29 Temmuz 2018 Pazar

Eyy Fenerbahçe ruhu, geldiysen üç kere şeyttir!

Biraz uzunca bir yazı.. Bakalım sonuna kadar okuyup anlayacak kadar zeka ve akıl sahibi kaç kişi var?


Zaman zaman futbol takımı taraftarlarını sorgularım:
- Fenerbahçe nedir?
- ?
- Fenerbahçe oyuncular mıdır?
- Evet tabii.
- Bildiğim kadarıya oyuncular sürekli takım değiştirir, bir takımdan diğerine transfer olurlar; öyle değil mi?
- Evet.
- Pekiyi Fenerbahçeli oyuncuların her yıl dörtte biri Galatasaray’a transfer olsa... O zaman Fenerbahçeli olmayı bırakır mısın?
- Hayır olmam. Oyuncular kendileri kaybeder.
- Demek ki Fenerbahçe futbolcular degilmiş. Pekiyi Fenerbahçe rengini değiştirme kararı alsa ve artık sarı kırmızı olsa... Galatasaray da sarı mavi olsa... O zaman Fenerbahçeli olmayı bırakır mısın?
- Hayır bırakmam. Fenerbahçe renk değil ki.
- Pekiyi Fenerbahçe’nin adı bundan böyle Galatasaray olsa, Galatasaray’ın da adı Fenerbahçe olsa o zaman Galatasaraylı mı Fenerbahçeli mi olursun?
- Eeee şeeey neeee? Oyuncular hala kalacak mı?
- Oyuncular hiçbir zaman kalmıyor ki. Hep değişiyor zaten.
- Hmm doğru. Yani oyuncular kalmayacak.
- Kalmayacak.
- Başkan kalacak mı?
- E başkanlar Fenerbahçe mi? Öyle olsa Aziz Yıldırım gidince Fenerbahçe Fenerbahçe olmayı bırakırdı değil mi?
- Evet ama başkanın Fenerbahçe ruhu olması lazım.
- Nedir o ruh? Oyuncular ya da renk olmadığına göre?
- Atatürk’ün takımıyız biz mesela. Atatürk ruhu olmalı.
- Galatasaray’da ya da Beşiktaş’ta yok mu o ruh?
- Var ama bizim gibi değil.
- Nedir sizin farkınız?
- Eeeee? Biz Fenerhabçe’yiz. Bu belki de anlatılamaz.
- Bu anlatılamayan şey anlaşılabilir mi peki?
- Elbette kendini Fenerbahçeli hissetmek.
- Nasıl bi his bu? Neye benziyor? Bedeninin neresinde hissediliyor?
- Ya ne alakası var? Öyle bir his değil. Ait olmak ile alakalı.
- Anlıyorum. Bir aidiyet duygusu. Kendini özdeşleştirme. Kimlik kazanma, anlam kazanma...
- Öyle deyince tuhaf oluyor.
- Peki konuyu azıcık değiştireyim: Eğer Galatasaray’ı ezip geçseydiniz ve Galatasaray taraftarları size gelip gerçek bir samimiyet ve sakinlikle, hiç ama hiç üzülmeden, “Kutlarız çok iyi oynadınız,” deseler ve hiç üzülmeselerdi... Hala kazanmak ve Fenerbahçeli olmak zevkli olur muydu?
- Tabii olurdu.
- Pekiyi peş peşe her sene bu centilmenlik artsaydı. Artık maçlarda karşı takım tezahürat yapmasa ve sakince maçı izlese, kaybettiğinde de hiç aldırmasaydı.
- O zaman sıkıcı olabilirdi.
- Artık kaybetmekten hiç ama hiç üzülmeseler hatta buna aldırmasalar sadece buz pateni yarışması izler gibi futbolcuların performansını izleselerdi. Hatta Fenerbahçeliler de artık maçları öyle izlemeye başlasalardı...?
- Biraz sıkıcı olurdu.
- Hala maç izler miydin?
- Belki, tam bilemedim.
- Karşı takımla biraz çatışmak, biraz gerilim yaşamak lazım değil mi?
- E yani bu bir müsabaka sonuçta.
- Haklısın yenilirsen üzülmelisin değil mi?
- Evet.
- Rakibin kaybettiğinde ne kadar üzülürse o kadar neşelenirsin değil mi? Hatta onu iğneleyecek laflar edersin. Bu gece bir Galatasaraylıya sırf sana benziyor diye usulca fısıldadım: 3-0!
- Hehe evet!
- Yani mutlu olman için karşındakinin mutsuz olması lazım.
- Tabii ama bu bir oyun.
- Öyle ama biraz ciddiye alanlar döner bıçağı ile stadyuma girmeye kalkıyor. Sen de döner bıçaklı adam da “düşmanınızı” ezmek istiyorsunuz. Zaferi yenik rakibinizin ızdırap çığlıkları arasında yaşamak istiyorsunuz.
- E şey aslında böyle değil demek istiyorum ama böyle. Sadece bence biraz abartıyorsun.
- Öyle mi dersin? Fenerbahçeli olmak dediğin bu zafere ya da yenilgiye duyduğun açlık olmasın.
- E tabii bir şeye bağlılığın varsa bunlar olur zaten.
- Olmazsa ya da öyle hissetmiyorsan o zaman zaten bir bağlılığın anlamı yoktur değil mi?
- E yani... Eğer onun için sevinip üzülmüyorsan ne anlamı var?
- Haklısın. O zaman Fenerbahçeli olmak bir aidiyet hissi. Sen Fenerbahçeli olmayı değil o hissin kendisini seviyorsun. O his Fenerbahçeli olduğun için var. Bu sebeple damarını kessen sarı mavi akmalı. Sen o takım olmalısın. O takımda vahded-i vucut bulmalısın. O takım ile aynı ruh olmalısın.
- Ya sen böyle deyince cidden çok tuhaf oluyor.
- Doğru değil mi peki?
- Doğru! Sonuçta o ruhta olmalı insan.
- Yani onunla bir olmalısın. Tıpkı tanrı ile bir olmak istemek gibi. Vatanla bir olmak istemek gibi. Bir parti ile bir liderle bir olmak istemek gibi, bir şeyhin muridi olmak istemek gibi, sevgilinle aynı ruhtan olmak istemek gibi...
- Evet.
- Peki şu soruya geri dönelim: Yani artık Fenerbahçe adını Galatasaray kullansa hala Fenerbahçeli olur musun?
- Öyle bir şey olmaz!
 Olmaz mı olmamalı mı? Neyse ki oldu diyelim. Artık Fenerbahçe Galatasaray diye adlandırılacak, Galatasaray da Fenerbahçe. Rengi başka takıma, oyuncuları başka takıma, ismi başka takıma gitti. Hala Fenerbahçeli olur musun?
- Hayır olmam! Belki de olurum?
- Fenerbahçe hala Fenerbahçe olur mu peki?
- Bilmiyorum.
- Sen aidiyet hisseder misin?
- Bilemiyorum. Belki hissederim.
- Anlıyorum. Peki Aziz Yıldırım bir yolunu bulsa ve Galatasaray takımının başkanı olsa...
- Futbolda olmaz öyle şey.
- Olmaz haklısın ama ya olsa? Fenerbahçe ruhu Galatasaray’a mı akar artık? Mesela bazen bir takımın teknik direktörü milli takım çalıştırıyor. Ne oluyor o zaman? Milli takım mesela Galatasaraylı mı oluyor?
- Ne alakası var? Oyuncular farklı, isim farklı, renk farklı, amaç farklı...
- Anlıyorum. Fenerbahçenin oyuncuları da hep farklı ama... Hatta teknik direktörleri de hep değişiyor. Teknik direktörler bir takımdan bir takıma geçiyor. İnsanları bir kere Fenerbahçeli isen hep Fenerbahçelisin sanrısında tutmak için sözsüz bir kural olarak elemanlar birbirlerinin takımına geçmiyorlar. Yoksa inanç çöküverir. Fakat bu nasılsa farazi bir sorgulama, o sebeple varsayalım ki teknik direktör Fenerbahçe’den Galatasaray’a geçti...
- Böyle bir şey olmaz mantıken ama olsa da Fenerbahçe Fenerbahçedir.
- Son durumu özetleyeyim: Fenerbahçe diye bir takım var ve Fenerbahçeli olmak diye bir şey var. Bir aidiyet duygusu. Bu duygu sayesinde bir anlam buluyor, gelecek sene yaşamak için bir sebebimiz daha oluyor. Şimdi bu takımın oyuncuları değişti, rengi değişti, Kulüp başkanı değişti, teknik direktörü değişti... Hala Fenerbahçeli misin?
- Evet.
- Adı değişti...?
- Buna evet de hayır da diyecek insanlar olacaktır.
- Haklısın. Peki hayır diyen niye hayır evet diyen niye evet diyecektir?
- Hayır artık Fenerbahçeli olmam diyen o ruh kaybolduğu için, hala Fenerbahçeli olurum diyen ise o ruhun kaybolacağına inanmadığı için böyle diyecektir.
- Haklısın. Yani aslında Fenerbahçe gerçekte var olan bir şey değil de bizim ona yüklediğimiz bir anlamdır. Biz bu anlama ruh der, onu paylaşanlarla birlik, aidiyet hissederiz. Ne yazık ki işin acıklı tarafı şu ki o ruhu asla tanımlayamaz onun ne oldugunu asla söyleyemeyiz çünkü ortada gerçek bir şey yoktur. Var olan tek şey bizim sürekli olmayan bir şeyi var etmek uğruna üzülmemiz sevinmemiz, onu varmış gibi kabul etmek için kendimizi inandırmamız, bu sebeple ona inanları dost diğerlerini düşman yapmamızdır. Bunu niçin yaparız? Yaşamımıza bir anlam bulmak, o anlama ait olmak, ona ulaşmak için çabalamak isteriz. Para ile tutulmuş 10-15 adam bir maç kazandığında o adamlar değil hepimizin dahil olduğu ruh kazanır; biz kazanırız. O sırada evimizde çekirdek çitliyor olsak da... işte ait olma arzusu bu kadar dayanılmaz, bu kadar hayatidir. Ruhu böyle yaratırız. Kendi yarattığımız ruhu zaten orada var zannederiz: Fenerbahçe ruhu!
CHP ruhu da böyle bir şey. AKP ruhu gibi. Bir grup insan hala bir ruh var zannedip CHP devam etsin, adam akıllı bir parti lideri olsun diyor. Ben ise Ekmeleddin faciasından beri CHP feshedilmeli diyorum. Oy verilmemeli. Parti müzeye dönüştürülmeli. Sonra o ruh her ne ise yepyeni bir oluşumla doğmalı. Başka adla, başka kadrolarla, başka liderlerle... ancak elbette nasıl ki bir Fenerbahçeli ne olursa olsun Fenerbahçeli olmayı bırakmayacaksa çünkü bulabildiği tek anlam buysa, pek çok insan da CHP’li olmayı bırakmayacak. SHP ya da DSP, zamanında daha mı az özgün CHP ruhuna sahipti? CHP’nin Atatürk’ten ve İnönü’den sonraki en güçlü lideri Ecevit kendisi CHP’den ayrılıp yeni parti kurmadı mı? Sonuç ne oldu? Bir şekilde oy oranı arttı. CHP ne oldu? Ayni tas aynı hamam. Niçin? Dedik ya CHP ruhu! O ruh malesef bu. Bu sebeple takıma ait olma hissi partiye ve lidere ait olma hissi ile aynı olduğundan, ikisi de bize bir anlam verme çabasında olduğundan bu başarısızlıklar devam ediyor. Ruh dediğiniz şey bir kurmacadan ibarettir. Parti ruhu, takım ruhu hikayedir. Sadece burada ve bu zamanda doğduğunuz için öyledir. Afganistan’da ya da Mormonların arasında doğsaydınız farklı olurdu. Ama siz sebze değilsiniz. Yeşereceğiniz toprağı değiştirebilirsiniz.
Atatürk, bir gün kendi söyledikleri ile akıl ve bilim çatışırsa, kendi söylediklerini bırakıp aklı ve bilimi seçmeniz gerektiğini söyler. İşte bu gerçek Atatürk ruhudur. O halde haydi benimle birlikte niçin ve nasıl sorularını sorun.

CEM ŞEN

Yazının tamamını okumak için TIK'layın

21 Temmuz 2018 Cumartesi

Laiklik Elden Gidince Geride Kalan Sadece Ahlaksızlık ve Pislik!



Türkiye’nin Kemalist “batılılaşma” macerası solu görünce bitti. Zaten daha kuruluşta Mustafa Suphileri görünce korkmuşlardı. 1945’te Sosyalist Sovyetlerin faşizm karşısındaki zaferi kuşkularını ve korkularını arttırdı. 1960’lı yıllardan itibaren solun sokağa taştığını görünce dehşete kapıldılar ve geriye kaçtılar. 12 Mart ve 12 Eylül o dehşetin tezahürleridir.

Halkımız da bu tarihin içinde. Devlet korkunca halkımızın ödü patlamıştır haliyle.

Şöyle özetleyeyim o korkunun tarihini: 1960’dan 1980’e uzanan yirmi yılda ülke sola meyletti. Dağ taş sol oldu. Devlet paramiliter milisleriyle sokakta terör estirerek ve el altından dinselleşmeyi destekleyerek tepki verdi buna. Halk ise solcu olan çocuklarını kontrol edemeyeceğini, denetleyemeyeceğini, devletin şiddetinden esirgeyemeyeceğini gördü. Bu nedenle laik okullar yerine imam hatiplere göndererek kendi geleneklerine ve inançlarına uygun çocuklar yetiştireceğini sandı. Babalarına benzeyen erkek çocuklar ve annelerine benzeyen kızlar istedi. Buna şimdi özetle gericilik diyoruz. Sonucu ortada, 1970’li yıllarda CHP’ye oy verenler 12 Eylülden sonra birden bire sağ partilere, hatta dincilere oy vermeye başladı. Batılılaşmaya, ama ondan çok soldan duyulan korkuya bir tepkidir.

Gün geceye, aydınlık karanlığa devrildi. Şimdi dağ taş imam hatip. Adı okul ama aslında ortada bir okul yok. O okul olmayan okullarda çocuklara babalarının ve annelerinin bildiklerini ve inandıklarını bir kez daha öğretiyorlar. Anneleri gibi giyinen ve babaları gibi düşünen gençler yetişiyor görünüşte.

Ama toplum yasası; ilerleyemezsen geriye gidersin, koşamazsan düşersin. Esası çocuklardır bu dinamiğin. Onlar anne babalarından ileri olacak, daha iyi eğitim alacak, daha cesur olacak, daha hızlı koşacak ve daha fazla ilerleyecek. Bunun için bir devlet görevidir eğitim, bunun için zorunludur, bunun için parasızdır. Eğitimi pislettin mi toplum pislenir. Özenle koruyacaksın bu kazanımı. Pisletmeyeceksin yeni kuşakları.

Önce 12 Eylül’ün faşist paşaları, sonra iktidara el koyan yobaz güruh yüzünden geriye kaçıyor ülke. Büyük düşüşteyiz. Üstelik imam okulları yetmedi ailelerin çocuklarını el altında tutmalarına. Bir kuşak daha kayıp gidiyor ellerinden. Ve bu arada koca ülke ha bire pislik biriktiriyor. Bakın haberlere, boğuluyoruz o pisliğin içinde…

***

Geçen haftaki örneklerini sıralayalım, afaki olmasın.

İstanbul Kartal'da bir grup gerici, sevgilisine sarılan kadına saldırdı. Genç kadın, bir kadının kendisine durduk yere sataştığını söyleyerek “Yerde sürüklediler, saçımı çektiler” dedi. Saldırganlardan biri ise “Burası Müslüman mahallesi, burada kimse salyangoz satamaz. Benim evimin önünde namahrem davranamaz” diye şişindi.

İzmit'te, halk otobüsüne binen adam, yolcu koltuğunda oturan mini etekli, askılı tişörtlü genç kızı görünce sürücüye, "Sen bu arkandaki genç kızlarla kaza yaparsın" diyerek, otobüsü karakolun önüne çektirdi. Ne oldu akıbeti bilen yok.

Saray ünlülerinden şarkıcı Ceceli’nin eski eşinin evine kamera koydurttuğu, elde ettiği görüntüleri de çocuğunun velayetini almak için kullanmaya kalktığı anlaşıldı. Bırakın ahlakı bir yana, yaptığı suç. Ama bakın havuz medyasının yazarlarına, toplu halde bu ahlaksızlığı ve suçu teşvik ediyor.

Sevgilisine sarılanı, mini etekliyi bir yana bırakın, kediler ve köpekler bile tehdit altında. Eyüpsultan'da, bu nevzuhur kutsal kasabamızda 3 aylık kediye tecavüz etti biri. O sırada bir tarikatın yayını olan Türkiye Gazetesinin yazarı İlahiyatçı Osman Ünlü, “kediye, köpeğe neden dadandınız, kadınlara neden saldırıyorsunuz” diyeceğine Sünni âlimlere inanmayanların “kâfir” olacağını ve cehenneme gideceğini buyurdu. E polis emir kulu, İstanbul’da yapımı devam eden Armutlu Cemevi o yazıdan bir gün sonra basıldı, kapıları kırıldı, arama yapıldı, içeridekiler gözaltına alındı. İddia o ki, sıkışan memurlardan biri Cemevinin koridorunda giderdi hacetini.

Nedir esası? İlahiyatçısı, imamı, yobazı, şarkıcısı, türkücüsü, mafyozu, politikacısı, tarikatçısı laiklik tepelenince ar duvarını aştı. Cehalete, bölücülüğe, hırsızlığa, yağmaya, adam kayırmaya, linçe, baskıya, zulme bir itirazları yok. Bunların örtüsüz olmasını sindiremiyorlar. Ahlaksızlığa bir itirazları yok, dinsiz olmasını sindiremiyorlar.

Ama daha düne kadar TV’sinde yarı çıplak kedicikleriyle ahlaksızlık gösterisi yapan Adnan Hocalarına maşallah çekiyorlardı hep birlikte. Fethullah Hocalarının kirli donunu kutsal kabul ediyor, peçetesini yiyerek şifa umuyorlardı. Bu TGRT denilen şeyin patronunun kanalında çuvallar dolusu para vererek Sibel Can’a göbek attırdığı çoktan unutuldu. 28 Şubat’ta bu tarikatlardan birinin önde gideni evli olmadığı bir kadın basıldı diye hâlâ feryat edip duruyor bu ahlaksız dindarlar ama yandaş Ceceli yapınca iyi. Kedilerin, köpeklerin tecavüze uğradığı bir ülkede, kadınların mini giymesi, sevgilisine sarılması sorun. Adnan Hoca gibi harem kurmak varken gidip tek kadına, tek erkeğe sarılmak öyle mi? Burası Müslüman mahallesi yok öyle kâfir salyangoz!

Özetini yazayım; Laiklik tepelenince ahlak da onunla birlikte öldü. Diyanet raporuyla tescillidir, yeni rejimde din çoğalmakta ama ahlak azalmaktadır. Çünkü ahlak dinin değil laikliğin getirisidir.

***

Çiçeği burnunda Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, “Ahlakın üzerine inşa edilmemiş eğitim sisteminin geçerli olacağına inanmıyoruz” dedi geçen gün. Demediği, bu ahlaksız eğitim sistemini kimin kurduğu. Demez, diyemez. Bu kadar din yüklenmiş eğitim sisteminin nasıl olup da bu kadar ahlaksız ürettiğini ise aklından bile geçiremez.

Sanıyorlar ki dini biraz daha arttırırsak o karanlıkta ahlak ürer kendiliğinden. Ben söyleyeyim, biraz daha dinselleştirirseniz ortalığı, sizin de can güvenliğiniz uçup gidecek. Beğenmeyecek dindarlarınız ahlakınızı, giyim kuşamınızı, badem bıyığınızı. Koruma orduları kâr etmeyecek.

Demem o ki, geçersizdir ahlaksız eğitiminiz.

***

Toplumsal yasa; ilerleyemezsen geriye gidersin, koşamazsan düşersin. Esası çocuklardır bu dinamiğin. Onlar anne babalarından ileri olacak, daha iyi eğitim alacak, daha cesur olacak, daha hızlı koşacak ve daha fazla ilerleyecek. Ve asıl önemlisi daha ahlaklı olacak. Din değil yolu, laiklik. Çünkü ahlak dinin değil, laikliğin getirisidir.

Halkımız 12 Eylül’e akan günlerde çocuklarını koruyamadığını düşündüğü için dinci oldu, 12 Eylül’ü alkışladı. Devlet, çocuklar solcu oluyor diye bu dinselleşmeyi destekledi. Bakın işte geldikleri yer ortada. Çocuklarını korumayı bir yana bırakın, kedilerini, köpeklerini, damacalarını bile koruyamıyorlar.

Laiklik tepelendi, ahlak uçtu gitti. Yakındır, dinden de çıkarır bu korku, söylemiş olayım.

19 Temmuz 2018 Perşembe

Soner Yalçın bu sefer Murat Bardakçı'ya fena çaktı!


Aralarında yıllardır devam eden polemikler, davalar ve özellikle Murat Bardakçı'nın gereksiz zaman içinde ortaya attığı palavralar nedeniyle Soner Yalçın ile Murat Bardakçı'nın arası hep gergin.

Son olarak Soner Yalçın 19 Temmuz 2018 tarihli köşe yazısında "Y'ardakçı" diye kodladığı Murat Bardakçı'nın "Tayyip Erddoğan'a yaranmak adına övgüler düzmeye kalktığında nasıl rezil olduğunu gösterdi.

Söz konusu yazıyı okumak için TIK'layın

"Y'ardakçı Erdoğan'ı övmek isterken aslında meseleyi eline yüzüne bulaştırıyor! Bir-iki uçak gezisiyle Erdoğan'ı tanıdığını sandı herhalde" diyen Soner Yalçın, esasen Murat Bardakçı'nın 16 Temmuz 2018 tarihli köşe yazısına cevap veriyordu.

Murat Bardakçı'nın söz konsu yazısını okumak için TIK'layın

Murat Bardakçı ve Soner Yalçın arasındaki husumetin ise çok gerilere giden bir hikayesi var.






17 Temmuz 2018 Salı

Okudukları "Sela"nın Anlamını Bile Bilmiyorlar Bu Akp'liler





Orhan Gökdemir yazıyor


Selâ

İnananlar tersinin olduğunu sansa da dinlerin önemli bir bölümü geleneklerden ibaret. Önemli bir bölümü ise alımlama, batılıların deyişiyle senkretizm üzerine kurulu. Dinler, yeni bir inanç olma iddiasıyla ortaya çıktıklarında ister istemez mevcut inançların bir bölümünü alımlamışlar, kabul etmişler, kendi dillerine çevirmişler. Mesela Hıristiyanlığın içinde bir dolu pagan kalıntı var. Bazı ibadethaneleri, Bakhos’a adanmış Küçük Ayasofya örnektir, doğrudan pagan tanrılarından esinlenmiş. Hatta İsa karakterinin bütünüyle Anadolu kökenli Balyanus’tan esinlenerek oluşturulduğu bile iddia ediliyor. 

İslamiyet’te de öyle. Yahudi etkisi o kadar belirgin ki İsrailiyat diye bir inceleme alanı var mesela. Bir teze göre İslamiyet başlangıçta bir Yahudi tarikatı gibi görülüyordu. Oluşma aşamasında ise etrafta bolca Bizans uzantısı monofizit Hıristiyan vardı. Etkilenmediklerini düşünemeyiz. Türkçeye kazandırılmasında dahlim bulunan Hugh Goddard’ın “Hıristiyan Müslüman İlişkileri Tarihi” kitabı bu etkileşimler üzerinedir. 

Bir başka açı; yeni inanç ile Sabiilik arasında güçlü bağlar vardır. Merak edene İlahiyatçı Şinasi Gündüz’ün bu konudaki araştırmalarını önerebilirim. “Şeytan Ayetleri” tartışmasının kökeninde de İslam öncesi pagan kültüründen yapılan bu tür bir alımlama yatıyor. Bizde de mükemmel örnekleri var. Urfa Balıklıgöl böyle bir senkretizmin ürünü. Urfa kökenli “Atargatis” inancı olduğu gibi İslam’a adapte edilmiş. Üzerine biraz İbrahim sosu dökülmüş. Sonra Roma sütunlarından İbrahim’i ateşe fırlatmışlar. Sütunların yapımı ile İbrahim’in yaşadığı söylenen çağ arasında 1500 yıllık küçük bir fark var ama ne gam! Atargatis’in balıklı gölü İslam’a sızmış çok eski bir gelenektir. 

“Selâ” ve “kandil” de dini bir gereklilik olmaktan çok birer gelenektir. Kandil, III. Selim’in yol açtığı bir gelenek. Peygamberin hayatının önemli tarihlerinde minarelere kandil asılmasını emretmiş ve sonra kandil Osmanlıda gelenek olmuş. Yani hep birlikte idrak edilecek bir “İslam âlemi” ibadeti söz konusu değildir. 

“Selâ”ya gelince, Mehmet Zeki Pakalın’ın “Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü”ne göre bir Mevlevi deyişidir selâ. Arapça “bildirmek” demek olan bu deyim Mevlevilerde “davet” için kullanılırmış ve çağırana göre manası değişirmiş. Yerine göre “yemek hazır sofraya gelin” veya yerine göre “camiye namaza buyurun” olabilirmiş bu mana.

Sonra Mevlevihane’nin dışına taşmış. Bazı şehir ve kasabalarda namaz vaktinden az evvel “kayyumlardan biri” cami civarında “Vakt-i salaya mü’minin!” diye bağırırmış. Tek bir amacı var; abdest alın, hazırlanın demek bu. Ardından büyük camilerde (selatin) ezandan biraz önce bir müezzin tarafından okunur olmuş. Sonra unutulmuş. Malum 15 Temmuz’da darbeye direnişin simgesi haline dönüştürüldü. Zam yapıldı, Perşembe akşamları ve Cuma namazından önce bütün camilerden okunuyor artık. Gelenek olmaktan çıkıp bir dini kural olmaya doğru devlet zoruyla ilerliyor yani. Selâ okunmasına engel oldu diye yargılanıp ceza alanlar var ülkemizde. Ama işte tarihi yukarıda, ne dinin bir gereği, ne de inancın. İçeriden bir tabirle yeni nesil “bi’dat”lardan birinden söz ediyoruz.

***

Bi’dattır fakat yürürlüktedir. Pazar günü birkaç kez “selâ”ya maruz kaldık haliyle. İlki sabahın erken saatlerinde. Uzun zamandır hastalıkla boğuşan komşumuzun ölümünü “bildiriyordu” bu. Göçen komşumuzdan geriye biri beş ve diğeri 10 yaşında iki kız çocuğu kaldı. Baba, küçüğe annenin ölümünü anlatmaya çalışıyordu sokakta. Nasıl anlatılabilir ki? Tanrıdan ise böyle ölümler, isyan için makul ve yeter sebeptir. Nasıl bir tanrı ve ne sebeple bir çocuğu öksüz bırakabilir? Hadi bıraktı diyelim, nasıl hiçbir şey olmamış gibi tanrılık iddiasında bulunmayı sürdürebilir?

Tanrıdan değilse eğer, yaşamın doğasındandır. Yaşam varsa ölüm var, ölüm varsa, demek, yaşam sürüyor. Üstelik ne ölümün sırası var ne de yaşamın. Doğa aldırmaz böyle ayrıntılara. Dünyaya bir şekilde yolu düşmüş yıldız tozlarıyız hepimiz. Evrenin muazzam devinimi ile oradan oraya sürükleniyoruz. Doğuyoruz ve ölüyoruz. Sonsuz bir oluş ve yok oluşun sıradan tezahürleridir bunlar. Yaşam ne kadar muazzam bir ürünüyse doğanın, ölüm de öyledir. Yaşam ne kadar sıradan bir ürünüyse doğanın, ölüm de öyledir. Böyle anlatabiliriz çocuklara ancak, öfkesiz.

İkinci selâ gece yarısı okundu. Bu da iki yıl önce devlet içinde çeteleşmiş bir tarikatın hurucunun ikinci sene-i devriyesini bildiriyordu. Başarılı olamadı saldırı, püskürtüldüler. Bu arada iki yüzden fazla insan sokaklarda darbeciler tarafından yok yere öldürüldü. Bir kısım silahsız askerler de darbeye direnenlerce hunharca boğazlanarak can verdi. Gerçekten korkunç görüntüler bunlar. Sebebi ta 12 Eylül’den bu yana, özellikle devletin güvenlik aygıtları içinde bu tarikatın kadrolaşmasına izin verilmesi. Böylece sol sızmalara karşı tahkim edilmişti devlet. AKP gelince tarikatın etrafındaki sınır bütünüyle kaldırıldı. Haliyle bu çete-tarikat kendini devletin sahibi sanıyordu kovalanana kadar.

Peki, bir geleneğe dönüşeceği anlaşılan gece yarısı selâ’sının bize gerçekte bildirdiği ne? Laikliğin ölümü… 15 Temmuz laikliğin ölümü nedeniyle ortaya çıktı. Huruç başarısız oldu ama laikliğin cenazesi hala ortalıkta öyle duruyor. 15 Temmuz’da selâ ile laikliğin ölümünü bir kez teyit ediyoruz ki kalkıp doğrulmasın yattığı yerden. Büyük korkudur. Selâ ise, o korkuyu bastırsın diye karanlıkta çalınan ıslıktır. 

***

Yeni rejimin selâ’ya yaptığı zam, dinin dozunu giderek arttırmak gereğinden doğuyor. Azı kriz demektir. Din adına geldiler, her yere inançlarını soktular. Ahlakla bağını tamamen kopardılar. Kirlenmiş, dünyevileşmiş bir inançla karşı karşıyayız artık. Haliyle selâ’nın da dini anlamı azaldı, bir siyasi çağrıya dönüştü. O kadar öyle ki selâ ile darbe arasında bağ kuruyor toplum artık. Camiler iktidar partisinin arka bahçesi, bütün siyasi cemlerini o çatı altında yapıyor. Din ile çalıyorlar, din ile yağmalıyorlar, din ile zulüm yapıyorlar, din ile insan boğazlıyorlar. Sonra bu ağır çürümenin kokusu selâ ile bastırılmaya çalışılıyor.

Haliyle “ne oluyor, nereden çıktı bu selâ” demek ağır suç. “Dine hakaret”, dediklerine göre. Hâlbuki işte tarihi, din ile ilgisi yok selâ’nın. Gelenektir ve hatta bi’dat olduğuna göre bir bakıma dine aykırıdır. Böylece gelenek dine sokulmuş, din değişikliğe uğratılmıştır...


YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIK'layın

1 Temmuz 2018 Pazar

Yaz Aşklarının Kafa Karıştıran Sorusu: "Aşkım biz şimdi neyiz?"


Malum yaz geldi. Beraberinde yaz aşklarını da getirdi. Bir taraftan çeşitli takılmacalar, efendim gönül ilişkileri boy verirken; birlikte geçirilen gecelerin sabahında ‘’peki biz şimdi neyiz?’’ şeklindeki dünyanın en mutsuz sorusu da arsız sarmaşıklar misali sinsice bünyeye yayılmakta. Bu hafta, sizi o talihsiz soruyu sormaktan ve karşınızdakini darlamaktan korumak adına bir rehber hazırladık. Okuyun, siz şimdi neysiniz görün

(Not: Araştırmalara göre, 3 kereden fazla sorulan 'piki biz şimdi niyiz?’ sorusu, çoğunlukla bir bok olamamakla sonuçlanıyor. Olacağınız varsa da oldurmuyor. Ona göre bilin yani...)

1. Kahvaltı günün en önemli öğünü…

Öğünü de…  O gecenin sabahında ‘’ben artık gideyim’’ dediğinizde, ‘’aynen ya git tabii’’ deniyorsa, size bir kahvaltı bile çok görülüyorsa, siz maalesef olamamışsınız karşim. Olsaydınız o kolunuzdan tutulurdu ve o kahvaltı bir şekilde edilirdi. Kahvaltının buradaki önemi sağlıkla alakalı olmamakla beraber, tamamen ‘’biraz daha vakit geçirelim’’ isteğinin alt metnidir. O altmetin yoksa, çok da üstüne düşmemek lazım o işin.



Kahvaltı şu şekilde geldiyse de çok fazla beklentiye girmeyin...

 

2. Aramazsan arama yar aramazsan aramaaa…

Evet evet, o vedadan sonra ‘’ne bir ses ne de haber gelmiyor artık senden’’ şarkısını mırıldanmaya başladıysanız, sevgili olamamışsınızdır. Başarılarınızın devamını dileriz. 

Sizinle duygusal bağlamda bir tık ilgilenen dişi ya da erkek kişisi, ayrıldığınız andan itibaren umursamıyor ise daha fazla üstüne konuşmaya gerek yoktur durumun. Muhtemelen arayacağı/yazacağı mevzu başka bir ateşli gece için olacaktır. Okeyseniz duruma, mesele yok. O şekilde devam yani…



Biraz daha bekliym, aramazsa ben ararım...

3. İletişim hala devam ediyor ama...

Ha diyelim ki arandınız, soruldunuz, mavi tikler doldu her yer ama konu ilerlemiyorsa, mevzu açılmıyorsa, duygusal olan şeylerin yakınından geçilmiyorsa konuşmalarda ‘’siz şimdi şeysiniz işte’’ denebilir tekrardan. O iletişimler tamamen bağın kopmaması adınadır. ''Lan yattık kalktık, selamı sabahı kesti öküz'' dedirtmemek içindir. İyi yanından bakarsak, size karşı en azından bu asgari nezaketi gösterrme gayretinin bir sonucudur. Yine de ‘’Ay bana yazdı’’ diyip havalara uçmaya gerek yoktur. Yazarsa adamdır, yazmazsa Kasımpaşa… 



Seksin devamı için asgari iletişim

4. Sabah suratınıza rüyasında Burhan Kuzu'yu görmüş gibi bakıyorsa…

Sıfır meymenet ile size günaydın diyen biri varsa karşınızda, önce bir durumu anlamaya çalışın. Gerçekten de rüyasında Burhan Kuzu'yu görmüşse kendisini toparlaması için ona biraz zaman verin.

Yok eğer uyandığında yanında sizi gördüğü içinse o ifade, kahve bile içmeden uzayın oradan. Bırakın ne olduğunuzu, ne olacağınızı kaçın kaçın gidin. Çünkü muhtemelen o ifade alkolün verdiği bir ertesi günü sersemliği değildir sadece. ‘’Bu bireyi bu evden nasıl uzaklaştıracağız yahu’’ gerginliği ile harmanlanmış bir endişenin tezahurudur. Tek gecelik aşkınızı son bir kez mutlu etmek adına oradan gidin. Başta sizin sonra da onun canı daha fazla sıkılmasın. 



Sizi sabah öperek uyandırmadıysa, esas yapmak istediği budur...

5. Sabah suratınıza melekmişsiniz gibi bakanlar da var?

Tabii bir de mevcut durumdan çok mutlu olup, ilişkinin kıyısından köşesinden geçmek istemeyenler var. Yüzünden gülücükler eksiltmezken, o malum sorunun gelmesinden inceden tırsanlar, tırsanlarımız… O ince çizgiyi, bir gece öncesine kıyasla ayıracağız şimdi. Dün gece elinizi tutuyordu lakin sabah tutmuyorsa, dün gece sokaklarda sizi şapır şupur öpüp, sabah sadece yüzünüze gülmekle yetiniyorsa, dün geceki gibi yüzünüze aşkla değil de biraz feri sönmüş gözlerle bakıyorsa, veda anı geldiğinde bir teletabi kadar tutkuyla verilen o öpücüğü yine yanaktan alıyorsanız, sakın ‘’biz şimdi neyiz?’’ demeyin. Sizi bilmem ama karşınızdaki ‘’Allah rızası için beni bu şekilde kabul et, ben sorumluluk alamam ablam/abim, ben seni üzerim’’ dir.



- Bi sn ya... Ne varmış abi beni gördüyse? Hayır nolmuş yani?!

6. Bir daha ne zaman görüşelim sorusu

Eğer ki bu sorunun cevabı ‘’bakarız ya ayarlarız’’ tarzında sikko bir cümleyse muhtemelen siz sevgili hariç her şeysiniz yine. Gönülden de bağ kuran bir insan, bu sorunun cevabı için anında kafada planlar yapabilecek serotonini salgılarken, konuyu öteleyen insan hormondan yoksundur. Siz en iyisi onu bir salın. Dönerse de ‘’bakarız’’ falan diyin.



Onu yapan bunu da yaptı

7. Ona mini mini stalklar yapın

Diyelim ki size modu bozmadan yazıyor, ne bileyim biraz biraz ilgileniyor ama bir bakmışsınız storylerde sizin yerinizde bir başkası var ertesi gece. Siz içinizde bir daha ne zaman görüşürüz heyecanı yaşarken, dün gecelik aşkınız bugün başkalarıyla eğleniyor ve sizi de çağırmamış falan. Maalesef siz şimdi gene olmadınız. Çünkü tek gecede kalan aşkınız, başka tek gecelik ilişkilerin peşinde artık. Bu işler böyle maalesef. Yani beklentilere falan girip, yazınızın içine sıçmayın. Yaşandı bitti saygısızca diyip gülün geçin.



Bu kızcağız da ne çekti be...

Ve son olarak ‘’neden böyle oluyor, seviyor gibiydi dün gece’’falan diye üzülmeyin. Gecesinde çok alkol annecim.