17 Temmuz 2017 Pazartesi

Metin Hara - Adriana Lima Balonu Ne Çabuk Patladı?!


Metin Hara adlı ‘yazar’ın adını zaten kaç kişi duymuştu ki bu olaydan önce?

Şimdi deniyor ki, bu Metin Hara isimli arkadaş, dünyanın en beğenilen, en arzu edilen, iç çamaşırı defilelerinde başpehlivan olarak arzı endam eyleyen mankeni Adriana Lima’yı yazdıklarıyla çok etkilemiş, kadın daha fazla kendini tutamayarak adeta iplerini koparan bir kısrak misali Metin’in harasına dahil olmuş.

Metin Hara'nın sıktığı palavralar ve attığı havalar arşı alaya varmıştı hakikaten! Neydi o Hürriyet gazetesinde Ayşe Arman'a röportaj verip "Ben ürün satmıyorum. Parayla böyle tezgah kuracak adam mıyım?" diye şişinmeler filan?

Bu kurguyu yiyecek kadar saftorik vatandaş çok!
Siz de onlardan biri misiniz yoksa?

Oysa tam da bu "böbürlenme" faslında bizim acemi Metin Hara'nın foyası dökülmeye başlamıştı işte.
Şivan Okçuoğlu "Senin havan kimse aslanım? Biz yer miyiz bu ayakları" diye sordu köşe yazısında

Elin Adriana Lima’sı, apranti kılıklı Metin’in harasına niye dörtnala gelsin? Ayriyeten, bizim adını bile duymadığımız Metin, hangi hara kıtalar arası düzeyde at koşturmaya başlamış?



Bir kere, Metin Hara isimli ‘yazar’ kardeşimiz, okura ‘Yeniçağın Dervişi’ diye pazarlanmış. Destek Yayınları bu kardeşimize yatırım yapmış. Herkesin çılgınlar gibi aradığı mutluluğu, aşkı, ruh dinginliğini iki kitapta özetleyivermiş!

Efendim, iddia şu: 
Metin Hara dünyaca ünlü model Adriana Lima’ya bir müzik kutusu ve şiir yollamış, feleğin çemberine tur bindirmiş top modelin basireti bağlanmış ve bu jest sonrası normal koşullarda ancak çantasını taşıtabileceği bizim apranti Metin’e anında vuruluvermiş.
Sonra? Sonra, ver elini Türkiye!

Metin Hara, Adriana Hanım’ı elinden tuttuğu gibi Bodrum’daki özel olarak kiralanmış dev villaya götürmüş; ikili önce medyadan kaçıyormuş gibi yaparak bir kısım ‘çok özel’ görüntülerini yakalatmış, sonra sokaklarda, denizde, daha bilmem nerelerde çarşaf çarşaf fotoğraflar vererek ‘aşk’larını tüm Türkiye’ye, hatta dünyaya mal etmiş…

Metin Hara isimli ‘Yeniçağ dervişi’ ve ‘yazar’ kardeşimiz, bugüne kadarki ‘kariyer’ itibarıyla bir kısım etkinlikte ‘mutluluğun sırları’nı anlatan konuşmalar yapar ve karşılığında mebzul miktarda para kazanırmış. Şimdi bu ‘para karşılığı muhabbet’lerini hem artırmak, hem dünyaya açmak istermiş. Eh, kardeşimizin kitaplarını basan Destek Yayınevi de satışları artırmak istiyor haliyle… Hep beraber kafa kafaya vermişler, bu Adriana Lima işini tezgahlamışlar. Adriana Hanım belli bir miktar para karşılığı Türkiye’ye getirilmiş ‘reklam aşkı’ son derece uhrevi bir biçimde başlamış…

Düşünsenize… Adriana Lima gibi bir kısrağı bir şiirle haraya katan apranti Metin imajı ne biçim iş yapar! Kitabını okudu muydun, hadi Adriana Hanım olmasın, çalıştığın şirketin insan kaynakları departmanındaki Ezgi falan belki seninle ilgilenmeye başlar!

Peki koskoca Adriana Lima bu tezgahı nasıl kabul etmiş?

Denen o ki, Adriana Hanım eski popülerliğini kaybediyormuş. Bizim apranti Metin’in tezgahına he deyip hem para kazanıyor, hem tatil yapıyor, hem de uluslararası mecrada siyasi çalkantılarla son dönemde epey ilgi çeken Türkiye’den bir manita yapmış gibi görünerek dünya medyasında kendine esaslı bir yer buluyor… Yeme de yanında yat!..

Tek bir vakada bir sürü ders size!

Yeniçağ’ın dervişi de böyle oluyor, ‘aşk’ı da, kitap satışları da… Hepsi paraya havale. Bize de verseler lüks villayı, limuzinli karşılamaları, kamyon yüküyle parayı, motoryatları falan .. bakın nasıl yaşarız böyle fasulyeden aşkların en kralını

9 Temmuz 2017 Pazar

Vah zavalı Akepe .. Seni bu hallerde mi görecektik?

Adalet yürüyüşü karşısında iyice kimyası bozulan ve feleği şaşan akepe ve iktidar yalakası güruh, büsbütün kontrolden çıktı ve saçmalamanın dibine vurdu!

Akıl ve mantıktan yoksun adeta zombileşmiş akepe yandaşları ve yalaka medya ne halt edeceğini iyice şaşırdı. İktidarı savunma deridine düşen yobaz kalemler is eo kadar paniklemiş durumda ki.. matematilk bilgilerini bile unuttu!



Abdurrahman dilipak isimli CIA bağlantılı tetikçi yobaz köşe yazarı ise bu rezilliğe adeta tüy dikti.

Daha önceki twitter paylaşımlarında iktidar yalakalığı yaparken düştüü Türkçe grame ryanlışlarıyla alay konusu olan provokatör köşe yazarı (?) bu seferde matematik cahili olduğunu cümle aleme ilan etti!

Bu şaşkına soruyoruz: 55 ile 4 rakamlarını çarpımın bilmeyen bir gerizekalının , Maltepe'deki meydanın yüzölçümünü bilmesini nasıl bekleyelim?

İktidarı savunmak bu kadar aciz ve zavallı cahillerin eline düşmüşken, biz şimdi bu cahil yobazlara ne diyelim :)
Allah akıl fikir versin bu zavallı cahil iktiar yalakalarına!



2 Temmuz 2017 Pazar

Türkiye düştüğü uçurumdan tek parça kurtulmayabilir

Eski Pentagon yetkilisi, American Enterprise Instute (AEI) yazarı Neo-Con yazar Michael Rubin Türkiye hakkında yeni bir yazı yayımladı. Yazısında Beyaz Saray’ın ve Pentagon’un düşünmesi gereken sorunun “Türkiye'yle nasıl iyi dost oluruz değil, Türkiye'nin çöküşünü nasıl yöneteceğiz olmalıdır.” diyen Rubin “Türkiye'nin bulunduğu yol kaosa, çöküşe ve devletin yıkımına mı uzanıyor? Ne yazık ki, cevap 'evet' olabilir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın sürüklediği uçurumdan Türkiye tek parça kurtulamayabilir” diye yazdı. Rubin yazısında Türkiye’nin kaosa çok yakın olduğunu ileri sürerek “Hummalı bir aşamaya varmış kindarlık ve hukuk yoluyla ya da seçimler aracılığıyla sorunlarını çözemeyenler nedeniyle, Türkiye karmaşa içerisine süreklenmeye bir kurşun uzaklığında olabilir” ifadelerini kullandı.

Söz konusu yazının tam metni şöyle:

“Başkan Donald Trump, Mayıs ayında Türkiye'yi ''Komünizme karşı Soğuk Savaş'ın temel direği'' ve ''Sovyet genişlemesine karşı bir kale'' olarak nitelendirirken hatalı değildi. Daha önceki dönemlerde, kara istilalarının büyük bir stratejik endişe olduğu zamanlarda, Türkiye'nin konumu – Doğu Avrupa ve Ortadoğu arasında bulunan – İncirlik Hava Üssü'nü vazgeçilmez bir unsur haline getirmişti. Ayrıca ulusun kendi güçlü ordusu ve Batı'nın liberal değerlerini savunmak için ideolojik bir istekliliği vardı, bu da ABD'yi demokrasi, insan hakları ve iyi yönetim konusundaki periyodik sorulara rağmen Türkiye'yi bir güvenlik ortağı olarak görmeye zorluyordu.
Fakat tüm o cephelerde geçen o günler sona erdi. Cruise füzeleri ve uzun menzilli hava araçlarıyla ABD, bir zamanlar İncirlik yerine Romanya, Ürdün ya da Irak'taki Kürt bölgelerinden bile Suriye'ye ulaşmayı başarabilir. Türkiye'nin demokrasi konusundaki taahhüdü ve Avrupa Birliği'ne üyelik olasılığı konusundaki soruları daha acil bir sorgu ile değiştirdi: Türkiye'nin bulunduğu yol kaosa, çöküşe ve devletin yıkımına mı uzanıyor?
Ne yazık ki, cevap 'evet' olabilir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın sürüklediği uçurumdan Türkiye tek parça kurtulamayabilir.
Öncelikle, Türkiye'nin siyasi düzenini düşünün. Erdoğan kendini güçlü bir adam olarak görüyor ve yüzeysel bir bakış açısıyla gücünün doruğunda bulunuyor. Mutlak kontrolü elinde bulunduran AKP'yi yerel, parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yedi başarı kazanmaya taşıdı, cumhuriyetin ikonik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'le neredeyse aynı süre boyunca Türkiye'yi yönetti. 16 Nisan'da yapılan anayasa referandumunun ardından Erdoğan muazzam bir zafer iddia etti. ''Tarihimizdeki en önemli devlet reformunu gerçekleştiriyoruz,'' diyerek kendisini destekleyen binlerce kişiyi selamladı. Ucu ucuna kazandığı galibiyetle – ki seçime karışan şaibe Güvenlik Örgütü ve Avrupa İşbirliği gibi uluslararası gözlemciler tarafından adil ve özgür bir seçim olmadığı dikkate alınmış bulunan – gücünün bir kısmını kaybetmiş olmasına rağmen Erdoğan'a yargı ve bürokrasi üzerinde süresiz ve olağanüstü bir kontrole sahip olarak kararnamelerle muhaliflerini mahkum edebilme yetkisi kazandı.


Peki ama Erdoğan göründüğü kadar güçlü mü? Görünüş aldatıcı olabilir. Erdoğan seçim geçmişinde ezici çoğunluğu ancak iki defa elde edebildi, bunların biri 2014'teki cumhurbaşkanlığı seçimi, diğeri ise önceki referandumdu. Erdoğan güçlü bir imaj uyandırmak için medyayı kontrol altına aldı, muhalifleri susturdu, gerçekte ise, Erdoğan'ı destekleyenler olduğu gibi ona muhalif çok sayıda Türk bulunuyor. Erdoğan toplumu tehlikeli bir şekilde kutuplaştırdı.
Bölünmeler her zaman karışıklık çıkarır diyemeyiz, fakat burada tarih konuşuyor. Günümüzde yaşananlar Türkiye'nin 1960'lar ve 1970'lerde yaşadığı kutuplaşmayı anımsatıyor. Grevler, solcu ve sağ kanat çeteler arasındaki sokak savaşları ve siyasi suikastlarla dolu kargaşa dolu yıllardı, bugün DHKP-C ve PKK da dahil olmak üzere halen aktif olan terörist ve isyancı grupların ortaya çıkmalarını sağladı. Bu gruplarla mücadelede 40 binden fazla kişinin hayatını kaybettiği söylenir ve bu sayı artmaktadır...
“DEMOKRASİYE KALİBRE AYARI ÇEKMİŞ…”
Aynı çarpıklıklar, Erdoğan'ın karşı karşıya kaldığı darbelerle doruğa ulaştı. Türk generaller ne vakit iktidara el koysalar, hem sağ hem de solda radikal hareketlere karşı önlem aldılar. İslamcı örgütleri baskıladılar. Bu tip müdaheleler kaos olasılığı azaltmış, düzeni sağlamış, ve demokrasiye kalibre ayarı çekmiş (çünkü Türk generaller iktidarı sürekli ellerinde tutmayı asla düşünmemişler); fakat her darbe büyük kayıplar vererek kazanılmış bir zaferdir, askeri müdaheleler İslamcı ve Kürt ayrılıkçıların yeni jenerasyonlarına uygun kılıf sağladı. Darbe dönemlerinde oluşan kindarlığın uzantısı intikam duygusunun fitili ağır ağır yanar. Kaldı ki Kenan Evren bile gerçekleştirdiği darbe için ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı - Erdoğan'ın kendisi dahi bu konuda iyi bir örnektir: Erdoğan gücünün tüm mekanizmalarını kullanarak başarısızlığa uğrayan darbe girişiminin ardından muhaliflerini hapsederken hareketlerini ve nefretini sadece on yıllarca önce yaşanmış günahları temize çekmek olarak tanımlıyordu.
“FANTASTİK BİR DAVA”
Erdoğan intikam alma planını gerçekleştirmek için uzun yıllar kan davası sürdürür gibi nefret beslemiş olabilir fakat bunu yaptı: 2007'de, Türk devleti Ergenekon adıyla bilinen, ordu, akademi ve sivil topluma sızmış hükümeti devirmek isteyen seküler Türklerden oluşan bir şebekeyi ortaya çıkarmak için yapılan fantastik bir davayla ilgili soruşturma başlattı. Sanıkların yüzleştikleri suçlamalar saçmalık boyutundaydı, fakat Erdoğan ordu içerisindeki müttefiklerini ve kontrolü altına aldığı medyayı ideolojik muhaliflerini köşeye sıkıştırmak için kullandı. Güvenlik güçleri yüzlerce kişiyi tutukladı, ve yükselmekte olan çok sayıda askeri yetkilinin kariyerleri sona erdi, adli tıp yetkilileri kanıtların sahte olduklarını neredeyse on yıl sonra ortaya çıkardıklarında, ceza alan kimse olmadı. Sonra sırayı ''Balyoz'' olayı aldı: 2010 yılında, bir askeri darbeyi haklı çıkarmak için toplumda karışıklık yaratmak adına kapsamlı bir plan hazırladıkları gerekçesi ile, yüzlerce liberal ve laik birey güvenlik güçleri tarafından tutuklandı. Uzmanlar kanıt olarak ortaya sunulan dijital verilerin sahte olduklarını ortaya çıkarana kadar bu kurbanların da hayatları mahvoldu.
Bu davalarla yaratılan şikayetler hiçbir şey, ancak, geçen yaz gerçekleşen darbe kalkışmasıyla karşılaştıracak olursak, hatırlarsanız Erdoğan bu kalkışmayı ''Allah'ın bir lütfu'' olarak tanımlamıştı, çünkü politik muhaliflerini baskı altına almasını sağlayacaktı. Bugüne kadar, Erdoğan 140.000 memuru işinden attı, 50.000'in üzerinde insanı hapsetti ve bu sayı her geçen gün artıyor. Bu tasfiye işlemini destekleyen kanıtlar, önceki muhaliflerin tasfiyesini sağlayan kanıtlardan daha sağlam görünmüyor; Aradaki tek fark, Erdoğan'ın yargı bağımsızlığına dair geriye kalan son izleri de ortadan kaldırması ve böylelikle tutsak ettiklerinin sistem tarafından bağışlanmasını engellemiş olmasıdır.
“BİR KURŞUN UZAKLIĞINDA OLABİLİR”
Ailelerin sefil duruma düşmeleri ve çocukların okullarından uzaklaşmaları yüzlerce intikam planını motive edebilir. Hummalı bir aşamaya varmış kindarlık ve hukuk yoluyla ya da seçimler aracılığıyla sorunlarını çözemeyenler nedeniyle, Türkiye karmaşa içerisine süreklenmeye bir kurşun uzaklığında olabilir.
Politik istikrarını kaybetmesi Türkiye'nin karşılaşacağı yegane meydan okuması olmayabilir; ülke aynı zamanda savunmasının en zayıf olduğu anda yenilenmiş terör tehditleri ile karşı karşıya. Pakistan, Suriye ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin hepsi radikal İslamcı grupları destekledikten sonra terörist saldırılara maruz kalmaya başladılar, fakat Erdoğan, El-Kaide'ye bağlı grupları aktif biçimde desteklemeye başladığında ve Suriye'ye yabancı savaşçıların transit geçişlerini kolaylaştırmaya başladığında Türkiye'nin bu fenomenden etkilenmeyeceğine inanıyor gibi gözüküyor. Yakın zamana kadar Türkiye'nin desteğini alan radikaller şimdi Türkiye'ye yönelmiş durumdalar.
Bir zamanlar Türk güvenlik birimleri bu saldırıları durdurabilirdi, ancak artık bu mümkün olmayabilir. Sorun, niyet ve yeterliliktir. 30 yılı aşkın süredir teröristler Türkiye'yi hedef alıyorlar, ancak Türk istihbaratı çoğunu sınırda durdurmayı başarmıştır. Şimdi ise, bazı önde gelen Türk gazetecileri bu gerçeği belgelediklerinde hapse atılırken, Türk istihbarat servisi İslamcı radikallerin sınırı geçmelerine yardımcı oluyordu.
Fakat varsayalım ki Türk istihbaratı ikili oynadı, peki ya polis ve askere ne demeli? Erdoğan elini güçlendirene kadar Batı'yı oyunlarına alet etti, Avrupalı ve Amerikalı diplomatlar uzun süredir askerin siyaset üzerindeki etkisinin kaldırılmasından önce sağlam bir alternatif denge inşa edilmediği sürece sonuçların tehlikeli olabileceğini kabullenmiyorlardı. Erdoğan bu tip görüşleri teşvik etti. Demokrasi konusundaki kararlılığını defalarca dile getirdi ve Avrupa Birliği üyelik sürecinin bir parçası olarak, Türkiye'nin generallerinin yerel nüfuzunu zayıflatmak için talep edilen reformları kullandı. Hatta, üst düzey yetkililere (eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'a olduğu gibi) şantaj yaptı. Türk askerinin morali düştü. Türk ordusu ve polisi anavatanlarını korumak isteseler de artık yapamazlar. Darbeden sonra yapılan tasfiye, binlerce tecrübeli Türk askerinin ve terörle mücadele polisinin kariyerini sona erdirdi. Bunların yerini almak için ise yeterlilikten ziyade Erdoğan'a sadakat önemsendi.
Gerçekte, Kürt isyancılar ve İslam Devleti ile mücadele eden askerler ve terörle mücadele polisleri körü körüne çalışıyorlar. Kürtler konusunda, Türk ordusunun hassaslığının yerini gaddarlık aldı, Cizre, Şırnak, Nusaybin ve Sur gibi yerler Suriye'nin Halep'ine dönüştürüldü. Bu arada Güneydoğu'nun bir bölümü Türk devletinin kontrolü dışına çıkmıştı. Türkiye Kürtleri şimdilerde Türkiye'nin sadece iç sınırlarının mı değişeceğini yoksa dış sınırlarının da değişip değişmeyeceğini tartışıyorlar. Üzerinde anlaştıkları yegane konu ise, Erdoğan'ın eylemlerinin yıllar öncesinde kalan barış sürecine dönülmesini imkansız hale getirmiş oluşu.
“EKONOMİK, KÜLTÜREK VE TURİSTİK MERKEZLERİNİ DOĞRUDAN ETKİLİYOR”
Bu arada, güçlerini Suriye'ye göndererek – çoğunlukla IŞİD'le değil de Suriye Kürtleri ile savaşmak için – Erdoğan ateşe benzin attı. 1980 ve 1990'lardaki terörle mücadele operasyonları sırasında Türk ordusu, Kürtlerin çoğunlukta olduğu Güneydoğu'daki yüzlerce Kürt kasabasını ve köyünü yerle bir etti. Yerinden olmuş Kürtler Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük ve orta büyüklükteki şehirlere kaçtı. Dolayısıyla, bugün etnik şiddet patlak verdiğinde, Türkiye'nin ekonomik, kültürel ve turistik merkezlerini doğrudan etkiliyor. Suriye'de bir çıkış stratejisinin olmaması nedeniyle uzun vadede Türkiye güvenlik ve ekonomi konularında bir bataklığa batabilir.
Nitekim, Türkiye'nin isyanla mücadele kampanyası ve askeri çarpışma Türkiye ekonomisini kırılma noktasına götürdü. Bu ironiktir çünkü, geçmişten gelen kurulu politik elit, enflasyon ve ekonomik zayıflıklar gibi unsurların sayesinde Erdoğan ve partisi iktidara gelmişti.
Kabaca bakacak olursak, Türkiye'nin ekonomisi sağlam görülüyor. Dünyanın 17. büyük ekonomisi, Türkiye'nin borç / GSYİH oranı, ABD'ninkinden çok daha iyi, yüzde 35 civarında. Erdoğan, bu başarısı sayesinde bir miktar kredi elde etti, ancak buna rağmen sandığı kadar değil: Kendisi hem Türklerin ''yeşil sermaye'' dedikleri paradan faydalandı – Katar ve Suudi Arabistan'da bulunan bağışçıların kayıt dışı parası – hem de demografik bölünmeden faydalandı, çalışan sınıfın ise ölüm ve doğum oranları düştü. (Aynı fenomen 1980'li ve 1990'lı yıllarda Doğu Asya'nın büyümesine neden olmuştu.)
Ancak bunların hiçbiri, Türkiye'nin ekonomisinin tepe noktasına geldiği ve geniş bir düşüş ile karşı karşıya kaldığı uyarı işaretlerini maskeleyemez. Son beş yılda, Türkiye'nin para birimi doların değerinin yarısını kaybetti. Enflasyon dokuz yılın en yüksek seviyesinde. Özel borçlar hızla yükseldi ve bankalar riske girdi. Nitekim Uluslararası borç verenler artık Türk bankalarından kaçıyorlar. Bu sorunları çözmek yerine, Erdoğan onlarI reddetmeyi tercih ediyor. Son olarak Standart & Poor's, Fitch ve son olarak Moody's Türkiye'nin notunu düşürdüğünde Erdoğan bu durumu önemsiz gördüklerini belirttirken kuruluşları kendilerine komplo düzenlemekle suçladı. AKP trolleri, Türkiye'nin mali durumunu sorgulayan uluslararası analistler ve bankalara karşı kampanyalar başlattı.
“CHAVEZ’İN İSLAMCI VERSİYONU HALİNE GELDİ”
Daha da kötüsü Erdoğan'ın kişisel intikam hırsını kanunların üzerinde görmesi. 1500'den fazla Maliye Bakanlığı yetkilisini tasfiye etti ve siyasi muhaliflerin sahip olduğu bankaları ve işletmeleri ele aldı ve onları aile bireylerine ya da arkadaşlarına yok pahasına sattı. Gerçekte, Erdoğan, Hugo Chavez'in İslamcı versiyonu haline geldi, Chavez, Güney Amerika'nın en zengin ülkesi olan Venezuella'yı alıp ekonomik anlamda dibe batırmıştı. Türkler ekonomilerinin tek adam tarafından harabeye dönüştürülemeyecek kadar güçlü olduğunu düşünüyorlarsa, kendilerine Venezuellalı'ların da bir zamanlar aynı yanılgıya sahip olduklarını anımsatmalı.
Türkiye bugün istikrarlı gibi görünebilir ancak bunun altı çürüktür. Yaklaşık 15 yıldır iktidarda kalan Erdoğan'ın mirası, Türkiye'nin istikrarının temelini attı. Ve iktidarın konsolide edilmesi ile, ölmesi ya da görevden ayrılması durumunda onun yerini almaya hazır hiç kimseyi bırakmadı.
Erdoğan'ın gürlemesi gücüyle ters orantılıdır. Tabanını sağlamlaştırmak için Amerikan karşıtlığı yapıyor, ve açıkça Türkiye'nin avantajına olacağını düşünerek Rusya'yı ABD'ye karşı kullanabileceğine inanıyor. Fakat şunu anlayamıyor ki, Rus lideri Vladimir Putin öyle donanımlı birisidir ki, Erdoğan onunla oynayacağına Putin Erdoğan'la oynayacaktır. Her iki durumda da böyle bir strateji Türkiye için kaçınılmaz bir kayıba yol açacaktır. Beyaz Saray'ın ve Pentagon'un düşünmesi gereken soru, Türkiye'yle nasıl iyi dost oluruz değil, Türkiye'nin çöküşünü nasıl yöneteceğiz olmalıdır.
 Michael Rubin”

Kaynak: http://www.aei.org/publication/turkeys-coming-chaos/





 

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Burhan Kuzu’nun "Adalet Yürüyüşü rüyası"na tabirler: Rüyada Atatürk görmek!



Koskoca ve güzelim memleketimizin muhalefet liderinin ‘adalet’ diyerek yollara düştüğü, ‘milletin’ her ne hikmetse ‘milletten sayılmayan kesiminin’ sıcağın altında dere tepe düz gittiği bir ortamda, AKP’nin hukuk profesörlerinden Burhan Kuzu, memleketteki adalet arayışlarına gördüğü rüyayla cevap verdi.

Daha dün CHP Milletvekili Tur Yıldız Biçer ile Twitter’dan girdiği Türkçe yazım hataları polemiğiyle gündeme damgasını vuran Kuzu,  bu kez de Atatürk’ü rüyasında gördüğünü ve “Kemal Bey’den şikayetçiyim, kurduğum partiyi ne hallere düşürdü” dediğini iddia etti.
Hal böyle olunca 140 karaktere onca yazım hatasını sığdırabilen Kuzu’nun yazdığı tezlerin güvenirliğini düşünmeyi bıraktık ve dev bir hizmet gerçekleştirdik ve Kuzu’nun rüyasının ne anlama geldiğini araştırdık elimiz mecbur. “Nereden çıkardınız” diye soracaklara şimdiden söyleyelim; biz rüya tabircilerinin yalancısıyız, isteyen açıp bakabilir uydurmuyoruz!

BU HAYATTAN NE İSTİYORSUN SAYIN KUZU?
Öncelikle Kuzu’nun rüyasında ‘şikayet görmesinden’ yola çıkarak söylemeliyiz ki; rüyada şikayet görmek, rüya sahibinin yaşadığı koşullardan ve maddi imkanlarından memnun olmadığına, daha fazla çalışmak ve daha iyi iyi şartlarda yaşamak istediğine işaret ediyor. Bu nedenle yeni işlere girmek için her türlü fedakarlığı yapmaya da hazır olduğuna yoruluyor.

ELEM, KEDER… NE İŞ?!

Rüyada Atatürk görmek ise rüya sahibinin Atatürk’e duyduğu sevgiye, kişinin Atatürk’ü göremediği için duyduğu derin elem ve kedere işaret ediyor. Diğer yandan da rüya sahibinin onun izinden gitmek istediğine, düşüncelerini koruduğuna, her zaman düşüncelerinde yaşattığına alamet ediyor. Ayrıca kişinin çevresindeki herkese Atatürk sevgisini aşılamaya çaba gösterdiğine de işaret sayılıyor.

KEMİKLERİNİ SIZLATMA YETER!

Hal böyleyken biz de Sayın Kuzu’ya” Hayır’lı rüyalar”, güzel uykular dilemeden önce Mustafa Kemal’i biraz daha anlamasını tavsiye ediyoruz. En başta her şeyi bir yana yana bırakın; bir profesör olarak yaptığı dilbilgisi hataları ve hukuk katliamları nedeniyle kemiklerini sızlatmadan önce…

Ali Nesin’in saltanatı ve sefaleti


Ali Nesin’in yaptıkları artık ‘troll’lük boyutlarını da aştı, sosyal medyada ilgi dilenciliğini de. Her mesajının altında zuhur eden ve hocalarına toz kondurmayan liberal, ılımlı İslamcı, Kürt milliyetçisi amalgamı gösteriyor ki Nesin artık bir politik sembol, belki de Erdoğan iktidarının cicim aylarına duyulan özlemin gözü kara sözcüsü. 
Peki Ali Nesin’e açılan sonsuz kredi nereden geliyor? Beslemeye devam ettiği ittifakın politik anlamını şimdilik bir tarafa bırakalım. Ben, siz bu kadar saçmalasak artık hiçbir lafımızı ciddiye almayacak insanlar neden her seferinde bu adamın sözlerini ayıklayıp, akla yatkın bir şeyler bulmak için kafa patlatıyor?
Aziz Nesin’in oğlu olmasından mı? Hayır. Hem “Bu adam kim?” denildiğinde “Aziz Nesin’in oğluymuş” diye cevap verilen günler çok geride kaldı, hem de Ali Nesin taraftarlarının Aziz Nesin’in kamusal imajıyla, sosyo-politik mirasıyla aralarının çok iyi olmadığını sanıyorum.
Nedenler benim tespit edebildiğim kadarıyla şunlar:
1) Yetmez Ama Evet‘in diğer ve daha büyük temsilcileri yıllarca hem Gülen hareketiyle, hem Erdoğan’la ilişkiler içine girip, fonlarla, vakıflarla, toplantılarla, medya görünürlüğüyle beslendiği, bu odakların taşıdıkları politik iddialarla özdeşleştiği için şimdilerde at izi it izine karıştığından köşelerine çekilmiş, pek suskunlar. Onların yarattığı boşluğu o dönemde nispeten “temiz” kalabilmiş Ali Nesin doldurabiliyor ve Yetmez Ama Evet’in haklılığına sarsılmaz iman etmiş olanlar ona teveccüh ediyor. Dün Ergenekon, Balyoz belgeleri Taraf’ta yayınlanırken coşa gelenler şimdi de Ali Nesin’in sosyal medya mesajlarıyla tatmin oluyorlar.
2) Postmodernizmin bilim karşıtlığına tepki günümüze Yeni Bilimcilik olarak yansıdı yansımasına da sosyal bilimler, beşeri bilimler erbabına vurulan şarlatan, demagog damgası olduğu gibi kaldı. Bu nedenle, pozitif bilimler, fen bilimleri alanından konuşan ve popüler mecralarda boy gösteren bilim insanlarına ilgi, onları takip etmek bir çeşit en hakiki hakikatin peşinde koşma tutumu olarak görülüyor. Dünya çapındaki Richard Dawkins, Neil deGrasse Tyson hayranlıkları gibi. Bu anlayışa göre, Ali Nesin’i takip edince akıllı insanlar ligine kombine bilet almış oluyorsunuz.
3) Solun halk, işçi sınıfı, “sınıf intiharı” gibi önermelerine karşı tepki yeni kuşak okumuşların kitlelerden uzak, seçkin toplumsal statüyü temsil eden ve bundan herhangi bir şekilde gocunmayıp, aksine bunu bir çeşit cinslik öğesi yapabilen aydınlarda keramet aramasına yol açtı. 1980’lerin yuppie hayat algılarından YOLO (“you only live once”) kültürüne, hipster sinizmine gelen çizgi AKP popülizmine köklü karşıtlıkla (bkz. “çomar” edebiyatı) birleşince memleketçe bizim payımıza İlber Ortaylı, Celal Şengör ve elbette Ali Nesin gibi isimleri mürşid belleyenler düştü.
Ancak, işin tüm bu “şeyh uçmaz mürit uçurur” halinin ötesinde ve daha vahim bir durum var: Ali Nesin köpeksiz köyde değneksiz geziyor. Ali Nesin’in babasıyla olan bağına, genetik mirasına takılmak yerine, olanca şirinliğinin arkasındaki “karanlık” kafayı ifşa etmek anlamlı. Ali Nesin’i muhatap alıp, söylediklerine yanıt vermenin ne kadar gerekli olduğu elbette tartışmalıdır ama sergilediği cüretkârlığı, dizginsizliği besleyen önemli bir nedenin bu olduğunu görmek gerekiyor.
 
Üzülerek söylüyorum ki bu memlekette geçmişine, haysiyetine gerçekten sahip çıkan bir sol olsaydı Ali Nesin böyle bir mesajı yazamazdı. Bu konularda değil böyle sululuklar yapmak, hiç yoksa Reinhard Gehlen’in talebelerinin, Memduh Tağmaç’ların Ziverbey işkencehanesi hatırlatılır diye korkusundan ağzını bile açamazdı.

Kim bilir, belki bir gün gelir, Ali Nesin 12 Mart’ı darbe karşıtlığı bayramı ilan eder. İşte belki o zaman siyasi sefaletinin semtikademini buluvereceği gibi düşman kardeşi Celal Şengör’ün zihinsel dünyasına biraz daha yaklaşır.