26 Şubat 2018 Pazartesi

Murat Bardakçı yazıyor: Saray soytarılarının tarihi



Murat Bardakçı'dan tarihi bir yazı paylaşıyoruz bu sefer...

Yazının orjinali için bakını HABER TÜRK'te ilgili sayfa http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/221186-saray-soytarilari-tanzimat-ilan-edilince-unutulup-gittiler



Saray soytarılığı, bir zamanlar önemli bir meslekti. Soytarılar hükümdarları en sıkıntılı zamanlarında bile güldürür, gerginlikleri azaltır ve tabii, bol bol da bahşiş alırlardı. Osmanlı sarayında soytarı bulundurma geleneğini Yıldırım Bayezid başlattı ve cüceler, kamburlar ve hadımlar en çok rağbet gören soytarılar oldular. Tanzimat'a kadar devam eden bu gelenek, batılılaşma çabamızla beraber unutulup gitti.

HÜKÜMDARLARIN saraylarında soytarı bulundurma geleneğinin tarihi binlerce yıllıktır ve eski Mısır'a, Beşinci Sülâle zamanına kadar gider.
Bu gelenek daha sonraları yaygınlık kazandı ve Abbasiler'den itibaren İslâm tarihine de girdi.
Soytarılık, bir zamanlar çok önemli bir meslekti. Soytarılar hükümdarları en sıkıntılı zamanlarında bile güldürür, dertlerini unutturarak gerginlikleri azaltır ve bu arada bol bol da bahşiş alırlardı. Birçok soytarı, tarih boyunca önemli roller oynamıştı. Osmanlı sarayında soytarı bulundurma geleneğini Yıldırım Bayezid başlattı. Bizdeki saray soytarıları daha çok Araplar'dan veya Habeşliler'den seçilirler, ya esir pazarlarından satın alınır veya saraya hediye olarak gönderilirlerdi. Cüceler, kamburlar ve hadımlar en çok rağbet gören soytarılardı. Tanzimat dönemine kadar devam eden bu gelenek, batılılaşma çabamızla beraber ortadan kalktı, unutulup gitti.
Soytarının on parmağında on marifet olması gerekirdi. Padişahı sinirli olduğu zamanlarda güldürmeleri, yeri geldiğinde de anlattıklarıyla ve yaptıklarıyla düşünmeye sevketmeleri gerekiyordu. Hükümdara bu derece yakın oldukları için, soytarıların güvenilir kişilerden seçilmelerine , özen gösterilirdi.
Türkiye'de 16. asrın sonlarından itibaren devlet kurumlarının giderek yozlaşması üzerine işleri gayrımeşru yollardan halletmek günlük bir alışkanlık hâline gelmiş ve çarkın içinde soytarılar da yeralmışlardı. Bu soytarıların başında, Üçüncü Murad'ın Nasuh ve Cuhud isimli cüceleri gelmekteydi.
Cüce Nasuh ile cüce Cuhud, saraydan dışarıya pek çıkmayan Üçüncü Murad'ı avuçlarının içine almışlar ve tayinlerde bile etkili olmuşlardı. Her iki soytarının da gayrımeşru yollardan biriktirdikleri büyük miktarda servetleri vardı. Sonraki senelerde gözden düşüp hapse atıldıklarında yapılan tahkikatta soytarıların kurduğu büyük bir rüşvet ağı ortaya çıkartılmış ve makamlarını soytarılara verdikleri rüşvetlerle elde eden birçok devlet görevlisi azledilmişti.
Osmanlı tarihçiliğinin önde gelen isimlerinden olan Peçevi, kendi ismini taşıyan tarihinde, Üçüncü Murad'ın soytarılarıyla ilgili garip bir olayı hikâye eder ve hadiseyi günümüz Türkçesi ile şöyle anlatır:
"...Maskaranın biri padişah ihsanda bulunacağı zaman 'Yok Hünkârım bugün altın istemem 100 değnek isterim' dedi. Sebebi sorulunca, 'Hele ellisini vurun ondan sonra sual buyurun' diye cevap verdi. Sultan, 'Vurulsun' buyurdu ve soytarı elli adet sopayı yedikten sonra 'Durun, bir ortağım var, ellisini de ona vurun' diye bağırdı. Ortağının kim olduğu sorulunca da 'Beni her gün sultanımın huzuruna davete gelen bostancı, huzurdan ayrılışında 'Seni ben getirdim, aldığın bahşişin yarısı benimdir' deyip paramın yarısını elimden alıyor. Dolayısıyla, bugün yediğim dayağın yarısı da bostancının hakkıdır' cevabını verdi. Üçüncü Murad, soytarının bu latifesinden hoşlanıp ihsanını artırdı ve bostancıya da elli değnek vurdurduktan sonra 'Bir daha böyle işler yapmamasını' tenbih etti. Soytarı, maskaralıkla kazandığı parasına el koyan bostancıdan zekâsını kullanarak kurtulmuştu."

HATTIN ÜSTADLARI

Şeyh Hamdullah (Ölümü: 1520)

TÜRK hat sanatında klasik ekolün başlatıcısı olan ve hattın en büyük ismi sayılan Şeyh Hamdullah, 1430'lu yıllarda Amasya'da dünyaya geldi. Genç yaşındayken, devrinin tanınmış hattatı olan Hayreddin-i Maraşî'den ders aldı ve kendinden önceki büyük hattatların yazılarını toplayıp onlara bakarak meşketmek suretiyle ilerlemeye başladı.
Hamdullah henüz Amasya'da iken orada valilik etmekte olan Şehzade Bayezid'in dikkatini çekti ve geleceğin padişahına yazı öğretmeye başladı. Şehzade, babası Fatih Sultan Mehmed'in ölümünden sonra Amasya'dan İstanbul'a hükümdar olarak giderken hocası Hamdullah'ı da başkentine davet etti. O tarihten sonra, İstanbul'da Hamdullah'ın hayatının ikinci dönemi başlamıştı. Sarayda büyük bir sevgi ve alâka gördü ama devrin padişahı tarafından el üstünde tutulmasına rağmen asla gurura kapılmadı.
İkinci Bayezid'den sonra Yavuz Selim'in ve Kanuni Süleyman'ın hükümdarlık dönemlerini de gören Hamdullah, yazmayı çok ileri yaşlarına kadar sürdürdü ve 1520 senesinin sonlarına doğru hayata veda ederek Karacaahmed Mezarlığı'na defnedildi. Kabrinin bulunduğu ve "Şeyh Sofası" denilen yere gömülmek, sonraki hattatlar için bir şeref sayılmıştır.
Hamdullah'ın sanatı, koyduğu estetik kaidelerin kesinliği ile özetlenebilir. O, yazıya yeni matematik ve geometrik ölçüler getirerek eski sertliği tatlı bir görünüme dönüştürdü.