6 Nisan 2020 Pazartesi

İzolasyonun getirdiği travmaya dikkat edin!

1 Dr. Fatoş Altınbaş, Türkiye’deki vatandaşların Akdenizli kimliğine sahip olduğunu söyleyerek, corana virüsü salgını nedeniyle uygulanan sosyal izolasyona uyum sağlamakta güçlük çektiğini belirtti. Dr. Altınbaş, “Sevdiklerimizi korumak için bunun zorunluluk olduğu halka sık sık anlatılmalı” diye konuştu.
2 Akdeniz ülkelerinde insanların ılımlı hava koşulları sebebiyle hayatlarını yoğun biçimde dış mekanlarda geçirdiğine dikkat çeken Dr. Altınbaş, “Kuzeyden güneye gittikçe balkonların genişlediğini, evlerin bahçelerinin büyüdüğünü gözlemlersiniz. Aynı zamanda geniş ailelerin bir arada yaşadığı, kalabalığı seven bir kültürel yapımız var. Bu durum virüsün yayılmasına olanak sağlamakta” ifadelerini kullandı.
3 Evde kapalı kalmış olmak hissi ve yaşanan kaygıların beraberinde aile bireyleri arası çatışmaları da getirebileceğini belirten Dr. Altınbaş, “Mümkünse ayrı alanlar yaratmak, iş bölümü yapmak ve karşıdakinin özel zamanına saygı duymak çatışmaları indirger. Modern hayatın koşuşturmasında fazla bir arada olamayan çiftlerin bu dönemi birlikte vakit geçirmek için bir fırsat olarak görmesi ilişkinin devamı için faydalı olabilir” dedi.


4 İzolasyonun getirdiği yalnızlık ve çaresizlik duygusunun travmaya neden olabileceği uyarısı da yapan Dr. Fatoş Altınbaş, “Bu nokta koronavirüsün yol açtığı ekonomik ve toplumsal sorunlar kadar önemli. Evde öz bakıma dikkat etmek, egzersiz yapmak, hobilerimizle ilgilenmek, zamanımızı verimli geçirmek ve sürekli salgın haberlerini dinlememek, pozitif düşüncelere odaklanmak gerekli” diye konuştu.
5 Ailelerin bu dönemde çocuklarıyla iletişimde dikkat etmesi gereken bazı noktalar bulunduğunu da dikkat çeken Dr. Altınbaş, “Online eğitim sisteminde pek çok ebeveynin çocuğu ile çatışır hale geldiğini görüyorum. Ben bu süreci ilkokul ve ortaokul çağındaki çocuklara ağır ders yükü vererek değil, oyalama amaçlı eğitsel faaliyetlerle atlatmamız gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca anne-babanın çalışmak zorunda olduğu ailelerde bir kişinin dönüşümlü olarak evde kalmasına dair bir düzenleme yapılmalı. Çocuklara korku ve kaygı yüklemeden, yaşadığımız dönem ve durum net bir şekilde anlatılmalı ve geçici olduğunun altı çizilmeli. Televizyonlardaki salgın haberlerine maruz kalmalarına müsaade edilmemeli” ifadelerini kullandı.
6 Yaşlıların yüksek risk nedeniyle bu dönemi maksimum izolasyonda dinlenerek geçirmeleri gerektiğini de belirten Dr. Altınbaş, “Maalesef sosyal medyada çok fazla yaş almış kişilerle alay eden videolar gördüm. Bu toplumsal vicdanı yaralayıcı davranışlara toplumsal tepkiler vermeliyiz. Yaş almış aile fertlerimizin sevgi ve saygımıza en fazla ihtiyacı oldukları zamanlardan geçiyoruz” dedi.

28 Mart 2020 Cumartesi

Dışarı çıksak hastalık, içeride kalsak depresyon... Bir yalnızlık sınavı: Korona

Karantina günleri hepimiz için ama yalnız ama birileriyle farklı deneyimlere gebe. Öyle ki, belki de bugüne kadar hiç bu denli maruz bırakılmadığımız "kesintisiz bir birlikte yaşama sınavına" tutulmuş gibiyiz.


Korona salgını ile birlikte artık zamanımızın büyük bir kısmında evdeyiz. Özellikle de okuyan ve çalışan kesimin zaman zaman aş erdiği keşke hep evde olsam kafası bile bugünlerde çökmüş durumda. Çünkü her şeyde olduğu gibi bu konuda da evde kalmaya mecbur bırakılmak, dışarda olmayı cazip hale getiriyor. Bir de buna salgının tüm iletişiminin ileri yaş grubu üzerinden yapılması eklenince bu durum, belli bir yaş grubunun altındaki kesim ve sağlık problemi olmayanların lastiklerini gevşetmesine yol açtı. Haliyle de bir hava alacağız canım, e zaten kimseye yaklaşmıyoruz ki destekli soluğu bahçelerde, parklarda sahillerde alan çok dikkatli (!) bir kalabalık yarattı.

Yani bu sefer yüzde elliyi - gerçek manada - evinde zor tutuyoruz! Peki evde olanlar nasıllar?


DIŞARDA BAHAR, İÇERİDE KIŞ

Bugünlere adapte olması en zor kesim okuyan ve çalışanlar. Neden? Çünkü evde kesintisiz bir yaşam sürme pratikleri zayıf. Zaten eve pert geliniyor, uykuya kadar ya son bir kuvvet eşle çocukla ilgileniliyor, ya da stand by konumda televizyon karşısında oturuluyor. Sonrası da zaten uykuya emanet. Yani evle bağımız, bir barınma ihtiyacından çok da ötede değil. Zaten evi başkaları temizliyor, çocuğa başkaları bakıyor, yemeği de başkaları yapıyor.

Oysa şimdi ne oldu?

İş başa düştü. Evde kalmak mecburi olunca hem ev pratiğine hızlı bir adaptasyon gerekti. Hem de her tür ilişki için en zor durumlardan biri olan kesintisiz birliktelik sınavına tabi olduk. Dışarı çıksak hastalık, içerde kalsak depresyon… Öyleyse bir sınav kitapçığını açalım:

1) Kişi yalnızsa kendiyle

2) Değilse başkalarıyla sınanacak.

Anladık ki Korona’dan sonra hiçbir şey aynı olmayacak. Birçok ilişki bu salgından ya bağışıklık kazanarak ya da tamamen yok olarak çıkacak. Zaten Çin’deki karantinadan sonra boşanma davalarında görülen artış da bu tahmini doğruluyor.

KORONA BİR YALNIZLIK SINAVI MI

Mecbur kalınmış yakınlık veya yalnızlık insan için en zorlu deneyimlerden biri dedik. Böyle günler için kenarda köşede birkaç iyi arkadaş, yakın dost, hatta sevgili bulundurmak iyi olurdu diyenler yok değil. Bugün yalnızlık, kelime anlamından bile çok ötede artık. Çünkü hayatta yalnız olmamamıza rağmen, yalnız kalmaya mecbur bırakıldık. Yani bir nevi tecrit duygusu. İtalya’daki çoğu vakada olduğu gibi ölüm döşeğinde sevdikleriyle son teması görüntülü konuşmak olan, bazen o şansı bile olamayanları gördükçe yalnızlığın en sert gerçeği ile sarsıldık. Tam da bu noktada düşünür Oruç Aruoba’nın bir şiirini getiriyor akıllara :

Özlediğin, gidip göremediğindir;

ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir; ama

gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-

ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-

ama, gidememen, görememen;

gene de, istemen…

SEVMEK BAZEN UZAK DURMAKTIR

İşte dışarda süre gelen bu sert akışa, içimizin yumuşak yanını kaptırmamak için uğraştığımız günlerden geçiyoruz. Haliyle de karantina günleri çoğumuzu bir anlam arayışına soktu. İnternetin, teknolojinin olmadığı günler evde zamanın nasıl geçtiğini hatırlamaya çabalarken, asıl darbe yıllarını bir radyonun başında geçirmişken bugün evde tutmak için takla attığımız nesilden geliyor. Çoğumuzun anneleri, babaları, akrabaları...

Bir de onlara yaşlı demiyor muyuz? Eminim çığrından çıkıyorlardır. Belki de şu açıdan bakmak gerek : Kendini yaşlı görmeyen bir kesim için yaşlı kelimesini kullanmak hedef aldığımız kitleyi sollamaya neden oluyor olmasın? İletişim dilini ileri yaş şeklinde değiştirmek çok mu zor?

Zaten bu kesim, dünyanın son yıllardaki en hassas mevzusuna kendi hayatlarının da en hassas döneminde yakalandılar. Bugün çocukları ebeveynleri oldu. Evde durmak istemeyen anne-babalarına nasihatler savuruyorlar, onlara bir hastalık bulaştırmamak için uzak duruyorlar. Öte yandan da yalnız kalmamak motivasyonuyla çocuk sahibi olanları düşünün. Bugün tam da bu yüzden yalnız kalmak zorundalar. Yani kimin kimden aldığı bir intikam, belli değil! Tüm kurallar yıkılıyor, yerine henüz yenisi geçemiyor. Ama er ya da geç bir düzen inşa olacak.

FİZİKSEL UZAKLIK, DUYGUSAL YAKINLIK

Korona belki de bildiğimiz ezberleri bozmamız adına tüm düzeni kökten değiştirecek bir farkındalık getirecek. Birbirimizden fiziken uzakken tanıdıklarımızla, hatta tanımadıklarımızla bile duygusal yakınlığımızı daha da artıracak bir uç verecek kalbimize. Uzaktan sevebilmeyi öğrenirken yine aynı uzaklık sevgimizin sağlamasına imkan tanıyacak. Yokluğunu ancak yoklukta anlayacağımız şeyleri öğreneceğimiz bir dönem bu.

Eve kapanmanın ise en iyi yanı, hayatın ritmini mevsim normallerine çekebilmek olacak. Çünkü her şeye yetişebilmek için - örneğin işe, eşe, çocuğa, arkadaşa, eğlenceye, trafiğe, teknolojiye – öyle hızlandırdık ki zamanı…

Yüzyıl öncesiyle aynı takvimi kullansak da hayatın hızı, takvimin gösterdiği zamanın üzerine çıktı. Teknoloji gelişti, mesafeler kısaldı. Bugün bir güne sığdırılabilenler, yüzyıl önce kaç gün, ay hatta yıl ediyordu? İşte tam da virüsün en büyük silahı bu. Kısalttığımız mesafeler ve hızlandırdığımız hayat üzerinden bize sıktığı silahın dumanına bir püf diyelim.

Belki de bugün almamız gereken ders, aynı yıllar önce anlatılan o hikayedeki gibi; “Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kalıyor.”

Öyleyse, görevlerini yerine getirmediklerinde Tanrılar tarafından ülkeye salgın hastalığın ceza olarak verildiğine inanan ve uzun yıllar veba salgınıyla uğraşan Hititlerin bir duasıyla yazıya son verelim. Gerçi güncel kaynaklarda bu metnin Amerikan düşünür Wilferd Arlan Peterson tarafından yazıldığı öne sürülse de bırakalım yazanı, bize gösterdiğine bakalım. Nasıl olsa üzerine düşünecek artık daha çok zamanımız var…

Tanrım,

Beni yavaşlat.

Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir,

Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele.

Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver.

Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.

Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol…

Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı,

güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı,

güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret…

Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat.

Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini,

yaşamda hızı artırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim…

Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.

Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır…

Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi,

yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et.

Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim.

22 Mart 2020 Pazar

Haşmet Babaoğlu Aslında Kimdir?

Bazı ölümler vardır, ancak çürümüş ceset kokmaya başlayınca farkına varırsınız. Yaşarken çoktan "önemsizleşmiş ve değersizleşmiş" bir zavallının cenazesi bile farkedilmemiştir ki birileri onu gömmeyi akıl edebilsin. Haşmet Babaoğlu denen garibanın "beyin ölümü" işte böyle bir sefalet öyküsüdür.


Koronavirüsü salgını dolayısıyla özveriyle çalışan sağlıkçılara her akşam saat 21.00'de alkışlarla destekte bulunuluyor. Kısa sürede tüm ülkede yayılan ve şu zor zamanlarda hepimizin içinde yeniden umudu doğuran bu dayanışmaya Haşmet Babaoğlu'ndan sert tepki geldi.

Twitter hesabından paylaşım yaptı:

-"Ben bu saat bilmem kaçta alkış vs işlerini yutmam, katılmam da. Bu kampanyanın nasıl kötüye kullanıldığını defalarca gördüm. (...) Bir takım pisliklerin bu alkış kampanyasını nasıl sevinçle karşıladığını da buradan görüyor, izliyorum."

Ne ilginçtir ki... Hemen akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşi de saat 21.00'de sağlıkçıları alkışlayınca yazdığı tweeti sildi, hesabı kapattı ve ortalıktan kayboldu...

Sahi kimdir Haşmet Babaoğlu?

65 yaşında. 8 Mayıs 1955'de Bursa'da doğdu. Sosyoloji mezunuydu.

İstanbul'da yıllarca basında editörlük yaptı. Edebiyat dergilerine yazdı durdu. Romantik aşk hikâyeleri anlattı. Entelektüel görünmenin raconuydu; aksesuarları, keskin bakışıyla küçük hayranlarının kalbini çalan havalıydı!

Kitaplar çıkardı: 1998 yılında, “Herkes birbirine sevgi herkese karşı”, 2001 yılında “Bekle beni gelmeyeceğim”, 2004 yılında, “Haydi kıralım hayallerimizi”

Hiç okunmadı. Hiç yaratıcı değildi çünkü. Kopyacıydı.

Umduğunu bulamadı edebiyatta. Her “olmak” isteyip olamayan gibi kendine olan güveni yitirdi; ve ne sevmeyi bildi, ne de dost kalabildi kimseyle...

Zayıflıklarına esir düştü; ünlü olmak için her yola başvurdu. Gazeteci bile dövmeye kalkıştı; yeter ki hakkında konuşulsun! Şöhret hastalığına yakalanmıştı...

HINCAL ULUÇ ÜN YOLUNU AÇTI

Hayatını değiştiren kişi, Hıncal Uluç oldu. Elinden tutup merkez medyanın vitrinine koydu.

NTV'de “90 dakika “ adlı programda Hıncal Uluç'un uzun konuşmaları ve kahkahaları arasında soluklandığı anlarda, “Şimdi meseleye şuradan bakmak lazım Hıncal abi” dediğini hatırlar mısınız? Ve... Tam bir şeyler anlatmak üzereyken reklam arasıyla hevesi kursağında kalan kişiydi Haşmet Babaoğlu...

Ekran ona; yazarak, yaparak değil görünerek meşhur olunacağını öğretti! İmaj her şeydi...

Mesela, o vakitler Alaçatı da tatil yapmak bunlardan biriydi. Oysa... Çocukluğunun en güzel yazları Ayvalık'ta geçmişti; zeytin ağaçlarının gölgesinde. Ayvalık- Darıca arasında geçirdiği unutulmaz yazları unutmak istiyordu artık. Niğde gazozunu çok severdi ama gazoz çok gerilerde kalmıştı; anımsamak istemediği taşra günlerinin sembolüydü.

Sevgilisi Ayşe Özyılmazel'in hayatını yaşamaya başladı. Nişantaşı meskeni oldu. Gurme geçindi; iyi şarap nerede içilir, kaliteli rakı balığın adresi neresidir yazdı durdu; ama yine olmadı işte.

TV programları yaptı. Hiçbiri yine olmadı; beceremedi bir türlü.

Mahalle değiştirmeye karar verdi; kabul göreceği bir mahalleye transfer oldu. “Yeni Türkiye” söylemleriyle, Cumhuriyet'in tüm toplumsal değerlerine düşman kesildi. Yazdığı her sözcükte kendine, anılarına, geçmişine lanet etti...

Komik hallere bile düştü:

Bir keresinde TKP Genel Başkanı Erkan Baş için, “sağcı gibi gülüyor” dedi. Ne demek istediğini kimse anlamadı.

Nazım Hikmet için, “Nazım'da hikmet yoktu” dedi; edebiyatçılığı bu kadardı; kelime oyunu yapmak!

Yine... Bir TV programında “Haydarpaşa garının alışveriş merkezi olmasını istemeyiz ama olursa da seviniriz” dedi.

Böyle bir türlü sonu gelmeyen cümleler kurdu. Öyle ya... Ne kadar anlaşılmazsa o kadar “felsefi” değil miydi sözcükler!

İnsan üzülüyor: Ne kadar edebiyatçı olamasa da o kaleminden sevgi, incelik, aşk damlayan adam gitti. Yerine... Kaleminden öfke, nefret ve kin akıtan adam geldi...

Hep kolay olanı seçti çünkü.

Sonuçta en acısı gerçekleşti; utanmayı unuttu...

“YENİ TÜRKİYE”NİN CAZGIRI

Evet... “Değerini” bilemeyen, onu baş tacı etmeyen “eski mahallesine” düşman kesildi; “yaşasın yeni mahallesi!”

Cumhuriyet ile, kurucular ile, CHP ile, Kemal Kılıçdaroğlu ile, Gezi'deki çocuklar ile, onlara destek olanlar ile derdi tasası bitmedi.

Aslında... Olmak isteyip de kabul görmediği “mahallesinden” nefret etti.

Tarık Akanların bulunduğu Sanat Meclisi'nin “11 Mart'ta Berkin Elvan için, Adalet İçin Hayatı Durdur” adlı hazırladıkları video için, “Evet, hayatı durdurun... Bütün ufku Cihangir ile Nişantaşı arasında sıkışıp kalmış bir dünyanın eziklikler, hırslar ve hınçlarla tıka basa dolu hayatından ne olacak” dedi.

Yazdı... Yazdı... İçindeki büyük yaralarının irinini dışa akıttı; ama iyileşmeyi beceremedi bir türlü...

Haşmet Babaoğlu'nun yaşam hikâyesi; şöhrete yenik düşerek her türlü güce biat eden, kısır-yenik aydınların öyküsüdür...

Cüreti de buradan geliyor:

Olmak isteyip de bir türlü olmayı beceremediği adamadır Haşmet Babaoğlu denen zavallının öfkesi.. Engin Ardıç misali "iğrençleşerek çürüyen" bir diğer sefil portredir ona bakınca gördüğümüz.

4 Mart 2020 Çarşamba

Ahmet Hakan adlı dinci yavşağın portresi


Bizim şaşıran yerlerimiz alınmış, bu yüzden Türk Şaşırma Kuvvetleri’nden alınmış ‘çürük’ raporumuz var!

Geçtiğimiz günlerde Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programında askerlik durumuyla ilgili konunun konuşulması üzerine mesele gündeme geldi. Savaş çığırtkanlığı yapan, barışı savunanlara çeşitli lakaplar takarak alay eden Ahmet Hakan’ın diğer AKP çocukları gibi çürük raporu alarak askerlikten yırtması tesadüf olabilir mi dersiniz?

Konumuza geçmeden önce biraz Ahmet Hakan’dan bahsetmekte fayda var…

Erdoğan’ın uçağına binme şerefine nail olan gazetecilerinden biri olan Ahmet Hakan, İsmailağa cemaatinden gelen, her dönem oyunu kuralına göre oynamış bir tiptir. Cübbeli Ahmet’in Teşvikiye görmüş versiyonudur.

Bir gün laikliğe küfreder, diğer gün laikliği över mesela.

Klasik yandaş profilinin biraz dışında bir profil çizer Hakan. Milli Görüş’ün ürkek kalemşörüdür.

Kendini tarafsız, akil bir gazeteci gibi göstermeye çalışır ama her daim çark eden bir korkaktan fazlası değildir. Kadir İnanır’ın tabiriyle, dümdüz bir ‘yavşak’tır.

Askerlikten çürük raporu almak için çeşitli dümenler çevirmesi de bu yavşaklığının bir merhalesidir.

Şöyle ki… 90’lı yılların sonuna doğru TSK, irticaya karşı tavizsiz uygulamalar içindedir. İslamcı Kanal 7‘nin askerlik zamanı gelen “ekran yüzü” Ahmet Hakan, bu sebepten askere gitmekten endişe eder.

Öte yandan, “koskoca” Ahmet Hakan’ın 18 ay askerde mıntıka temizliği yapması, patates soyması, tuvalet temizlemesi olacak iş midir?!

Zaman daralmaktadır ve askerliği daha fazla erteleyecek durumu kalmamıştır Ahmet Hakan’ın. Buna acil bir çözüm bulunması gerekmektedir.

97 Aralık ayında Fatih’te sahibi ‘Milli Görüşçü’ olan bir hastanede küçük bir ameliyat geçirir ve Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nden bir şekilde “askerliğe elverişli değildir” raporu alır.

Fakat bu rapor askeri hekimler tarafından ‘şüpheli’ bulunur. GATA’ya sevkedilen Ahmet Hakan’ın durumu askeri yetkililerce incelenir ve midesinin kalın bağırsak çıkışında bir deformasyon olduğu tespit edilir. Bu deformasyonun doğal etkenlerden değil ameliyattan kaynaklandığı kanaatine varılır.

Dönemin GATA Komutanı Tümgeneral Fahrettin Aslan, Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı Başkanı Derviş Şen, Gastroenteroloji, Radyoloji ve Genel Cerrahi branşlarının ortak olarak aldığı kararla, Ahmet Hakan’a, Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nin verdiği raporun aksine, “Askerlik yapmaya elverişlidir” raporu verilir.

Özetle, Ahmet Hakan’ın ameliyattan sonra oluştuğu anlaşılan midesindeki rahatsızlık “askerlik yapmasına engel değildir.”

Ne var ki, Ahmet Hakan pes etmez ve askere gitmemekte kararlıdır.

Yaklaşık bir hafta kadar sonra Ahmet Hakan yönetiminde ve içinde Kanal 7 Yayın Müdürü Mustafa Çelik’in de bulunduğu otomobil Bandırma’da şarampole yuvarlanır. Hakan ve Çelik kazayı yara almadan atlatır. Kanal 7‘den Ahmet Hakan ve Çelik’in ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığı servis edilir.

Ahmet Hakan Bandırma’da bir dönem Tayyip Erdoğan’ın hekimi olan Turhan Çömez’in bildiği bir hastanede geçirdiği ameliyatla dalağı alınır. Ya da alındığı iddia edilir.

Peki burada çelişki yok mu?

Bundan sonrasını Ahmet Hakan’la aynı havuzdan beslenen ve onu iyi tanıyan Sevilay Yükselir/Yılman‘a bırakalım…

-Sevilay’ın kendisi de muhbirdir bu arada. Zamanında Sabah‘ta yazan bir mizah yazarını, “Bu Hakan Gülseven’dir” diye gazete yönetimine ihbar etmişliği, insanları işten attırmışlığı vardır. Halbuki üniversite yıllarında en sert solcu pozlarında olduğunu cümle alem bilir. O zamandan da hiç sevilmez. Neyse…-

İşte bu iktidar Sevilay’ı, Ahmet Hakan’ın bir ağabeyinin ifadesini daha önce köşesine taşımış ve Ahmet Hakan’la bu sebepten mahkemelik olmuştu. Yazının ilgili bölümü şöyle:

“O arada Ahmet, yine bize en yakın isimlerden biri olarak bilinen arkadaşı Operatör Doktor Turhan Çömez’e durumu aktardı. Çömez, ‘Son şansın dalağını almak’ deyince yeni planlamalara girdik. Öyle ya! Dalağı almak için de bir neden olması gerekiyordu.

SAHTE KAZA DÜZENLENDİ

Dalak alma operasyonu Çömez’in bildiği bir hastanede olacaktı. O nedenle Bandırma’yı işaret etti. Plan hazırlandı; ‘Ahmet arabayla Bandırma yolunda kaza geçirecek, direksiyon dalağını zedelemiş olacaktı!’ Derhal uygulamaya koyduk. Sürdüğü araç hiç olmayacak bir yerde şarampole yuvarlandı.

SAĞLAM DALAK ALINDI

Kazayı sıyırıksız atlattı ama ‘karnım ağrıyor’ diye bas bas bağırmaya başladı. Çağrılan ambulansla Çömez’in beklediği hastaneye gitti. Bakıldı, edildi. Ve, ‘Dalak zedelenmiş, derhal ameliyata alıp çıkarmamız lazım’ dendi. Ameliyata Turhan Çömez de girdi.

İNANDIRICI OLSUN DİYE ŞOV BİLE YAPILMIŞ

İnandırıcı olması açısından biraz şov yapalım ahaliye dedik. Hemen bir helikopterle Ahmet’i Bandırma’dan Yeşilköy’deki International Hospital Hastanesi’ne naklettik. Yeşilköy’de gelen giden ziyaretçinin haddi hesabı yoktu. Epeyce yattı orada. Çıktıktan bir süre sonra da TSK’nın yolunu tuttu. ‘Dalağım koptu. Ameliyatla aldılar. İşte filmler, raporlar’ dedi. Epeyce incelediler bir bahane bulabilmek için ama yapacak bir şey yoktu. Adamın dalağı gerçekten gitmişti. Raporu verdiler ve Ahmet askerlikten yırttı!”

Gariban halk çocuklarının Saray hırsı uğruna ölüme yollandığı bir savaşa destek veren Ahmet Hakan’ın askerden kaçmak için gösterdiği bu çaba ibretliktir.

Şaşırdık mı?

Bizim şaşıran yerlerimiz alınmış, bu yüzden Türk Şaşırma Kuvvetleri’nden alınmış ‘çürük’ raporumuz var!

25 Şubat 2020 Salı

AKP karanlığında "örnek vatandaş" nasıl biridir?


20 Şubat 2020'de İzmir’de "daha güvenli bir kent yaratmak" amacıyla bir seminer düzenlendi.

Amaç, belediyelerde ve çeşitli kurumlarda görev yapanlara eğitim vermekmiş.. (?!)

AKP iktidarının İzmir'e ve İzmirlilere olan hıncını ve hırsını bilmeyen bazı saf insanlar buna inanabilir tabii.

Akıl ve vicdan sahibi olanlar ise bu rezalete tepki gösterdi haliyle. Neden?

Çünkü AKP devleti, kendisi dışında kalan herkesi terörist diye yaftalamaya kalktı da ondan!

O seminerde örgütlerin nasıl üye topladığı konuşulurken terörist olmaya yatkın olanları şöyle tarif etmişler:

- Politikaya uzak, anarşizme yakın

- Milliyetçilik yok, globalizm çok

- Dine inanmayanlar çok ya da zayıf

- Hayvan, insan, çevre konularına aşırı duyarlı

- Algıları çok açık, aktivist vb. olmak isterler

- Sosyal medyada zaman geçiriyorlar

Bkz. ilgili haber

Bu rezaletin ortaya dökülmesinden sonra İzmir Emniyet Müdürlüğü telaş içinde bir açıklama yayınlayıp "Valla biz öyle demek istemedik" diye akıldışı açıklamalara kalkıştı.

"Seminerde, teröristlerin hayvansever ya da çevre aktivisti gibi davranarak kendilerine rant sağlamaya çalıştıklarının vurgulandığı, hayvanseverlik ya da çevreye duyarlı olmakla terörist olmaya yatkın olmak arasında bir ilişkinin kurulmadığı bildirildi." diye medyaya servis edilen haberi kelimesi kelimesine okursak açıkça görüyoruz ki:

Yanlış anlama varsa suçlusu semineri veren polis teşklatı.. Yalan yamuk bir ifadeyle seminer verirken saçmalamışlar.

Bkz. ilgili haber

Bu durumda, semineri düzenleyenlerin halktan "özür dilemeleri" gerekir, milletin aklıyla dalga geçmeleri değil!

Ama ortada bir yanlış anlama falan yok! Açık açık diyorlar ki "AKP'li değilseniz siz teröristsiniz.."

Bu apaçık sonuca nasıl varıyouz peki?

Polis seminerindeki ifadeleri kullanarak "Peki, ‘örnek vatandaş’ kim?" diye soralım ve bu seminerdeki yaklaşımdan yola çıkarak “Devlet Baba için örnek vatandaş” tarifi yapalım o zaman...

- Laikliğe uzak, siyasal İslamın içinde

- Milliyetçilik buram buram, globalizm yaygın

- Dine inanan çok ama doğru anlayan çok az

- Hayvan, insan, çevre konularına aşırı duyarsız

- Algıları kapalı, aktivist vb. olmak istemezler

- Sosyal medyayı çoğunlukla “troll” olmak için kullanırlar (yani alaycı bir tavır, saçma yorum ve hakaretlerle dikkat çekmeye çalışır ya da yanlış bilgi yayarlar.)

Size kimleri hatırlattı bu tanım? Yıllardır yalanın, talanın, dolanın, yağmanın bin bir çeşidini sergilese de AKP taraftarı olmayı sürdürenleri değil mi?

İktidarın kemikleşmiş seçmeni dışındaki tüm hak savunucularını, adalet ve özgürlük isteyenleri, bu mücadelelerde aktif olanları, dinciliği reddedenleri “terörist” olarak yaftalamasına şaşırmamalı.

AKP’nin 18 yıldır en başarılı olduğu konu, toplumu kutuplaştırmak oldu. 

Parti devleti de kurulduğuna göre, AKP’nin seçmenleri ve fanatikleri “örnek vatandaş”, onun dışındakiler “terörist”!

İşte yeni Türkiye, ileri demokrasi!

Nihat Genç vs. Soner Yalçın kapışması bütün hızıyla devam ediyor

Çeşitli medya organlarından kovulan, bu arada Soner Yalçın'ın sahibi olduğu ODA TV ile de yollarını ayıran Nihat Genç, yeni kurduğu VertansınTV adlı haber portalı üzerinden yeni bir öfke dalgası estiriyor.

Sözcü ve Cumhuriyet gazetesi (ve onların yazarları) başta olmak üzere AKP'ye muhalif bütün yazarlara "saydırma" işinde Nihat Genç, okuması uzun ve zahmetli cümlelerle saldırarak "ciddiye alınmayı" beklediğini gösteriyor. Bu "ciddiyet beklentisi" ise bazen okurların gözlerinin yaşarmasına, bazen de Nihat Genç adına utanmamıza neden oluyor.

Bozuk saatin bile günde iki defa doğruyu göstermesi misali, Nihat Genç bu sefer de Osman Kavala meselesi üzerinden "sözde muhalif - kripto AKP'li olarak bilinen Soner Yalçın'a sardırdı.


Soner Yalçın’ın kavalı gerçekmiş! başlıklı yazıyı okumak için TIK'layın

Soner Yalçın ise bir taraftan komplo kitapları yazarken bir taraftan da "çaktırmadan" AKP ve RTE destekçiliği yapmaya devam ederken, Nihat Genç'e cevap verme gereği duydu. Tabii ki onun ismini zikredemezdi, bu kadarı Nihat Genç'i ciddiye almak(!) olurdu!

Bize Açı Lazım! başlıklı Soner Yalçın yazısını okumak için TIK'layın

Soner Yalçın'ın bir zamanlar kendi yayın organında yazı yazdırıp sırtını sıvazladığı Nihat Genç'in adını bile anmaması üzerinde biraz düşünmekte fayfa var!

12 Şubat 2020 Çarşamba

Türkiye'nin selameti için Tayyip Erdoğan'ın çekilmesi artık şart oldu


Türkiye'nin sorunları dağ gibi oldu. Suriye konusu çok beter bir durumda. Libya unutulmuş gibi görünüyor ama kısa bir süre sonra burada çok ciddi gelişmeler yaşanacak ve Türkiye hedef ülke olacak. PYD sorunu sanki kalmadı gibi davranıyor iktidar ama beklenmedik anda bir Trük yapılanması orada oluşacaktır. her gün gelen şehit haberleri şimdilik "intikamı alındı" biçiminde püskürtülmeye çalışılıyor ama yakında o da dikiş tutmayacak. ekonomi sadece kağıt üzerinde iyi gibi gösterilebiliyor. Paradan para kazanan bir bankacılık ve boksa sistemiyle daha fazla gidilmesi mümkün değil. İşsizlik görülmemiş boyutta, buna 5 milyonu aşkın Türkiye'ye gelmiş/sığınmış insanı da eklediğinizde felaketin gelmekte olduğunu görmemek mümkün mü? Bütün bunların tek sorumlusu var, o da tek adamlık rejimi. şu anda Erdoğan herşeyin hakimi. devletin bütün katmanları da bu durumu kabullenmiş halde. bu da zirvedeki ismi giderek yalnızlaştırıyor. bu yalnızlaştırma hata yapma ihtimalini ve oranını artırıyor. hata yaptıkça daha da batılıyor. ama kimse sesini çıkarmıyor. bu tarih boyunca böyle olmuş. tek adamlığa çıkanlar belki ilk başlarda çok başarılı gibi görünse de giderek batıyorlar ve hatayı hata ile düzeltmeye çalışıyorlar. Bugün itibarıyla Erdoğan'ın Suriye, Doğu Akdeniz, Libya, işsizlik, ekonomi, terör, bölücülük gibi konularda sorun çözmesi mümkün edğildir. çünkü yapılan hataları asla kabul etmeyeceği için sözde bunları düzeltmek için atacağı her adım da yanlış olacaktır ki zaten öyle oluyor. O halde şu öneriyi getirmek çağrı yapmak istiyorum. Eroğan ç ekilsin Başkan yardımcısı yeni hükümeti kursun Bu hükümet ulusal birlik hükümeti olsun CHP ve AKP ağırlıklı iyi parti saadet olsun Üç ay içinde anayasa değişikliği yapılarak parlamenter sisteme dönülsün Seçime gidilsin ve yeni Türkiye oluşturulsun Bu ulusal mutabakat hükümeti Suriye, mısır ve İsrail ile barışsın Doğu Akdeniz petrolleri için 4 ülkelik bir konsorsiyum kurulsun Suriye’ye Rusya ortak olabilir Amerika İsrail’e ortak olur Türkiye’nin ortakları İtalya Yunanistan olur. Birkaç ülkeden gelecek petrol sondaj ekipleri çalışır Boru hattı Türkiye üzerinden geçer Türkiye bütün petrolünü ve doğalgazını buradan bedava alacağı gibi geçiş parasını da alır İsrail Filistin sorunun Türkiye çözer. Suudi Arabistan’la ve BAE ile yeniden iyi ilişkiler kurulur Bunlar zor şeyler değil. Tayyip Erdoğan çekilmez ve ülkeyi yönetmeye devam ederse inanın bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimi olmaz.