12 Aralık 2021 Pazar
6 Nisan 2020 Pazartesi
İzolasyonun getirdiği travmaya dikkat edin!
28 Mart 2020 Cumartesi
Dışarı çıksak hastalık, içeride kalsak depresyon... Bir yalnızlık sınavı: Korona
Karantina günleri hepimiz için ama yalnız ama birileriyle farklı deneyimlere gebe. Öyle ki, belki de bugüne kadar hiç bu denli maruz bırakılmadığımız "kesintisiz bir birlikte yaşama sınavına" tutulmuş gibiyiz.

Korona salgını ile birlikte artık zamanımızın büyük bir kısmında evdeyiz. Özellikle de okuyan ve çalışan kesimin zaman zaman aş erdiği keşke hep evde olsam kafası bile bugünlerde çökmüş durumda. Çünkü her şeyde olduğu gibi bu konuda da evde kalmaya mecbur bırakılmak, dışarda olmayı cazip hale getiriyor. Bir de buna salgının tüm iletişiminin ileri yaş grubu üzerinden yapılması eklenince bu durum, belli bir yaş grubunun altındaki kesim ve sağlık problemi olmayanların lastiklerini gevşetmesine yol açtı. Haliyle de bir hava alacağız canım, e zaten kimseye yaklaşmıyoruz ki destekli soluğu bahçelerde, parklarda sahillerde alan çok dikkatli (!) bir kalabalık yarattı.
Yani bu sefer yüzde elliyi - gerçek manada - evinde zor tutuyoruz! Peki evde olanlar nasıllar?

DIŞARDA BAHAR, İÇERİDE KIŞ
Bugünlere adapte olması en zor kesim okuyan ve çalışanlar. Neden? Çünkü evde kesintisiz bir yaşam sürme pratikleri zayıf. Zaten eve pert geliniyor, uykuya kadar ya son bir kuvvet eşle çocukla ilgileniliyor, ya da stand by konumda televizyon karşısında oturuluyor. Sonrası da zaten uykuya emanet. Yani evle bağımız, bir barınma ihtiyacından çok da ötede değil. Zaten evi başkaları temizliyor, çocuğa başkaları bakıyor, yemeği de başkaları yapıyor.
Oysa şimdi ne oldu?
İş başa düştü. Evde kalmak mecburi olunca hem ev pratiğine hızlı bir adaptasyon gerekti. Hem de her tür ilişki için en zor durumlardan biri olan kesintisiz birliktelik sınavına tabi olduk. Dışarı çıksak hastalık, içerde kalsak depresyon… Öyleyse bir sınav kitapçığını açalım:
1) Kişi yalnızsa kendiyle
2) Değilse başkalarıyla sınanacak.
Anladık ki Korona’dan sonra hiçbir şey aynı olmayacak. Birçok ilişki bu salgından ya bağışıklık kazanarak ya da tamamen yok olarak çıkacak. Zaten Çin’deki karantinadan sonra boşanma davalarında görülen artış da bu tahmini doğruluyor.
KORONA BİR YALNIZLIK SINAVI MI
Mecbur kalınmış yakınlık veya yalnızlık insan için en zorlu deneyimlerden biri dedik. Böyle günler için kenarda köşede birkaç iyi arkadaş, yakın dost, hatta sevgili bulundurmak iyi olurdu diyenler yok değil. Bugün yalnızlık, kelime anlamından bile çok ötede artık. Çünkü hayatta yalnız olmamamıza rağmen, yalnız kalmaya mecbur bırakıldık. Yani bir nevi tecrit duygusu. İtalya’daki çoğu vakada olduğu gibi ölüm döşeğinde sevdikleriyle son teması görüntülü konuşmak olan, bazen o şansı bile olamayanları gördükçe yalnızlığın en sert gerçeği ile sarsıldık. Tam da bu noktada düşünür Oruç Aruoba’nın bir şiirini getiriyor akıllara :
Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin
Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen
Özlediğin, gidip görmek istediğin-
ama gidip göremediğin
Özlem, gidip görmek istemen-
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen…
SEVMEK BAZEN UZAK DURMAKTIR
İşte dışarda süre gelen bu sert akışa, içimizin yumuşak yanını kaptırmamak için uğraştığımız günlerden geçiyoruz. Haliyle de karantina günleri çoğumuzu bir anlam arayışına soktu. İnternetin, teknolojinin olmadığı günler evde zamanın nasıl geçtiğini hatırlamaya çabalarken, asıl darbe yıllarını bir radyonun başında geçirmişken bugün evde tutmak için takla attığımız nesilden geliyor. Çoğumuzun anneleri, babaları, akrabaları...
Bir de onlara yaşlı demiyor muyuz? Eminim çığrından çıkıyorlardır. Belki de şu açıdan bakmak gerek : Kendini yaşlı görmeyen bir kesim için yaşlı kelimesini kullanmak hedef aldığımız kitleyi sollamaya neden oluyor olmasın? İletişim dilini ileri yaş şeklinde değiştirmek çok mu zor?
Zaten bu kesim, dünyanın son yıllardaki en hassas mevzusuna kendi hayatlarının da en hassas döneminde yakalandılar. Bugün çocukları ebeveynleri oldu. Evde durmak istemeyen anne-babalarına nasihatler savuruyorlar, onlara bir hastalık bulaştırmamak için uzak duruyorlar. Öte yandan da yalnız kalmamak motivasyonuyla çocuk sahibi olanları düşünün. Bugün tam da bu yüzden yalnız kalmak zorundalar. Yani kimin kimden aldığı bir intikam, belli değil! Tüm kurallar yıkılıyor, yerine henüz yenisi geçemiyor. Ama er ya da geç bir düzen inşa olacak.
FİZİKSEL UZAKLIK, DUYGUSAL YAKINLIK
Korona belki de bildiğimiz ezberleri bozmamız adına tüm düzeni kökten değiştirecek bir farkındalık getirecek. Birbirimizden fiziken uzakken tanıdıklarımızla, hatta tanımadıklarımızla bile duygusal yakınlığımızı daha da artıracak bir uç verecek kalbimize. Uzaktan sevebilmeyi öğrenirken yine aynı uzaklık sevgimizin sağlamasına imkan tanıyacak. Yokluğunu ancak yoklukta anlayacağımız şeyleri öğreneceğimiz bir dönem bu.
Eve kapanmanın ise en iyi yanı, hayatın ritmini mevsim normallerine çekebilmek olacak. Çünkü her şeye yetişebilmek için - örneğin işe, eşe, çocuğa, arkadaşa, eğlenceye, trafiğe, teknolojiye – öyle hızlandırdık ki zamanı…
Yüzyıl öncesiyle aynı takvimi kullansak da hayatın hızı, takvimin gösterdiği zamanın üzerine çıktı. Teknoloji gelişti, mesafeler kısaldı. Bugün bir güne sığdırılabilenler, yüzyıl önce kaç gün, ay hatta yıl ediyordu? İşte tam da virüsün en büyük silahı bu. Kısalttığımız mesafeler ve hızlandırdığımız hayat üzerinden bize sıktığı silahın dumanına bir püf diyelim.
Belki de bugün almamız gereken ders, aynı yıllar önce anlatılan o hikayedeki gibi; “Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kalıyor.”
Öyleyse, görevlerini yerine getirmediklerinde Tanrılar tarafından ülkeye salgın hastalığın ceza olarak verildiğine inanan ve uzun yıllar veba salgınıyla uğraşan Hititlerin bir duasıyla yazıya son verelim. Gerçi güncel kaynaklarda bu metnin Amerikan düşünür Wilferd Arlan Peterson tarafından yazıldığı öne sürülse de bırakalım yazanı, bize gösterdiğine bakalım. Nasıl olsa üzerine düşünecek artık daha çok zamanımız var…
Tanrım,
Beni yavaşlat.
Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir,
Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele.
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver.
Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol…
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı,
güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı,
güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret…
Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat.
Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini,
yaşamda hızı artırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim…
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır…
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi,
yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et.
Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim.
22 Mart 2020 Pazar
Haşmet Babaoğlu Aslında Kimdir?
Bazı ölümler vardır, ancak çürümüş ceset kokmaya başlayınca farkına varırsınız. Yaşarken çoktan "önemsizleşmiş ve değersizleşmiş" bir zavallının cenazesi bile farkedilmemiştir ki birileri onu gömmeyi akıl edebilsin. Haşmet Babaoğlu denen garibanın "beyin ölümü" işte böyle bir sefalet öyküsüdür.
Koronavirüsü salgını dolayısıyla özveriyle çalışan sağlıkçılara her akşam saat 21.00'de alkışlarla destekte bulunuluyor. Kısa sürede tüm ülkede yayılan ve şu zor zamanlarda hepimizin içinde yeniden umudu doğuran bu dayanışmaya Haşmet Babaoğlu'ndan sert tepki geldi.
Twitter hesabından paylaşım yaptı:
-"Ben bu saat bilmem kaçta alkış vs işlerini yutmam, katılmam da. Bu kampanyanın nasıl kötüye kullanıldığını defalarca gördüm. (...) Bir takım pisliklerin bu alkış kampanyasını nasıl sevinçle karşıladığını da buradan görüyor, izliyorum."
Ne ilginçtir ki... Hemen akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşi de saat 21.00'de sağlıkçıları alkışlayınca yazdığı tweeti sildi, hesabı kapattı ve ortalıktan kayboldu...
Sahi kimdir Haşmet Babaoğlu?
65 yaşında. 8 Mayıs 1955'de Bursa'da doğdu. Sosyoloji mezunuydu.
İstanbul'da yıllarca basında editörlük yaptı. Edebiyat dergilerine yazdı durdu. Romantik aşk hikâyeleri anlattı. Entelektüel görünmenin raconuydu; aksesuarları, keskin bakışıyla küçük hayranlarının kalbini çalan havalıydı!
Kitaplar çıkardı: 1998 yılında, “Herkes birbirine sevgi herkese karşı”, 2001 yılında “Bekle beni gelmeyeceğim”, 2004 yılında, “Haydi kıralım hayallerimizi”
Hiç okunmadı. Hiç yaratıcı değildi çünkü. Kopyacıydı.
Umduğunu bulamadı edebiyatta. Her “olmak” isteyip olamayan gibi kendine olan güveni yitirdi; ve ne sevmeyi bildi, ne de dost kalabildi kimseyle...
Zayıflıklarına esir düştü; ünlü olmak için her yola başvurdu. Gazeteci bile dövmeye kalkıştı; yeter ki hakkında konuşulsun! Şöhret hastalığına yakalanmıştı...
HINCAL ULUÇ ÜN YOLUNU AÇTI
Hayatını değiştiren kişi, Hıncal Uluç oldu. Elinden tutup merkez medyanın vitrinine koydu.
NTV'de “90 dakika “ adlı programda Hıncal Uluç'un uzun konuşmaları ve kahkahaları arasında soluklandığı anlarda, “Şimdi meseleye şuradan bakmak lazım Hıncal abi” dediğini hatırlar mısınız? Ve... Tam bir şeyler anlatmak üzereyken reklam arasıyla hevesi kursağında kalan kişiydi Haşmet Babaoğlu...
Ekran ona; yazarak, yaparak değil görünerek meşhur olunacağını öğretti! İmaj her şeydi...
Mesela, o vakitler Alaçatı da tatil yapmak bunlardan biriydi. Oysa... Çocukluğunun en güzel yazları Ayvalık'ta geçmişti; zeytin ağaçlarının gölgesinde. Ayvalık- Darıca arasında geçirdiği unutulmaz yazları unutmak istiyordu artık. Niğde gazozunu çok severdi ama gazoz çok gerilerde kalmıştı; anımsamak istemediği taşra günlerinin sembolüydü.
Sevgilisi Ayşe Özyılmazel'in hayatını yaşamaya başladı. Nişantaşı meskeni oldu. Gurme geçindi; iyi şarap nerede içilir, kaliteli rakı balığın adresi neresidir yazdı durdu; ama yine olmadı işte.
TV programları yaptı. Hiçbiri yine olmadı; beceremedi bir türlü.
Mahalle değiştirmeye karar verdi; kabul göreceği bir mahalleye transfer oldu. “Yeni Türkiye” söylemleriyle, Cumhuriyet'in tüm toplumsal değerlerine düşman kesildi. Yazdığı her sözcükte kendine, anılarına, geçmişine lanet etti...
Komik hallere bile düştü:
Bir keresinde TKP Genel Başkanı Erkan Baş için, “sağcı gibi gülüyor” dedi. Ne demek istediğini kimse anlamadı.
Nazım Hikmet için, “Nazım'da hikmet yoktu” dedi; edebiyatçılığı bu kadardı; kelime oyunu yapmak!
Yine... Bir TV programında “Haydarpaşa garının alışveriş merkezi olmasını istemeyiz ama olursa da seviniriz” dedi.
Böyle bir türlü sonu gelmeyen cümleler kurdu. Öyle ya... Ne kadar anlaşılmazsa o kadar “felsefi” değil miydi sözcükler!
İnsan üzülüyor: Ne kadar edebiyatçı olamasa da o kaleminden sevgi, incelik, aşk damlayan adam gitti. Yerine... Kaleminden öfke, nefret ve kin akıtan adam geldi...
Hep kolay olanı seçti çünkü.
Sonuçta en acısı gerçekleşti; utanmayı unuttu...
“YENİ TÜRKİYE”NİN CAZGIRI
Evet... “Değerini” bilemeyen, onu baş tacı etmeyen “eski mahallesine” düşman kesildi; “yaşasın yeni mahallesi!”
Cumhuriyet ile, kurucular ile, CHP ile, Kemal Kılıçdaroğlu ile, Gezi'deki çocuklar ile, onlara destek olanlar ile derdi tasası bitmedi.
Aslında... Olmak isteyip de kabul görmediği “mahallesinden” nefret etti.
Tarık Akanların bulunduğu Sanat Meclisi'nin “11 Mart'ta Berkin Elvan için, Adalet İçin Hayatı Durdur” adlı hazırladıkları video için, “Evet, hayatı durdurun... Bütün ufku Cihangir ile Nişantaşı arasında sıkışıp kalmış bir dünyanın eziklikler, hırslar ve hınçlarla tıka basa dolu hayatından ne olacak” dedi.
Yazdı... Yazdı... İçindeki büyük yaralarının irinini dışa akıttı; ama iyileşmeyi beceremedi bir türlü...
Haşmet Babaoğlu'nun yaşam hikâyesi; şöhrete yenik düşerek her türlü güce biat eden, kısır-yenik aydınların öyküsüdür...
Cüreti de buradan geliyor:
Olmak isteyip de bir türlü olmayı beceremediği adamadır Haşmet Babaoğlu denen zavallının öfkesi.. Engin Ardıç misali "iğrençleşerek çürüyen" bir diğer sefil portredir ona bakınca gördüğümüz.
4 Mart 2020 Çarşamba
Ahmet Hakan adlı dinci yavşağın portresi

Bizim şaşıran yerlerimiz alınmış, bu yüzden Türk Şaşırma Kuvvetleri’nden alınmış ‘çürük’ raporumuz var!
Geçtiğimiz günlerde Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programında askerlik durumuyla ilgili konunun konuşulması üzerine mesele gündeme geldi. Savaş çığırtkanlığı yapan, barışı savunanlara çeşitli lakaplar takarak alay eden Ahmet Hakan’ın diğer AKP çocukları gibi çürük raporu alarak askerlikten yırtması tesadüf olabilir mi dersiniz?
Konumuza geçmeden önce biraz Ahmet Hakan’dan bahsetmekte fayda var…
Erdoğan’ın uçağına binme şerefine nail olan gazetecilerinden biri olan Ahmet Hakan, İsmailağa cemaatinden gelen, her dönem oyunu kuralına göre oynamış bir tiptir. Cübbeli Ahmet’in Teşvikiye görmüş versiyonudur.
Bir gün laikliğe küfreder, diğer gün laikliği över mesela.
Klasik yandaş profilinin biraz dışında bir profil çizer Hakan. Milli Görüş’ün ürkek kalemşörüdür.
Kendini tarafsız, akil bir gazeteci gibi göstermeye çalışır ama her daim çark eden bir korkaktan fazlası değildir. Kadir İnanır’ın tabiriyle, dümdüz bir ‘yavşak’tır.
Askerlikten çürük raporu almak için çeşitli dümenler çevirmesi de bu yavşaklığının bir merhalesidir.
Şöyle ki… 90’lı yılların sonuna doğru TSK, irticaya karşı tavizsiz uygulamalar içindedir. İslamcı Kanal 7‘nin askerlik zamanı gelen “ekran yüzü” Ahmet Hakan, bu sebepten askere gitmekten endişe eder.
Öte yandan, “koskoca” Ahmet Hakan’ın 18 ay askerde mıntıka temizliği yapması, patates soyması, tuvalet temizlemesi olacak iş midir?!
Zaman daralmaktadır ve askerliği daha fazla erteleyecek durumu kalmamıştır Ahmet Hakan’ın. Buna acil bir çözüm bulunması gerekmektedir.
97 Aralık ayında Fatih’te sahibi ‘Milli Görüşçü’ olan bir hastanede küçük bir ameliyat geçirir ve Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nden bir şekilde “askerliğe elverişli değildir” raporu alır.
Fakat bu rapor askeri hekimler tarafından ‘şüpheli’ bulunur. GATA’ya sevkedilen Ahmet Hakan’ın durumu askeri yetkililerce incelenir ve midesinin kalın bağırsak çıkışında bir deformasyon olduğu tespit edilir. Bu deformasyonun doğal etkenlerden değil ameliyattan kaynaklandığı kanaatine varılır.
Dönemin GATA Komutanı Tümgeneral Fahrettin Aslan, Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı Başkanı Derviş Şen, Gastroenteroloji, Radyoloji ve Genel Cerrahi branşlarının ortak olarak aldığı kararla, Ahmet Hakan’a, Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nin verdiği raporun aksine, “Askerlik yapmaya elverişlidir” raporu verilir.
Özetle, Ahmet Hakan’ın ameliyattan sonra oluştuğu anlaşılan midesindeki rahatsızlık “askerlik yapmasına engel değildir.”
Ne var ki, Ahmet Hakan pes etmez ve askere gitmemekte kararlıdır.
Yaklaşık bir hafta kadar sonra Ahmet Hakan yönetiminde ve içinde Kanal 7 Yayın Müdürü Mustafa Çelik’in de bulunduğu otomobil Bandırma’da şarampole yuvarlanır. Hakan ve Çelik kazayı yara almadan atlatır. Kanal 7‘den Ahmet Hakan ve Çelik’in ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığı servis edilir.
Ahmet Hakan Bandırma’da bir dönem Tayyip Erdoğan’ın hekimi olan Turhan Çömez’in bildiği bir hastanede geçirdiği ameliyatla dalağı alınır. Ya da alındığı iddia edilir.
Peki burada çelişki yok mu?
Bundan sonrasını Ahmet Hakan’la aynı havuzdan beslenen ve onu iyi tanıyan Sevilay Yükselir/Yılman‘a bırakalım…
-Sevilay’ın kendisi de muhbirdir bu arada. Zamanında Sabah‘ta yazan bir mizah yazarını, “Bu Hakan Gülseven’dir” diye gazete yönetimine ihbar etmişliği, insanları işten attırmışlığı vardır. Halbuki üniversite yıllarında en sert solcu pozlarında olduğunu cümle alem bilir. O zamandan da hiç sevilmez. Neyse…-
İşte bu iktidar Sevilay’ı, Ahmet Hakan’ın bir ağabeyinin ifadesini daha önce köşesine taşımış ve Ahmet Hakan’la bu sebepten mahkemelik olmuştu. Yazının ilgili bölümü şöyle:
“O arada Ahmet, yine bize en yakın isimlerden biri olarak bilinen arkadaşı Operatör Doktor Turhan Çömez’e durumu aktardı. Çömez, ‘Son şansın dalağını almak’ deyince yeni planlamalara girdik. Öyle ya! Dalağı almak için de bir neden olması gerekiyordu.
SAHTE KAZA DÜZENLENDİ
Dalak alma operasyonu Çömez’in bildiği bir hastanede olacaktı. O nedenle Bandırma’yı işaret etti. Plan hazırlandı; ‘Ahmet arabayla Bandırma yolunda kaza geçirecek, direksiyon dalağını zedelemiş olacaktı!’ Derhal uygulamaya koyduk. Sürdüğü araç hiç olmayacak bir yerde şarampole yuvarlandı.
SAĞLAM DALAK ALINDI
Kazayı sıyırıksız atlattı ama ‘karnım ağrıyor’ diye bas bas bağırmaya başladı. Çağrılan ambulansla Çömez’in beklediği hastaneye gitti. Bakıldı, edildi. Ve, ‘Dalak zedelenmiş, derhal ameliyata alıp çıkarmamız lazım’ dendi. Ameliyata Turhan Çömez de girdi.
İNANDIRICI OLSUN DİYE ŞOV BİLE YAPILMIŞ
İnandırıcı olması açısından biraz şov yapalım ahaliye dedik. Hemen bir helikopterle Ahmet’i Bandırma’dan Yeşilköy’deki International Hospital Hastanesi’ne naklettik. Yeşilköy’de gelen giden ziyaretçinin haddi hesabı yoktu. Epeyce yattı orada. Çıktıktan bir süre sonra da TSK’nın yolunu tuttu. ‘Dalağım koptu. Ameliyatla aldılar. İşte filmler, raporlar’ dedi. Epeyce incelediler bir bahane bulabilmek için ama yapacak bir şey yoktu. Adamın dalağı gerçekten gitmişti. Raporu verdiler ve Ahmet askerlikten yırttı!”
Gariban halk çocuklarının Saray hırsı uğruna ölüme yollandığı bir savaşa destek veren Ahmet Hakan’ın askerden kaçmak için gösterdiği bu çaba ibretliktir.
Şaşırdık mı?
Bizim şaşıran yerlerimiz alınmış, bu yüzden Türk Şaşırma Kuvvetleri’nden alınmış ‘çürük’ raporumuz var!
25 Şubat 2020 Salı
AKP karanlığında "örnek vatandaş" nasıl biridir?

20 Şubat 2020'de İzmir’de "daha güvenli bir kent yaratmak" amacıyla bir seminer düzenlendi.
Amaç, belediyelerde ve çeşitli kurumlarda görev yapanlara eğitim vermekmiş.. (?!)
AKP iktidarının İzmir'e ve İzmirlilere olan hıncını ve hırsını bilmeyen bazı saf insanlar buna inanabilir tabii.
Akıl ve vicdan sahibi olanlar ise bu rezalete tepki gösterdi haliyle. Neden?
Çünkü AKP devleti, kendisi dışında kalan herkesi terörist diye yaftalamaya kalktı da ondan!
O seminerde örgütlerin nasıl üye topladığı konuşulurken terörist olmaya yatkın olanları şöyle tarif etmişler:
- Politikaya uzak, anarşizme yakın
- Milliyetçilik yok, globalizm çok
- Dine inanmayanlar çok ya da zayıf
- Hayvan, insan, çevre konularına aşırı duyarlı
- Algıları çok açık, aktivist vb. olmak isterler
- Sosyal medyada zaman geçiriyorlar
Bu rezaletin ortaya dökülmesinden sonra İzmir Emniyet Müdürlüğü telaş içinde bir açıklama yayınlayıp "Valla biz öyle demek istemedik" diye akıldışı açıklamalara kalkıştı.
"Seminerde, teröristlerin hayvansever ya da çevre aktivisti gibi davranarak kendilerine rant sağlamaya çalıştıklarının vurgulandığı, hayvanseverlik ya da çevreye duyarlı olmakla terörist olmaya yatkın olmak arasında bir ilişkinin kurulmadığı bildirildi." diye medyaya servis edilen haberi kelimesi kelimesine okursak açıkça görüyoruz ki:
Yanlış anlama varsa suçlusu semineri veren polis teşklatı.. Yalan yamuk bir ifadeyle seminer verirken saçmalamışlar.
Bu durumda, semineri düzenleyenlerin halktan "özür dilemeleri" gerekir, milletin aklıyla dalga geçmeleri değil!
Ama ortada bir yanlış anlama falan yok! Açık açık diyorlar ki "AKP'li değilseniz siz teröristsiniz.."
Bu apaçık sonuca nasıl varıyouz peki?
Polis seminerindeki ifadeleri kullanarak "Peki, ‘örnek vatandaş’ kim?" diye soralım ve bu seminerdeki yaklaşımdan yola çıkarak “Devlet Baba için örnek vatandaş” tarifi yapalım o zaman...
- Laikliğe uzak, siyasal İslamın içinde
- Milliyetçilik buram buram, globalizm yaygın
- Dine inanan çok ama doğru anlayan çok az
- Hayvan, insan, çevre konularına aşırı duyarsız
- Algıları kapalı, aktivist vb. olmak istemezler
- Sosyal medyayı çoğunlukla “troll” olmak için kullanırlar (yani alaycı bir tavır, saçma yorum ve hakaretlerle dikkat çekmeye çalışır ya da yanlış bilgi yayarlar.)
Size kimleri hatırlattı bu tanım? Yıllardır yalanın, talanın, dolanın, yağmanın bin bir çeşidini sergilese de AKP taraftarı olmayı sürdürenleri değil mi?
İktidarın kemikleşmiş seçmeni dışındaki tüm hak savunucularını, adalet ve özgürlük isteyenleri, bu mücadelelerde aktif olanları, dinciliği reddedenleri “terörist” olarak yaftalamasına şaşırmamalı.
AKP’nin 18 yıldır en başarılı olduğu konu, toplumu kutuplaştırmak oldu.
Parti devleti de kurulduğuna göre, AKP’nin seçmenleri ve fanatikleri “örnek vatandaş”, onun dışındakiler “terörist”!
İşte yeni Türkiye, ileri demokrasi!
Nihat Genç vs. Soner Yalçın kapışması bütün hızıyla devam ediyor
Sözcü ve Cumhuriyet gazetesi (ve onların yazarları) başta olmak üzere AKP'ye muhalif bütün yazarlara "saydırma" işinde Nihat Genç, okuması uzun ve zahmetli cümlelerle saldırarak "ciddiye alınmayı" beklediğini gösteriyor. Bu "ciddiyet beklentisi" ise bazen okurların gözlerinin yaşarmasına, bazen de Nihat Genç adına utanmamıza neden oluyor.
Bozuk saatin bile günde iki defa doğruyu göstermesi misali, Nihat Genç bu sefer de Osman Kavala meselesi üzerinden "sözde muhalif - kripto AKP'li olarak bilinen Soner Yalçın'a sardırdı.

Soner Yalçın’ın kavalı gerçekmiş! başlıklı yazıyı okumak için TIK'layın
Soner Yalçın ise bir taraftan komplo kitapları yazarken bir taraftan da "çaktırmadan" AKP ve RTE destekçiliği yapmaya devam ederken, Nihat Genç'e cevap verme gereği duydu. Tabii ki onun ismini zikredemezdi, bu kadarı Nihat Genç'i ciddiye almak(!) olurdu!
Bize Açı Lazım! başlıklı Soner Yalçın yazısını okumak için TIK'layın
Soner Yalçın'ın bir zamanlar kendi yayın organında yazı yazdırıp sırtını sıvazladığı Nihat Genç'in adını bile anmaması üzerinde biraz düşünmekte fayfa var!
Aşıda komplo var Soros bağlantılarında yok, öyle mi?
— orhan gökdemir (@gokdemirorhan) February 21, 2020
12 Şubat 2020 Çarşamba
Türkiye'nin selameti için Tayyip Erdoğan'ın çekilmesi artık şart oldu
Türkiye'nin sorunları dağ gibi oldu. Suriye konusu çok beter bir durumda. Libya unutulmuş gibi görünüyor ama kısa bir süre sonra burada çok ciddi gelişmeler yaşanacak ve Türkiye hedef ülke olacak. PYD sorunu sanki kalmadı gibi davranıyor iktidar ama beklenmedik anda bir Trük yapılanması orada oluşacaktır. her gün gelen şehit haberleri şimdilik "intikamı alındı" biçiminde püskürtülmeye çalışılıyor ama yakında o da dikiş tutmayacak. ekonomi sadece kağıt üzerinde iyi gibi gösterilebiliyor. Paradan para kazanan bir bankacılık ve boksa sistemiyle daha fazla gidilmesi mümkün değil. İşsizlik görülmemiş boyutta, buna 5 milyonu aşkın Türkiye'ye gelmiş/sığınmış insanı da eklediğinizde felaketin gelmekte olduğunu görmemek mümkün mü? Bütün bunların tek sorumlusu var, o da tek adamlık rejimi. şu anda Erdoğan herşeyin hakimi. devletin bütün katmanları da bu durumu kabullenmiş halde. bu da zirvedeki ismi giderek yalnızlaştırıyor. bu yalnızlaştırma hata yapma ihtimalini ve oranını artırıyor. hata yaptıkça daha da batılıyor. ama kimse sesini çıkarmıyor. bu tarih boyunca böyle olmuş. tek adamlığa çıkanlar belki ilk başlarda çok başarılı gibi görünse de giderek batıyorlar ve hatayı hata ile düzeltmeye çalışıyorlar. Bugün itibarıyla Erdoğan'ın Suriye, Doğu Akdeniz, Libya, işsizlik, ekonomi, terör, bölücülük gibi konularda sorun çözmesi mümkün edğildir. çünkü yapılan hataları asla kabul etmeyeceği için sözde bunları düzeltmek için atacağı her adım da yanlış olacaktır ki zaten öyle oluyor. O halde şu öneriyi getirmek çağrı yapmak istiyorum. Eroğan ç ekilsin Başkan yardımcısı yeni hükümeti kursun Bu hükümet ulusal birlik hükümeti olsun CHP ve AKP ağırlıklı iyi parti saadet olsun Üç ay içinde anayasa değişikliği yapılarak parlamenter sisteme dönülsün Seçime gidilsin ve yeni Türkiye oluşturulsun Bu ulusal mutabakat hükümeti Suriye, mısır ve İsrail ile barışsın Doğu Akdeniz petrolleri için 4 ülkelik bir konsorsiyum kurulsun Suriye’ye Rusya ortak olabilir Amerika İsrail’e ortak olur Türkiye’nin ortakları İtalya Yunanistan olur. Birkaç ülkeden gelecek petrol sondaj ekipleri çalışır Boru hattı Türkiye üzerinden geçer Türkiye bütün petrolünü ve doğalgazını buradan bedava alacağı gibi geçiş parasını da alır İsrail Filistin sorunun Türkiye çözer. Suudi Arabistan’la ve BAE ile yeniden iyi ilişkiler kurulur Bunlar zor şeyler değil. Tayyip Erdoğan çekilmez ve ülkeyi yönetmeye devam ederse inanın bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimi olmaz.
24 Temmuz 2019 Çarşamba
Irkçı bir faşist İngiltere Başbakanı Olunca, Türkiye'de Birileri Aptalca Bir Sevince Kapıldı
Irkçı-faşist Boris Johnson'a bizdeki bir takım cahil-alçak medya mensuplarının "Türk asıllı" veya "Osmanlı torunu" diye sahip çıkması, eğer zır-cehaletten kaynaklanmıyorsa, düpedüz alçakça bir yobazlık propagandası

Medyamızın ısrarla “Türk asıllı” dediği, gaflar, potlar kralı Boris Johnson nihayet İngiltere’nin yeni başbakanı. Aslında bu utanç İngiltere'ye yeter de artar bile ama hikaye bu kadarla sınırlı değil.
Saç rengiyle Donald Trump’ı andıran Johnson’un başka açılardan da ABD Başkanı Trump’a benzeyen yanları var. Ağzının ayarı yok bir kere.
Bu edepsiz ve "tuhaf" herifin Birleşik Krallık başbakanı olması nedense bizm gerici-yobaz akepe'liler tarafından pek bir sevinçle karşılanmış görülüyor.
Ne Türk asıllısı yahu?
Bir yerel seçim öncesi partisine mensup bir adaya oy istemek amacıyla Londra’da Türklerin yoğun yaşadığı yerleri ziyaretinde, laf bu şahsın "Türklüğüne" gelince yanıtı kısa ve kesin olmuştu: “Benim Türklüğüm, Almanlığım ya da Rusluğum kadardır” oldu.
Akepeli cahil ve yobaz kesimin nedense "bizden" görmeye pek hevesli olduğu Johnson, üstelik damarlarında çok az İngiliz kanı da taşımasına rağmen ülkenin hatırı sayılır “ırkçılarındandır”. Örnek mi? 2002’de dönemin Başbakanı Tony Blair’in eski İngiliz sömürgelerini ziyaretini Daily Telegraph gazetesinde değerlendirirken, Blair’i karşılayanlar için “piccany” demişti ki bu sözcük ırkçıların literatüründe beyaz olmayan herkesi tanımlayan berbat bir anlam taşır.
İyi eğitimli, kuşku yok. Oxford mezunu bir kere. Ancak espri yapayım derken baltayı sıklıkla taşa vurmasıyla da ünlü. O espri yaptığını sanıyor ama “şakaları” can yakan, ırkçı, nefret dolu ifadeler içeriyor. Homofobik, kadınları aşağılayan biri. İngiltere’de üniversiteye giden Malezyalı kadınlar için, “koca bulma istekleri azaldı demek ki” dedi bir keresinde, ne büyük ayıp.
Kadınları aşağılamada ırkçı sayılmaz çünkü kendisi gibi “mavi kanlı, beyaz” Hillary Clinton için bile ağzını bozmuşluğu vardır: “Akıl hastanesindeki sadist bir hemşire gibi sarı ve koyu renkli dudakları var”.
Patavatsızlığına tahammül etmek her zaman kolay olmuyor. Aile bağlantılarıyla girip editörlüğe kadar yükseldiği Times gazetesinden kovdular onu. II. Edward’ın sarayıyla ilgili bilgileri için kaynak gösterdiği Piers Gaveston meğer söz konusu saray yapılmadan on üç yıl önce öldürülmüş. Okuyucuyu yanılttığı için kapının önüne kondu tabii. Bir de “dayı” tarafı var. Bir ses kaydı çıktı ortaya. Bir arkadaşıyla bir gazeteciyi nasıl döveceklerini anlatıyordu.
Diplomasi dili hak getire. Dışişleri Bakanlığı’na getirilmeden iki ay önce “en kötü Erdoğan şiiri yarışması”na katıldı, kazandı.
İngiltere Trump’ına kavuştu. Hayrını görsünler.
Bu "tuhaf" herif, Türk tarihindeki en azılı şerefsiz hainlerden biri olan Ali Kemal'in torunu olduğu için, akepe'li gerici-yobaz güruh kendi pozisyonlarını aldı.
İngiltere’nin yeni Başbakanı “Osmanlı Torunu” Boris Johnson olunca, yine birbirine girdi cehaletle ihanet. Bu durum da en çok toplum mühendislerine(?) yaradı. Tabii doğal olarak da onların arkasındaki küresel efendilere.
Yapılmak istenen açıktır. Bir hainin, dedesiyle aynı düşünen torununun başarı hikayesi üzerinden ihaneti aklanmaya çalışılmaktadır. Hainin kahraman olduğu yerde kahramanlar da hain olacaktır. Türk ulusu bu tarz algı operasyonlarına yüz yıl önce izin vermediği gibi yine izin vermemelidir, vermeyecektir.
Kimdi Boris Jonhson? Ali Kemal’in torunu.
"- Kim bu Ali Kemal?"
"- Gazete muharriri.
İngiliz’den para alır.
Adamıydı Halifenin.
Gözlüklü,
şişman.
Kan damlardı kaleminden,
fakat murdar,
fakat pis bir kan.
Gün olur daha derin,
daha geniş yara açar
kalemin düşmanlığı
mavzerin düşmanlığından."
İHANETİN VÜCUT BULMUŞ HALİ
Damat Ferit Kabinesinde Eğitim ve İçişleri Bakanlığı yapmışlığı vardır Ali Kemal’in. Yazdığı provokatif köşe yazıları ile düşmanın mermisine rahmet okutmuştur. Öyle ki Millî Mücadele’nin bir cephesi de basın cephesidir. Ali Kemal de o cephede emperyalizmin yazar görünümlü tetikçisidir. Halkın nezdinde ihanetin vücut bulmuş hali olduğundan, Sakallı Nurettin Paşa’nın ihmalinin de etkisiyle halk tarafından linç edilmiştir. (Halk nezdinde ve yaptıklarıyla hain olsa da Mustafa Kemal Paşa, Sakallı Nurettin Paşa’nın bu linç girişimine dolaylı destek vermesine çok sinirlenmiş, büyük tepki göstermiştir. Bu “tepki”, kurucu felsefenin hainlere karşı bile “her durumda önce hukuk” dediğini görmek açısından önemlidir.)
Bu profilin zihinlerde daha belirgin olması açısından şöyle bir varsayımda bulunabiliriz: Eğer Ali Kemal bu dönemde yaşayacak olsaydı, kendisinden kumpas davaları desteklemesi, Atatürkçülerin karşısında olması, FETÖ’cü kumpas dava savcısının heykelini dikmek isteyecek kadar ihaneti kutsaması beklenilirdi.
ESAS HEDEF
Bugün Ali Kemal’in torunu olmakla övünen “Osmanlı Torunu”nun İngiltere’de Başbakan olması kimilerinin gönlünü okşamaktadır. Osmanlı hülyası gören “hain olmayan” gafiller için... Kimilerinin ise gerçek konumlarını gizlemek için bulunmaz bir nimet, “başarı hikayesi”dir. Millî Mücadele döneminden beri Millî Mücadele’nin karşısında olanların devamı niteliğindeki “hainler” için...
TBB Başkan Yardımcısı Hüseyin Özbek, en sonda söylemekte çekinileni en başta söylüyor:
“Bu yapılan utancı anıtlaştırmak, ihaneti kutsamaktır. Damat Ferit Kabinesinin İngiliz işbirlikçisi Ali Kemal’in aklandığı yerde Mustafa Kemal mahkûm olur!”
Millî Mücadele’nin yüzüncü yılının halkta içselleşen coşkusu; bir takım Millî Mücadele karşıtlarını, Atatürk düşmanlarını dolaylı savunma sistemlerine itmektedir. Bazılarının açıktan savaşmaya devam ettiği yerde bazıları da savaşlarına “örtülü” devam etmektedir. İşte yeni gündem ve “örtü”, “Osmanlı Torunu İngiltere Başbakanı” pozisyonudur. Örtünün altındaki 100 senedir aynıdır. Hiç değişmemiştir.
Yapılmak istenen açıktır. Bir hainin, dedesiyle aynı düşünen torununun başarı hikayesi üzerinden ihaneti aklanmaya çalışılmaktadır. Hainin kahraman olduğu yerde kahramanlar da hain olacaktır. Türk ulusu bu tarz algı operasyonlarına yüz yıl önce izin vermediği gibi yine izin vermemelidir, vermeyecektir.
Özel Okullar Toplumsal Barışı Tehdit Eder Hale mi Geldi?
Özel okul patronlarının velilere dayattıkları fahiş fiyatlar, çocuklarını devlet okullarındaki islamo-faşist baskıdan kaçırma bedelidir. Nitekim "laik ortam" son yıllarda özellikle yerli kolejler için etkili bir pazarlama unsuru.

Yazan: EBRU ERBAŞ
Bu yılki LGS'nin en ilginç sonuçlarından biri, yabancı liselerin belki tarihlerinde ilk kez kontenjanlarını dolduramaması oldu. Birinci kayıt dönemi sonlandığında hemen hepsinin kontenjanlarında onlarca açık vardı ve herkes bu durumu öncelikle ekonomik krizin etkilerine yordu. Zaten geçen yıldan beri kriz eğitim sektörüne, iflas eden, öğretmenlerinin maaşlarını ödeyemeyen özel kolej haberleriyle yansımıştı, demek artık şimdiye dek öğrenci sıkıntısı çekmeyen köklü yabancı liseler bile etkilenmeye başlamıştı.
Ancak benim gibi bir zamanlar orta halli ailelerin bu liselerde büyük fedakarlıklarla okuttuğu ve şimdi de çocukları eğitim çağına gelmiş bazı veliler, kriz patlamadan önce de bu okulların ücretlerinin anormal düzeyde artmakta olduğunun farkındaydık. Çok kabaca alım gücü karşılaştırmaları yaparak "bugün olsa benim ailem beni asla bu okulda okutamazdı" diyorduk. Nihayet geçen gün elime somut bir veri geçti: Notre Dame de Sion Fransız Lisesi'nin (NDS) 1989-1990 öğrenim yılında okul ücretlerini duyurduğu yazı, bugün tarihi bir belge niteliğinde.
Hemen hesabı çıkardım:
1989- 1990 yılında okul ücreti yeni girişler için 3.520.000 TL, lise sınıfları için 1.635.700 TL imiş.
Aynı dönemde Cumhuriyet Altınının ortalama satış fiyatı 181.000 TL (ödeme tarihlerine göre 1989 Haziran, Eylül ve 1990 Ocak ortalaması).
Buna göre hazırlık sınıfı ücreti yaklaşık 19 Cumhuriyet Altını, lise sınıfları yaklaşık 9 Cumhuriyet Altını ediyormuş.
Bugün Cumhuriyet Altınının satış fiyatı, çok da geniş paylı bir yuvarlatmayla 1.750 TL.
9 Cumhuriyet Altını 15.750 TL, 19 cumhuriyet altını 33.250 TL ediyor.
Sadece enflasyon oranında artsaydı bugün NDS’nin yıllık ücreti bu civarda olacaktı yani. Bu krizin ve 1990'dan beri yaşanmış tüm krizlerin toplam etkisi bu kadardı.
Halbuki bugün aynı okulun yıllık ücreti 68.500 TL ve tüm sınıflar için aynı.
Sonuç olarak, okulun ücreti enflasyon farkı düzeltildiğinde dahi reel olarak yüzde 106 ilâ yüzde 335 oranında artmış durumda.
"Bizim gibi aileler çocuk okutamazdı", derken haklıymışız.
Bu acayip artışın herhalde ilk açıklaması “laikliğin bedeli” olmalı. Yani velilere dayatılan fark, çocuklarını devlet okullarındaki islamo-faşist baskıdan kaçırma bedelidir. Nitekim "laik ortam" son yıllarda özellikle yerli kolejler için etkili bir pazarlama unsuru. Devlet de her uygulamasıyla "laik eğitim isteyen parasını verip özele gitsin" tavrını hissettiriyor.
Kanımca yine aynı islamo- faşist gerileme, yabancı liselere yükseköğrenim vesilesiyle kapağı yurt dışına atma eşiği olarak da prim kazandırmış ve bu prim de okul ücretlerine yansıtılmış durumda. NDS örneğiyle devam edersek, bizim mezun olduğumuz 1991 yılında sadece bir arkadaşımız üniversite öğrenimi için Fransa'ya gitmişti. Bizim devreler yurt dışında üniversiteye okumayı, ancak ailesi zengin olup da burada iyi bir okul kazanacak kadar başarılı olmayan öğrencilerin seçeneği olarak hatırlar. Pek de havalı bir durum sayılmazdı yani. Bugün aynı okulun sitesinde geçtiğimiz yıl 87 mezunun Fransa'daki üniversitelerden, 31 mezunun da ABD, Kanada, Hollanda ve diğer batılı ülkelerin üniversitelerinden kabul aldığı duyuruluyor.
Bu ligdeki hangi lisenin sitesine girip üniversite yerleştirmelerine baksanız benzer sayılarla karşılaşır, hepsinin yurt dışına öğrenci göndermek için yarıştığını görürsünüz; aynı birinci ligdeki köklü Türk liseleri de dahil. Ve bu çocuklar tabii ki geri dönüp "vatana millete faydalı olmak" niyetiyle gitmiyor, en iyi eğittiklerimiz can havliyle kaçıyor bu ülkeden. Konuyla ilgili kişiler 23 Nisan'da Darüşşafaka'lı öğrencinin "Almanya'da yaşamak istiyorum" demesine şaşırmadılar yani, yaşıtlarının ancak bu hayallerle halen bu ülkede lise hayatına dayanabildiğini biliyorlar. Dehşete kapılmalıyız, aklımız alınıyor, bu korkunç bir kan kaybıdır.
Aslında tüm bu tablonun "islamofaşizm- laik eğitim" geriliminin de ötesinde ekonomi-politik altyapısı var ki o da AKP neoliberalizminin Türkiye'de ABD tipi ortaöğretim sistemini yerleştirme çabasıdır. Bir yanda çok küçük bir azınlığa dünyanın en iyi eğitimini vererek yönetici elitleri yetiştirirken nüfusun geri kalanının dünyanın en kötü okullarına ve en koyu cehaletine mahkum edilmesi, olarak özetleyebilirz. Ve nitelikli eğitimi tamamen paralı olmanın ötesinde fahiş pahalı bir hizmet haline getirerek eğitimin en önemli işlevi olan sınıfsal geçişlilik imkânının tamamen tıkanmasıdır. Bugün ABD'de bir yanda dünyanın en iyi bir kaç üniversitesi var, dediğimiz gibi, yönetecek üç beş kafayı yetiştiriyorlar ve insanlar üniversitede okuyabilmek için 30 yıllık banka kredilerine ömürlerini ipotek ediyor. Öte yanda dünyanın en berbat okulları da ABD'de, o kredileri dahi çekemeyen büyük çoğunluk, hani o filmlerde gördüğümüz, her türlü kriminal ortamın döndüğü devlet okullarında, haritada ülkesinin yerini gösteremiyor, doğru düzgün okuma yazma bile öğrenemiyor. Size de bu tablo bir yerden tanıdık geliyor mu?
Özetle, evet, doğru düzgün eğitim alabileceğimiz birkaç okul kaldı ve onların da fiyatı krizi de katlayarak, fahiş oranlarda arttı ve artıyor. Kriz, işin kılıfı. Özel okul patronları hem alttan alta islamcı eğitim öcüsünü köpürterek çaresizlik hissi pompalıyor hem de ekonomik krizi bahane ederek haydutluk seviyesinde fiyat çekiyorlar. Ancak bu orantısız fiyat artışlarının asıl sebebi, derin bir kastlaşma; bu okullar asıl iyi bir eğitim almayı en çok önemseyen orta sınıflar için ulaşılabilir olmaktan çıkıyor. Ve sınıfsal geçişliliğin böylece kısıtlanması, asıl toplumsal barışı tehdit ediyor.
Toplumsal dinamikler açısından eğitimin belki en kritik rolü bu: Evet, kutuplaşıyoruz ama asıl kutuplaşma, bu zeminde gerçekleşiyor. Bu koşullarda bizim hakkımız olan parasız, laik, bilimsel, nitelikli, eşitlikçi, özgürlükçü bir eğitim için, -önceliğimiz bu sıfatların hangisi olursa olsun-, ilk hedefimiz; ilkokul seviyesinde özel okulculuğun yasaklanması, ilköğretimin yine tamamen parasız ve eşit sunulan bir kamu hizmetine dönüşmesi olmalı.
EBRU ERBAŞ
15 Temmuz 2019 Pazartesi
15 Temmuz Gerçeklerini Ararken

Yazan: CEM ASLAN
- Sınav sorusu çalmak ne demektir bilir misiniz? Üniversiteye yerleşemedin, kıl payı mı kaçırdın? Bunlar bu dolapları çevirmeseydi şimdi meslek sahibi bir insan olacaktın. İki yıllığa mı yerleştin? Şimdi dört yıllık okul diploman olacaktı elinde. Belki İTÜ’yü değil Boğaziçi’ni bitirmiş olacaktın. Hemşire değil doktor, astsubay değil subay olacaktın. Bunlar gençlerden hayatlarını çalan böyle alçak adamlardır işte. Elbette bunlara haberi olduğu halde göz yumanlar da.
- Ajan tarikatın teki devletin kontrol merkezlerini adım adım ele geçirirken Fethullah gibi bir şeytanı değil üç beş kişi, toplumun yüzde 80’lik bir kesimi “nur yüzlü hocaefendi” olarak gördü, kuruduğu tezgahları alkışladı. Bu bir iki yıl boyunca değil 40 yıl boyunca devam etti. Afrikalı çocuğun söylediği Ankara’nın bağları türküsüyle ninni dinler gibi uyudular. Bu da milli kerizlik olarak tarihte yerini almıştır çoktan. Ancak 15 Temmuz kafa darbesiyle kendilerine gelebildiler.
- 15 Temmuz’un tezgah olduğunu düşünmüyorum. Çünkü hedefteki unsur facetime’da konuşurken azrail görmüş gibi titriyordu hatırlarsanız. Fakat tezgah olduğunu düşünmek de ahmaklık değildir. En ince ayrıntısına kadar aydınlatmazsan, “tanrının lütfu” diye yorum yaparsan, karşıtları sindirmek için fırsata çevirirsen isteyen istediğini der.
- “Fener şike yaptı mı?” diye bir soru sormuyorum kendime. Nitekim yurdumda şikesiz pinpon maçı olabileceğine ihtimal vermem. Mesele spot ışıklarının neden Fener’in üstüne tutulduğudur. Adamlar ordudan, yargıdan, polisten, Meclis’ten, hükümetten daha sağlam çıktı. Fener bunlardan daha Cumhuriyetmiş! Futbolla ilgim yoktur, takım tutmam fakat eskiden Fener’le dalga geçmeyi severdim. Tüm camiadan özür dilerim.
- Fethullah’ın en iyi sızdığı yerlerden biri de Galatasaray çıktı bu arada. Memleketin en iyi okumuşları da orada! Gerisini sen düşün.
- Harbiye bedensel ve ruhsal olarak zor bir okuldur. Yer yıl doğal olarak birkaç kişi bırakırdı okulu, zora gelemediği için. 2005-2006’dan sonra her yıl yüzlerce öğrenci bırakmaya başladı. Sonra anladık ki Fethullah’ın kendi adamlarını yerleştirmek için yaptığı yıldırma operasyonlarından dolayı imiş. Akıl almaz işkenceleri burada yazmaya gerek yok, herkes biliyor artık. Peki orada olanlardan okul komutanlığının, genelkurmayın, savunma bakanlığının, başbakanlığın haberi yok muydu? Elbette vardı. Neden bir soruşturma açılmadı burada neler oluyor diye? Devir değişince başkası soracak bunların hepsine bu soruları. O çocuklara yapılanların hesabını vermeden kimse bu dünyadan göçemez!
- Kalkışma hakkındaki en önemli saptamaları İlker Başbuğ yaptı. 2002’den sonra MİT’ten istihbarat gelmedi dedi bize örgüt hakkında. Ondan önce iyi kötü YAŞ’ta ayıklıyordu asker bunları. Gene işbirlikçilik, gene yardakçılık. Devletin göstermesi gereken en doğal tepkisini çoğulculuk, inanç özgürlüğü, fosilleşmiş rejim, sivilleşme diye yerden yere vuran sidikli enteller de bu çarkın bir parçası elbette.
- Amaçları Tayyip’ten kurtulmak falan değildi. Öyle olsa çok daha basit olurdu işleri. Nitekim şah damarı kadar yakınlardı adama. Tayyip’in beş yaverinden dördü cemaatten çıktı hatırlayın. (Fethullahçıların inlerine girmişlerdi sözde, kimin nereye girdiği anlaşıldı tabii.) 1500 korumadan kaçı cemaattendir kim bilir. İlker Başbuğ ayrıca altını çizmişti darbeyi yaptıranlar başarısız olması için yaptırdılar diye. Ayrıca ellerindeki kadroların çok azını sürdüler sahaya o gece. Gerçek amaçlarını bilmiyoruz. Sonuçta Ergenekon, Balyoz, 15 Temmuz derken darmadağın olmuş, sınırları koruma yeteneği hırpalanmış, tarikatlar arasında parsellenmiş bir ordu kaldı elde.
- Kurmay subayların yüzde 80’i Fethullahçıymış. Bunu diyen ben değilim “Fetö iddianamesi”nin savcısı. Kanser herkesin sandığından daha yaygın ve tedavi çok yavaş ilerliyor.
- Bu adamlar yurt içinde biraz hırpalamış olabilirler fakat hâlâ güçlü ve örgütlüler. Yurtdışında ise oldukları gibi pozisyonlarını koruyorlar.
- Geçenlerde Genelkurmay kapısına dayanıp hakim albay almaya kalktılar. Cesaret mi intihar mı daha anlayamadık. Bu olay gündeme oturmadı gerektiği gibi. Kimse de kükremedi “eyyy paralel vatan haini gene ne iş peşindesin?!” diye…
- Harp okullarını kapatıp Milli Savunma Üniversitesi yaptın, başına da bir tarihçi geçirdin. Öyle yapınca tarikatlar falan sızamaz emin olun. Şimdi dört yıllık okul mezunlarını bir yıl eğitip subay yapıyorlarmış. Hayat sizi bildiği gibi yapsın.
- Dağda üç gün yaşamayı beceremeyen bordo berelisi, başkentinin ortasından deve kadar binayı ıska geçen F-16’sı, elin ecnebisinin whatsapp uygulamasında grup kurarak harekat yapmak, darmadağın olmuş subay resimlerinin basına saçılması, ağlayan, af dileyen asker afişleri…. Deliğe saklanıp titrek sesle milleti sokağa çağıran baş komutan, otoparka saklanan kuvvet komutanları, esir düşen ordu komutanı, tüymek için sınırda bekleyen bakanlar… afet gibi ülke görüntüleri.
- 15 Temmuz’dan kuruluş efsanesi yaratmaya çalıştılar. Kültür sanat birikimsizliklerinden dolayı elbette beceremediler. Edebiyat, tiyatro, sinemayla içli dışlı olmazsan beceremezsin. Siyasete sanatın içine tükürerek başlamışlardı. İçine tükürdükleri sanat döndü dolaştı bunların yüzüne tükürdü. Eserini ortaya koyamadıktan sonra ne yaşarsan yaşa.
- Şu bulutlar dağılınca bütün bu olanlar islamcı grupların iç çatışması diye anılır.
- AKP “FETÖ” ile mücadele edemez. Öyle bir vizyon ve iradesi yok onların. Şu anda yaptıkları delirmiş bir şekilde karanlıkta yumruk sallamak. Tarikat ve cemaatleri cumhuriyeti kuranlar gibi sağlam bir kurucu irade temizler ancak ülkeden. O tasfiye listerini şeytan bilir kimler hazırlıyor.
- İBB’yi kaybedeceğini anlayınca Apo mesajı yayımlayıp, Osman Öcalan’ı TRT’ye çıkaran, yarın bunlarla barışma yolu aramaya başlarsa hiç şaşırmam. Tüccar siyasetinin doğasında var böyle şeyler.
- Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları sonuna kadar gidip bire kadar kırmaz da bu alçakların yakasından elini çekmek gibi bir yanlış yaparsa 100 yıl daha gün yüzü göremez!
Yazı: CEM ASLAN
24 Haziran 2019 Pazartesi
Hep Aynı Filmi mi İzleyeceğiz?
AKP'nin İstanbul'da aldığı tarihi yenilgiden sonra "Hep aynı filmi izleyecek değiliz ya?" sesleri alaycı bir şekilde yükselirken, Luc Besson'un Anna filmi de "Yine mi aynı hikaye?" diye sorduruyor.

Bu kaçıncı Nikita? Luc Besson’un bu hafta gösterime giren yeni filmi "Anna" yönetmenin bildik temalarının cilalı ama ruhsuz bir tekrarından öteye gidemiyor. Sanki akepe İstanbul il teşkilatı değiştirilse, akepenin pislik olduğu gerçeği değişecekmiş gibi...
Nedense Luc Besson yıllardır aynı filmi çekiyormuş gibi bir his var içimizde. Sanırsınız "Ben değiştim" diyten tayyip erdoğan misali.. Oysa önümüze koyduğu hep aynı kokuşmuş menü...
Luc Besson da tıpkı tayyip gibi... Yapacağı bütün numaraları yıllar önce yaptı, o zamandan beri dişe dokunur bir işe imza atamamış ama şiddet ve göz boyamaya dayalı senaryolarla bizi oyalıyor.
Aksiyon sosu bol bir casusluk hikâyesi olan “Anna” 80’li yılların ikinci yarısı ile 90’ların başını kapsayan 5 yıllık bir zaman dilimi içerisinde Moskova-Paris hattı üzerinde geçiyor. İleri geri zaman atlamalarıyla seyircinin başını döndürmeyi hedefleyen ve sonlarda yer alacak sürprizleri örtbas edebilmek uğruna senaryonun önemli bir kısmını tekrarlar yüzünden feda eden Besson filme de adını veren Anna karakterinde tanınmamış bir oyuncuyu tercih etmiş. Geçmişte bu konuda oynadığı kumarlarda başarıya ulaştığını düşünsek de (Bkz. “Leon”daki Natalie Portman) kendisi de bir model olan Rus Sasha Luss’un (ki ilk oyunculuk deneyimini de 2017’de yine bir Besson filmi olan “Valerian and the City of a Thousand Planets”de yaşamış) oyunculuk kariyerinin pek verimli olacağını sanmıyoruz.
O tarihlerde cep telefonu ve USB bellek mi vardı? Kimi kandırıyorsun ya?
Besson’un konu itibarıyla “Nikita”yı fazlasıyla anıştırmasının yanı sıra bir sahnedeki diyalogların neredeyse bire bir “Leon”dan apartılarak filme yedirilmiş olması da (dikkatli izleyiciler “Leon”da Gary Oldman’ın ağzından çıkan cümlelerin neredeyse bire bir bu filmde de kullanıldığını hatırlayacaktır) yönetmenin tembelliğine mi verilmeli, acizliğine mi?
Öte yandan filmde karakterlerin kullandıkları bazı cihazların (cep telefonu, USB flash bellek vb.) filmin geçtiği yıllarda henüz kullanılmadığını Luc Besson bilmez mi? Akepe'nin yüzsüz yöneticileri gibi, bizi aptal mı sanıyor Luc Bessson?
Kimi sahneleriyle “John Wick”i anıştırsa da onun seviyesine çıkamayan ve hatta “Atomic Blonde” ve “Lucy” gibi filmleri bile aşamayan “Anna” ne yazık ki Luc Besson filmografisinde alt sıralarda kendine yer buluyor.
Paranız ve vaktiniz çoksa gidin bu film için para ödeyin!
Aklınız yoksa, tıpkı akepeliler gibi, herşey normalmiş gibi yaşamaya devam edebilirsiniz.. Aslında sonunuzun geldiğini farketmeden...
12 Haziran 2019 Çarşamba
Karanlık yayan ampul seviciler: Aktroller ve aramızdaki diğer faşistlerle mücadele
Sosyal medyayı siyasi mücadelelerinin vazgeçilmez bir aracı ve cephesi olarak gören baskıcı rejimlere karşı muhalif grupların da sanal ortamda karşılaştıkları provokasyon, manipülasyon ve saldırılarla baş etmek için daha etkili araçlara ve bu araçlar üzerine daha etraflıca kafa yormaya ihtiyaçları var.

St. Petersburg…
Savuşkina Caddesi.
Numara 55.
★
Bu adresteki binada, Putin'in trol fabrikası var.
★
Tabelasında “Internet Issledovaniya” yazıyor, yani, internet araştırmaları… 24 saat kesintisiz, vardiyayla 1000 kişi çalışıyor.
★
Ne iş yapıyorlar derseniz… Rusça, İngilizce, Almanca, Arapça ve Türkçe haber sitelerine yorum yazıyorlar!
★
Her bir çalışanın “sanki farklı kişiler”miş gibi 10 farklı hesabı var.
Bu 10'ar farklı hesaptan her gün en az 500'er tweet atıyorlar.
★
Geleneksel medyayı gazete gazete, televizyon televizyon, tek tek kontrol etmek yerine, medyaya alternatif içerik üretiyorlar.
★
Tamamen yalan, tamamen iftiralarla dolu ama, sanki “gerçek habermiş” gibi ikna edici tweetler atıyorlar.
1000 çalışanın 10 bin farklı hesabından aynı yönde tweetler yağınca, okuyanlar ister istemez etkileniyor, “bu kadar farklı sayıda kişi aynı şeyi söylediğine göre, demek ki doğru” görüşü yayılıyor.
★
Trol'ün trol olduğu ortaya çıkarsa, deşifre olan ismini siliyor, başka isimle, başka profil fotoğrafıyla yeni hesap açıyor.
★
Her trol'ün farklı bir rolü var.
Mesela, Rusya'daki haber sitelerine yönelik faaliyet yürütülürken, kimisi Putin yanlısı gibi görünüyor, kimisi Putin karşıtı tweetler atıyor, suni kutuplaşma yaratılıyor.
Böylece, sanki sosyal medyada karşıt görüşler özgürce dile getiriliyormuş gibi, sanki Rusya'da fikir özgürlüğü varmış gibi, sanki Kremlin müdahale etmiyormuş gibi bir atmosfer oluşturuluyor.
Putin karşıtı tweet atan trollerin iddiaları ve görüşleri, Putin yanlısı troller tarafından atılan tweetlerle çürütülüyor, bu yöntemle Putin karşıtları yalancı, iftiracı durumuna düşürülüyor, rezil ediliyor.
★
Troller sadece siyasi tweet atmıyor.
Tam tersine, mesela 100 tane alakasız konuda, spor, magazin, yemek, tatil, müzik hakkında tweet atıyorsa, beş tane siyasi tweet atıyor.
Böylece, hem takipçi sayısı daha kolay artıyor, hem de algı yönetimi açısından daha inandırıcı oluyor.
★
Amerikan medyasına itirafçı olan bir Rus trol, bu sistemin etkisini “atlı karınca”ya benzetiyor… “Atlı karıncaya biniyorsunuz, arkanızda kim olduğunu bilmiyorsunuz, önünüzde kim olduğunu bilmiyorsunuz, bir daire etrafında devamlı dönüyorsunuz” diyor!
★
Facebook, Putin'in trol fabrikasına ait olduğu tespit edilen 300 civarında sayfayı engelledi.
Azerbaycan, Özbekistan ve Ukrayna'ya yönelik faaliyet gösteren bu sayfaların 450 milyondan fazla takipçisi vardı.
★
Twitter ise, Putin'in trol fabrikasından çıkan 10 milyon civarında tweet'i deşifre etti.
İngilizce ve Almanca yazılan, Amerikan, İngiliz ve Alman kamuoyunu manipüle etmeyi amaçlayan bu tweetler, ABD başkanlık seçimi, Almanya hükümet seçimi ve İngiltere'deki Brexit referandumuna yönelikti.
★
Açıkça görüldü ki… Rus trol fabrikasının Almanya'ya ve Merkel'i karalamaya yönelik tweetlerinin çok önemli bölümü Tayyip Erdoğan hashtag'iyle yayılıyordu.
★
Tabii bu küresel propaganda savaşında, toplumları sosyal medya üzerinden, siyasi, ekonomik ve kültürel açılardan “trol”leme işi, “sahte gerçeklik” yaratma işi, sadece Putin'e ait bir faaliyet değil…
★
Üstün zekalı bilişim endüstrisi profesyonelleri ve yetkin iletişimcilerin yarattığı, dünya çapında, yeni bir medya çağı bu.
★
Çin'de algı tasarımı inşa eden, hem Çin halkına yönelik, hem de hedef ülkelere yönelik faaliyet gösteren trol platformları var. Sıradan vatandaşmış gibi sosyal medyaya giren Çin devlet görevlileri, yılda 450 milyon civarında yönlendirici mesaj üretiyor.
İran'da var.
İsrail'de var.
Hindistan'da var.
Suriye'nin dijital ordusu, tahmininizden çok daha güçlü.
★
E dünyada vaziyet böyle olduğuna göre, interneti icat eden ABD'de vaziyetin hangi boyutlarda olduğunu tahmin edebilirsiniz herhalde!
★
Trump'ın başkan seçildiği 2016 seçimlerinde, ABD'de 300'ün üzerinde sahte haber sitesi kuruldu, tık diye tıklanması için iki milyona yakın sahte haber link'i üretildi.
Trump yandaşı sosyal medya trafiği, sıradan vatandaş görünümü altında, tamamen trol hesaplarla yürütüldü.
Türkiye'de hıyarto zannedilen Trump, aslında algoritmik propagandayla, bütün Amerikan halkını hıyar gibi söğüşledi.
Bilgi madenciliği yapan Londra merkezli bir şirket aracılığıyla, sosyal medya kullanan seçmenlerin, özellikle Facebook kullanan seçmenlerin, kişisel profillerini satın alıp, onlara yönelik sahte haber bombardımanı yaratıp, oy verme eğilimlerini etkiledi.
Papa'nın Trump'ı desteklediği, Obama'nın Kenya'da dünyaya geldiği, Hillary Clinton'ın ipliğini pazara çıkaracak olan FBI ajanının öldürüldüğü gibi, palavralar yayıldı.
Aslına bakarsanız sadece 10 bin kişiyi hedef aldılar… Söz konusu 10 bin kişiyi etki altına aldıklarında, 30 milyon takipçi kitlesine ulaşacaklarını gördüler, buna yoğunlaştılar, başardılar.
Farklı seçmen tiplerine, farklı söylemlerle, ürün satar gibi, kişisel pazarlama yaptılar.
Hillary Clinton'ın her hamlesine karşı trol saldırısı başlatarak, gürültü yaptılar, kavram karmaşası yarattılar, boğdular.
★
Trump'la Clinton'ın televizyonda karşılıklı canlı yayın tartışmasına çıktıkları gece, Trump yanlısı trol hesaplardan Clinton yanlısı hesapların yedi misli tweet atıldı.
Clinton'ın söylemediği sözler, sanki söylemiş gibi yayıldı.
Tartışmayı televizyondan naklen seyretmeyip, sonradan sosyal medyadan takip edenlerin aklında “sahte gerçeklik” kaldı.
★
Ve maalesef, bu işin en iğrenç hali, en vahşi hali, en pespaye hali, Türkiye'de yaşanıyor.
★
2013 yılına kadar sadece fetocuların trol hesapları vardı.
Merkez medyanın internet haberlerinin altına yönlendirici yorumlar yapıyorlardı, fetocu ve liboş yazarları yüceltiyor, namuslu gazetecileri karalıyor, aşağılıyorlardı.
Trol haber siteleri kurdular.
Sahte isimlerle sosyal medya fenomenleri yarattılar.
İsim vermeyeyim, şu anda bile faaliyetine devam eden, özellikle gençlerin yoğun şekilde takip ettiği sosyal haber siteleri kurdular.
★
Taa ki 2013'e kadar…
2013'teki Gezi Parkı olaylarından sonra “Aktroller” peydah oldu.
Fetocular büyük ölçüde imha edildi, sosyal medyadaki yalan haber, yönlendirici yorum hakimiyeti Aktrollere geçti.
★
Akp'yi rahatsız eden her kişi, her kurum ve her hadise hakkında yalan haber yayıyorlar, toplumun gerçekle bağını kopartıyorlar, toplumsal kutuplaşmayı bilinçli olarak keskinleştiriyorlar.
★
Netice?
★
Oxford Üniversitesi'nin 37 ülkeyi kapsayan dijital haber raporu'na göre, dünyada internet üzerinde en fazla yalan haber görülen ülke, Türkiye.
37 ülkenin yalan haber ortalaması yüzde 26'yken, Türkiye'nin yalan haber ortalaması yüzde 49!
İnsanlar gerçek habere ulaşabilmek için twitter'a facebook'a whatsapp'a yöneliyor, oralarda da kılıktan kılığa bürünmüş troller kol geziyor.
Troller, botlar, astroturf: Sosyal medyanın anti-sosyal yüzüyle baş etme rehberi
Yazar: ASLI PEKER
Çin'de 50 kuruş partisi, Putin'in trol ordusu, Meksida'da Penabot'lar ve malumumuz Aktroller... Sosyal medya dünyanın hemen her yerinde sivil toplum örgütleri, siyasi aktivistler ve bilimum muhalif gruplar için elzem bir iletişim ve örgütlenme aracı haline gelirken, muktedirlerin bu platformları kontrol ve manipule etme çabaları da yoğunlaşıyor ve çeşitleniyor. Zaten bir süredir görmeye alışageldiğimiz topyekûn sansürleme, site kapatma, yasaklama gibi daha konvansiyonel yöntemlerin yanı sıra son dönemde otomatik yazılımlar ve ücretli ya da gönüllü kadrolar kullanarak daha aktif şekilde sosyal medyada dolaşan mesajların içeriğini ve tartışmanın tonunu etkilemeye çalışmak revaçta. Üstelik bunu yapan sadece otoriter rejimler de değil, Amerikan ordusundan lobi gruplarına, seçim derdindeki siyasetçilerden çok uluslu şirketlere, sanal ortamda manipülasyon işine bulaşmayan yok gibi...
Peki ama neden? Bu kadar farklı aktörün sosyal medya trafiğini etkilemek için bunca kaynak akıtmasının sebebi ne? Elbette öncelikli ve bariz hedef kamuoyunu etkilemek ve propaganda yapmak. Kendi görüşlerinin ve destekçilerinin gerçekte olduğundan çok daha yaygın olduğu izlenimini yaratmak, suni gündem ve taban hareketleri oluşturmak, sanal ortamın kısıtlı kaynağı olarak addedilen dikkatleri dağıtmak. Bir diğer amaç muhalifleri ürkütmek, seslerini bastırmak, iletişim ağlarını ve örgütlenme kanallarını sekteye uğratmak, siyasi rakipleri yıpratmak, prestijlerini azaltmak, kişisel saldırılarla ilgiyi siyasi meselelerden uzaklaştırmak. Velhasıl rasyonel tartışmayı sabote etmek, tarafları kutuplaştırmak, fevri tepkilere sebebiyet verip kimsenin birbirini dinlemediği, önyargıların kemikleştiği bir ortam yaratmak [1]
Durum böyle olunca, özellikle sosyal medyayı siyasi mücadelelerinin önemli bir aracı ve cephesi olarak gören ve kullanan muhalif grupların da sanal ortamda karşılaştıkları provokasyon, manipülasyon ve saldırılarla baş etmek için daha etkili araçlara ve bu araçlar üzerine daha etraflıca kafa yormaya ihtiyaçları var. Bu yazı (aslında bu konuda çok da uzmanlığı olmayan bir internet kullanıcısı tarafından kaleme alınmış) bir başlangıç denemesi. Önce birkaç tanımla başlayalım...
Artık bizde de gündelik dilin bir parçası haline gelen trol sözcüğü, internette kışkırtıcı, tartışılan konu ile alâkâsı olmayan yorumlarla insanları kasten provoke etmeye ya da konuyu dağıtmaya çalışan kişiler için kullanılıyor. Aslında ilk ortaya çıktığı (ve Amerika'da hâlen yaygın olarak kullanıldığı) şekliyle bariz bir siyasi içerik taşımıyor, daha çok bu provokasyon işini eğlence olsun diye yapan hafif nihilist internet kullanıcılarını tanımlıyor. Ama zaman içinde, sosyal medya siyasete bulaştıkça trollük terimi de politize oluyor ve daha spesifik olarak ırkçı, yabancı düşmanı, cinsiyetçi, ayrımcı, homofobik yorumlarla diğer kullanıcılara saldıran, sohbet ya da tartışmayı kesintiye uğratan, birçoğu anonim ya da sahte hesaplar kullanan kişilere trol denilmeye başlıyor. Aynı dönemde devletler de sanal manipülasyon işine el atınca, otoriter ya da yarı-otoriter rejimlerin iktidarda olduğu birçok yerde trol, hükümet yanlısı, (en azından bir bölümü) hükümet tarafından kiralanmış ve merkezi olarak yönetilen ‘piyonlar' için de kullanılmaya başlıyor. Fakat bu iki kullanım arasındaki fark zaman zaman gözden kaçıyor, yazının sonunda buna tekrar döneceğim ama burada da açıklık getirmekte fayda var: (Ak)trol diye nitelendirdiğimiz saldırgan internet kullanıcıları illa ki hükümet ajanı ve bu işi para için yapan kişiler değil, muhtemelen (ve maalesef) büyük kısmı içtenlikle şovenist, ırkçı, kadın düşmanı sıradan insanlar... Aslında trollerin gerçekten hükümetten para alıp almadıkları, yaptıkları saldırıların ‘resmen' yönlendirilip yönlendirilmediği çok da bağlayıcı değil, ‘trolvari' davranışların yaygınlığı ve artan dozu, sosyal medyanın siyasi mücadelede aktif bir cephe haline geldiği savını destekliyor.
Otoriter rejimlerin muhalif gruplara karşı kullandıkları bir diğer silah olan botlar ise internet üzerinde faaliyet göstermek üzere tasarlanmış, otomatik olarak içerik üreten ve gerçek kullanıcıları taklit eden yazılımlar. Aslında botlar, birçoğu hiç de ‘art niyetli' olmayan pek çok farklı amaç için kullanılıyor ama burada bizi ilgilendirenleri sahte sosyal medya hesaplarından hükümet yanlısı mesajlar atan, otomatik mesaj yağmurları ile aktivistler için önemli hashtag'leri bombalayan, muhalif hesapları spamleyen, kullanıcısının takipçi sayısını yapay olarak şişiren habis türleri. İlk jenerasyon botların operasyonları daha basit ve tespit edilmeleri daha kolayken internet teknolojilerindeki gelişmeler, bu otomasyon sistemlerinin çok daha karmaşık, tespitlerinin çok daha zor ve kullanımlarının çok daha yaygın hale gelmesi sonucunu doğurmuş [2].
Son olarak üzerinde durmak istediğim olgu, kelime kökeni suni çim markası astroturf'ten gelen astroturfing. Bu terim, İngilizce'de tabandan gelen ve kendiliğinden halk oluşumları için kullanılan ‘grassroots' kavramının tersine, yapay olarak yaratılan, bir merkezden finanse ve kontrol edilen ve kendisine kitlesel taban hareketi süsü veren kampanyalar için kullanılıyor. Bu tür kampanyalara sosyal medya dışında da rastlamak mümkün olsa da (örneğin hükümet ajanları tarafından düzenlenmiş sokak protestoları, parayla tutulmuş ya da kendi inisiyatifi dışında alanlara doldurulmuş kalabalıklar, sahte isimlerle bezeli imza kampanyaları vs.), cüzi meblağlara binlerce sahte hesap satın almanın mümkün olduğu, botlarla trollerin cirit attığı sanal alem, ‘suni çim' ekmek için çok daha elverişli bir ortam sunuyor [3]. Son dönemde aniden ortaya çıkıveren hükümet yanlısı birtakım Facebook grupları, popüler hashtag'ler ya da Twitter trending topic'ler, bu tür astroturfing kampanyalarının giderek daha fazla göreceğimiz bir taktik olduğuna işaret ediyor.
Peki ne yapmalı? Astroturfing ve bot saldırıları konusunda yapılabilecek en etkili şey, sosyal medyayı takip ederken bu tür manipülasyonlara karşı daha uyanık olmak, kamuoyunu bilinçlendirmek, erken teşhis ve ifşa etmek. Bot saldırılarını sosyal medya platformlarına şikayet etmek, spamlenme ihtimaline karşı özellikle kritik dönemlerde aktivistler arasındaki iletişim kanallarını açık tutmaya yarayacak alternatif yollar geliştirmek. Astroturf olduğundan şüphelendiğimiz sosyal medya trendlerinin gerçek hayattaki izdüşümlerini ve finansmanlarını araştırmak ve asılsız olanlarını teşhir etmek.
Trollere karşı en sık tavsiye edilen mücadele biçimi ise onları görmezden gelmek, ya da sıklıkla duyduğumuz şekliyle ‘trolleri beslememek'. Bu baskın görüşe göre trollerle rasyonel bir tartışma yürütmenin, onları ikna etmenin mümkünü yok, çünkü onlar gerçeklerle ilgilenmiyorlar. Trollerin en büyük zevki karşılarındakini tahrik etmek, çileden çıkarmak, duygusal tepkiler verdirmek, kendi seviyelerine çekip saldırganlaştırmak. Eğer troller bu tepkilerden besleniyorsa onlardan kurtulmanın en garantili yolu da onları aç bırakmak.
Bu argüman gerçekten makul gözükse de meydanı trollere bırakmak her zaman içe sindirilebilecek bir şey değil. Çünkü hiçbir şey yapmamak, bir yerde trollerin yaydığı nefret söylemine itiraz etmemek, kamusal alanda dolaşmaya devam etmesine göz yummak anlamına da geliyor. Üstelik, ‘trolleri beslemeyin' düsturunun odak noktası troller. Oysa hangi motivasyonlarla nefret kustuğunu bilmediğimiz ve aşırı görüşlerini değiştirme ihtimali çok düşük olan trollerden daha önemli olan, asıl dert edinilmesi gereken, trol saldırısına maruz kalan kişi ve saldırıya şahit olan seyirci kitle. Dolayısıyla trol saldırısına verilecek tepkiyi belirlemek için sadece trolden nasıl kurtuluruz sorusu yeterli değil. Nasıl yaparız da bu saldırıyı, kamusal söylemi ve müşterek normları dönüştürmek, hedef olan kişi ya da grubu kurban olmaktan çıkarıp özne olarak yeniden inşa etmek için bir fırsata çevirebiliriz sorusunun yanıtı da önemli...
Tamamen görmezden gelmenin bir adım ilerisi, trollerin bıraktığı kışkırtıcı yorumları silmek, trol olduğundan şüphe ettiğimiz hesapları bloke etmek, eğer bu yorumlar nefret söylemi ve şiddet içerikli ise bunları direkt olarak bırakıldıkları sosyal medya platformuna şikayet etmek ve hesapları kapattırmaya çalışmak. Bunu sadece trol saldırısına uğrayan kullanıcının yapması da gerekmiyor, hatta ne kadar çok kullanıcı bu hesapları şikayet ederse sonuç alma ihtimali de o kadar yüksek. Fakat maalesef en yaygın kullanılan sosyal paylaşım siteleri olan Facebook ve Twitter, bu tür şikayetleri takip etmek ve failleri cezalandırmak konusunda hâlâ oldukça yavaş ve savsak. Üstelik yasaklanan bir hesabın sahibinin (özellikle Twitter'da) yeni bir hesapla faaliyetlerine kaldığı yerden devam etmesi de çok kolay. Bir de tabii trollerin bu şikâyet mekanizmalarını suistimal edip bir saldırı aracı olarak kullanması, yani hedef aldıkları hesabı asılsız yere Twitter'a spam olarak bildirmeleri sorunu var.
Trol hesapları bloklamak, kişisel sadırılardan bir nebze korunmak ve akıl sağlığını muhafaza etmek için makul bir seçenek. Fakat nihai bir çözüm değil; bloklama bir yerden sonra yeni trol hesaplarıyla köşe kapmaca haline gelebilir. Üstelik Türkiye gibi faşizmin gündelik dilin bir parçası haline geldiği bir ülkede, bloklamanın dozunu kaçırmak oldukça kolay. Düpedüz nefret söylemi yayan hesapları bloklamak anlaşılır bir tepki olsa da bir dezavantajı, karşıt görüşlü kişi ve grupların neler konuşup neler paylaştıklarını takip etme fırsatını kaçırmak olabilir.
Bir de bloklamayı bireysel değil kolektif bir uğraş olarak düşünmek ve kurmak da mümkün. Öncülüğünü merkezî bir liste kullanan “Block Bot” adlı programın yaptığı liste bloklama sistemlerinin “Block Together” gibi yeni jenerasyon versiyonları, Twitter kullanıcılarının kendi blok listelerini yapmealarına, bu listeleri arkadaşlarıyla paylaşmalarına ve başkalarının blok listelerine abone olmalarına olanak tanıyor. Böylece abone olduğunuz bir hesabın blokladığı kullanıcılar, otomatik olarak sizin hesabınızdan da bloklanıyor. Bu tür programları kullanarak Twitter ve benzeri platformları kendimiz ve yakın çevremiz için daha ‘hijyenik' bir hale getirmek mümkün. Ama bunu yaparken unutmamak gerekir ki biz kokusunu eskisi kadar çok almasak da atık sular altan alta akmaya devam ediyor olacak.
Trolleri görmezden gelmeye dayanamayan ve onları geri püskürtmek için daha aktif yollar arayanlar için en radikal seçenek ise doğrudan taarruz. Son dönemde bunun bir tezahürünü trol saldırılarına maruz kalan grupların yürüttüğü ifşa et ve utandır (name and shame) kampanyalarında görüyoruz. Örneğin Amerika'da kimi feministler kendilerine yollanan şiddet ve nefret içerikli mesajları sosyal medya hesaplarından yayımlıyor. “Racists Getting Fired” adlı bir site, ırkçı paylaşımlar yapan kişilerin adlarını ve işverenlerinin telefonlarını duyuruyor ve takipçilerini arayıp șikayet etmelerini yönünde teșvik ediyor. Kendisine cinsel şiddet içerikli mesajlar yollayan genç bir trol'ü annesine şikayet edip kendisinden özür dilemesini sağlayan bir blogger örneği bile var... Tabii bu tür doğrudan yüzleşme taktiklerini Amerika'da kullanmakla sanal/sözel/fiziksel șiddet arasındaki çizginin kıldan ince, hukuk sisteminin bozuk, güvenlik güçlerinin taraf olduğu bir ülkede kullanmak arasında alınan risk açısından büyük bir fark var. Üstelik bu tür yöntemler anonim ya da sahte hesap kullananlar için çok etkili olmayabilir. Zaten azılı trollerin hâlâ bir ‘ar duygusu' olduğuna inanmak da belki biraz fazla iyimser bir varsayım.
Fakat yine de bu tür kampanyaların, özellikle saldırıya uğrayan kişinin maaruz kaldığı saldırıyı deşifre etme çabası, saldırganı topluca kınama seferberliğine dönüşebilirse önemli bir getirisi olabilir. Böyle toplu kınamalar, hem kamusal alanda nefret söylemi ve sözel şiddetin olağan ve sıradanlığını biraz olsun sarsmaya, hem de kurbanın kendisini daha az yalnız ve izole hissetmesine yardımcı olabilir. Özellikle bu ikinci nedenden dolayı trol saldırısına uğrayan bir kişinin durumu sessizce sineye çekmek yerine kendi sosyal ağını harekete geçirmesi, eğer karşı taarruza geçecekse de bunu tek başına değil, arkadaşları ve takipçilerinin desteği ve işbirliği ile yapmasında fayda var.
Trollerle doğrudan muhatap olurken akılda tutulması gereken, asıl hedefin trol değil izleyici kitlesi (ve genel olarak kamuoyu) olduğu. O yüzden de trollerle onların dilinden konuşmak, ağız dalaşına, hatta fikir mücadelesine girişmek çok da anlamlı değil. Trolün yarattığı olumsuzluk içinde yapılabilecek en olumlu şey durumu bir toplu öğrenme fırsatına dönüştürmek: Trolü es geçip diğer katılımcılara dert anlatmak, trolün beyanları üzerinden nefret ve şiddet söylemini ya da ad hominem saldırı gibi sıklıkla rast geldiğimiz mantık hatalarını masaya yatırmak, resmî söylemin hegemonyasını sarsıp bir ‘karşıt-söylem' geliştirmeye çalışmak akla gelen bazı ihtimaller [4].
Bitirmeden iki noktayı tekrar vurgulamak isterim: Birincisi, sosyal medyada zehirli paylaşımlar yapan kullanıcıların büyük kısmı dar anlamıyla trol değil. Birçoğu ne hükümetten para alıyor, ne eğlence için ortalığı birbirine katan başbelaları, ne de kendilerini trol olarak tanımlıyorlar. İkincisi, internet üzerinden hükümet çığıŗtkanlığı yapan, nefret söylemi üreten ve sözel şiddet uygulayan herkesi ‘Aktrol' olarak damgalamak sanki sorun bir avuç paralı veya gönüllü ‘asker'miş yanılsamasını yaratıyor. Sanki o bir avuç musibeti görmezden gelirsek, bloke edersek, başımızdan savabilirsek sorun da çözülecekmiş yanılsamasını... Ama maalesef sorun sadece Aktroller değil, sorun toplumca trolleşmemiz, trolce konuşmamız. Onun için trollerle mücadele rehberinin, bu geniş anlamıyla trollükle mücadele rehberi olarak ve müşterek bir çaba ile yazılması lazım.
Yazar: ASLI PEKER
[1] Üstelik bu psikolojik etki sandığımızdan daha derin de olabilir. Yakın zamanda yayımlanan bir araştırmaya göre okudukları bilimsel bir makalenin ardından olumsuz ve kaba okuyucu yorumlarına maruz kalan kişilerin ilk başta okudukları makaleye dair algıları da değişiyor, konuyu olduğundan çok daha siyah beyaz görmeye başlıyorlar. Araştırmacılar buna ‘pislik etkisi' (nasty effect) adını vermiş.
[2] Kimi tahminlere göre internet trafiğinin %60'dan fazlası insan kaynaklı değil. Ayrıca Facebook'ta 80 milyonun, Twitter'da 20 milyonun üzerinde sahte hesap olduğu yönünde tahminler var.
[3] Bir grup akademisyenin Twitter'in onayıyla, kendilerine alıcıymış süsü vererek yaptıkları bir araştırmanın bulgularına göre 1000 adet sahte Twitter hesabının maliyeti 10 dolar ile 200 dolar arasında değişiyor. 10 dolara 1000 adet sahte Yahoo e-mail adresi, 12 dolara ise 1000 adet Hotmail adresi almak mümkün. IP adreslerinin de benzer bir piyasası var.






