun zekadan yoksun veya bir kurban olduğunu düşünmeyin. O, son derece karmaşık bir sosyal ve evrimsel oyun içindeki stratejik bir oyuncudur. Tıpkı diğer herkes gibi, o da yaşamdaki başarısını maksimize etme peşindedir.”