17 Mart 2018 Cumartesi

Fenerbahçe - Galatasaray ezeli rekabetinin tarihi

“Tezgahtâr mahirane bir el hareketi ile kumaşların dalgalarını birbirleriyle birleştirdi. Bir saka kuşunun başıyla kanadının yarattığı neşeli pırıltıya benzer bir parlaklık oldu. Ateşin içindeki renk oyunlarını görür gibi olmuştuk. Sarı kırmızı alevin takımımız üstünde parıldamasını tasavvur ediyor ve bizi derhal galibiyetten galibiyete götüreceğini tahayyül ediyorduk. Öyle de oldu…”

Mektebi Sultani’de bir araya gelmiş liseli gençler Şişman Yanko’nun dükkânında, kurdukları isimsiz takımın renklerini tüm benlikleriyle hissediyorlardı. Artık bir kuruluş amacı da eklemeleri gerekiyordu taptaze varlıklarına. Bu amaç, “İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmekti”. Türk olmayan takımları yenmek, o dönemlerde ezilmiş ve kendi topraklarında yabancı hisseden Türk kökenli vatandaşlar için oldukça önemli bir misyondu. Futbol ise bu misyonun en önemli aracı haline dönüşmek üzereydi. İstibdat döneminin o kasvetli günlerinde, bir korku ikliminde geçen futbol kovalamacası artık kendisine Anadolu’dan ve Avrupa’dan yeni alıcılar eklemişti anlaşılan.

“1 Ekim 1905'te mektebin beşinci sınıfında edebiyat öğretmenimiz merhum Mehmet Ata Bey’in dersi esnasında birkaç arkadaş baş başa vererek Galatasaray’da bir futbol kulübü kurmaya karar verdik.” Mektebi Sultani’nin ünlü avlusu Grand Cour’a futbol oynamak için doluşan gençler futbol oynamaya çalışıyorlardı. Tokatlar, uyarılar, yasaklar… Teneffüslerden çayırlara uzanan bu oyun jurnalciler ve hafiyelerin sıkı takibinden de kaçmamaktaydı.

"Mekteb-i Sultanî-i Şahane talebesinin kale kurup birbirlerine top endaht ettiklerinin görüldüğü bera-yı sadakat arz olunur."

Teneffüslerden çayırlara uzanan bu oyun üzerindeki baskılar Tevfik Fikret’in okula müdür olarak gelmesi ile son bulur. Artık bambaşka bir dönem açılmıştır.

Mektebi Sultani’de kurulan bu lise kulübünün misyonu belli olsa da henüz bir adı yoktur. Şişman Yanko’nun dükkânında karşılaşılan renklerde karar kılınmış gibidir ancak lise dersliklerinin bir tanesinde ilk tohumları atılan bu takımın bir isim ihtiyacı olduğu kesindir. Ansiklopedist Şemsettin Sami’nin oğlu Ali Sami, o dönemler futbol takımlarına yabancı isimler yakıştırıldığından Gloria (Zafer) ya da Audace (Cüret) isimlerini hatırına getirmiştir. Ancak çevre muhit, bu sorunu bir sorun olmaktan çıkarır. Futbol takımını kuranların kimler olduğunu öğrenen ahali onlara ‘Galata Sarayı Efendileri’ diyerek seslenmektedir. İsim, kuranlar tarafından değil; izleyenler tarafından konulmuştur liselilerin takımına…

Kuruluştaki motto, büyük ölçüde tamamlanmış oluyordu artık. Takımın ileri gelenlerinin aklındaki tek eksik netleşmiştir. Artık sıra, zaferler kazanmaktır ‘ecnebi’ görülen takımlara karşı.

IŞIKSIZ FENER ÇİÇEKSİZ BAHÇE

1905’te başlayan tarih, 1907’ye uzanır. Galata Sarayı Efendileri artık daha serpilmiş, lisenin duvarlarını biraz olsun aşmıştır. Ancak çok bariz bir eksiklik kendisini iyiden iyiye açığa vurur.

Bu bir "kardeş" eksikliğidir.

1907’nin güzel bir gününde karşı kıyıda bir hareketlilik göze çarpmaktadır. St. Joseph’li gençler Moda Beşbıyık Sokak 3 numaralı evin selamlık katında yaptıkları bir görüşme sonucunda kuracakları takımın ilk tohumunu atmışlardır yemyeşil kıyılara. Gençler için o gün, yurtdışından getirilen, önü ve kolları düğmeli, sarı beyaz yollu bol formaları, lacivert şort pantolonları ve sarı löverli yün çorapları ile artık yepyeni bir takım vardır bu saf Anadolu kıyılarında. 1899’dan beri süregelen bu çaba, en önemli meyvesini vermiştir artık.

Işıksız fener artık ışıksız, çiçeksiz bahçe artık çiçeksiz ya da yalnız değildir…

Pera’daki Galatasaraylılardan Ali Sami, Fenerbahçe’nin kuruluşunu işitmiş, bundan büyük heyecan duymuş ve bunu hiç gizlememiştir. Günümüzdeki anlamsız ve temelden yoksun tartışmaların aksine Fenerbahçe ile Galatasaray arasında hep bir dayanışma, iletişim, yardımlaşma olmuştur. Bu yüzden 1907, hem bir kuruluş hem de bir kardeşliğin doğum yılıdır bu iki güzide kulüp için… Bu durum, iki kulübün tarihlerinin birbirine içkin olduğunu da net bir biçimde göstermektedir. İki kardeş takımın birbirine destek olması da, birbirlerine imrenmesi de dönemsel olarak meşru ve olanaklıdır. Fenerbahçe’nin doğumu herkesi heyecanlandırmış ve memnun etmiştir, buna eşlik etmemek zaten imkânsızdır. Özellikle de Galata Sarayı Efendileri için…

“Fenerbahçe ilk kurulduğunda bizim için yabancı memlekette rastlanılmış bir vatandaş gibiydi. Ona manen ve maddeten ihtiyacımız vardı.”

Fenerbahçe kulübünün ilk amblemi Fenerbahçe burnundaki ışık saçan beyaz fener, ilk renkleri ise sarı-beyaz olmuştur. İçinde Fenerbahçe yazılı beyaz yuvarlak çerçeve, temizlik ve açık yüreklilik ifadesi olarak, kırmızı fon ise Fenerbahçeliler arasındaki sevgi ve bağlılığı belirtmek için tasarlanmıştır. Ortadaki sarı renk ise Fenerbahçe için duyulan gıpta ve kıskançlığı, kalp şeklindeki lacivert renk ise asaleti temsil etmektedir. Sarı-laciverte dönüşen renkler ise olsa olsa şunu ifade edebilirdir açıkça: Güç ve kudret!

Galatasaraylılar ile Fenerbahçelilerin birbirlerine ihtiyaçları olduğu kesindir. Dönemin koşullarında ikisinin varlığı hem yabancı takımlara karşı bir birlik hem de aralarında tatlı bir rekabet demektir. Ebedi kardeşlik işte böyle başlamıştır. Ali Sami Bey’in o dönemi yansıtan ifadesinde olduğu gibi; “Bunca ecnebi ve gayrimüslim takımın olduğu yurdumda Fenerbahçe’yi görmek ecnebi memlekette rastlanılan bir dost gibiydi.”

Bu, iki köklü, doğumları Meşrutiyet öncesine dayanan ve baskı ile iç içe büyümüş geleneğin tarihi belki de başka kulüplere nasip olmayacak şekilde birbirine bağımlı ve kardeşçe koşullarda gelişmiştir. Bu iki kulüp, birbirini büyütmüş ve birbirlerini gözlemlemişlerdir Boğaz’ın farklı yakalarından. Ne anlaşılmazlık yaşanan şilt meselesi, ne kazanılan/kaybedilen karşılaşmalar ne de başka bir yapay "çekememezlik" sebebi tarihin bize gösterdiğini unutturmaya yetmeyecektir. Tonlarında farklılık olsa da "sarı"lar aynıdır nasılsa…

METİN’DEN KALAN LEFTER’DEN DEVROLAN

Yılların geçmesi bir şeyler götürmemiştir rekabetten. Tam aksi geçerliydi aslında; büyüyen bir mazi, kaybolan eskiler ancak yepyeni efsaneler vardı yeşil sahalarda artık. Birisi, Galatasaray bir diğeri ise Fenerbahçe sevgisinin hiç duraksamadan büyümesinin en önemli nedeni oldu. Birisi İzmir’in diğeri ise Büyükada’nın yetiştirdiği eşsiz futbol yetenekleri ve emekçi kimlikleri ile parıldayan gözde insanlar olarak öne çıktılar. Lefter, yoksul bir ailenin çocuğu idi aynı Metin Oktay gibi. Onları birleştiren emekleri oldu. Ayrımları ise sarı-lacivert ya da sarı-kırmızı renkler hiç olmadı. Topluma mal olan insanlar olmalarının nedeni, emekçi karakterleri ve amatör bilinçlilikleri oldu. Anlamsız bir fanatizmin ya da saçma bir "renk alerjisinin" kırıntısı dahi yoktur içlerinde…

6-7 Eylül olaylarında çektiği acıyı, utancı hangi futbol maçı ya da renk giderebilirdi ki zaten? Her ne kadar bu utanç kendisine, Lefter’e ait olmasa da…

“15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü, harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul’dan emniyet müdürü gelmişti. Gece gördüğü manzara karşısında “Aman Allahım” demişti. Sonra çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”

Diğer tarafta “10 dakikalığına Fenerbahçe forması giyer misin” sorusuna “Şeref duyarım” demekten gocunmayan, ağları delen golünden duyduğu mahcubiyeti gizleyemeyen ve “O gol bugün bile hatırlanıyor ise bu Fenerbahçe'nin büyüklüğündendir ” diyebilecek kadar asilce düşünebilen insanlar da vardır, Metin Oktay gibi.

Bir derbi öncesinde Fenerbahçe baş kaptanı Galip Kulaksızzade’nin (Kulaksızoğlu) Galatasaraylılara, “Oberle kardeşler hasta, Hasan da sakatlanmış. Sizi karşımızda eksik kadroyla görmek istemiyoruz. Dilerseniz maçı erteleyelim” diyebilecek olgunluğa ulaşmış bir "rekabetin" ilk nüveleridir bunlar… 20 Ekim 1914 tarihinde böyledir karşı kıyıların insanları.

Küçük bir örnek olsun, baş kaptan Galip Kulaksızzade (Kulaksızoğlu) hakkında bir anı vardır dillendirilen. Galatasaray takımını idman yaparken dışarıdan takip eden ve Ali Sami’nin deyişiyle "terbiyeli ve mahcup" bir genç vardır dikkat çeken. Bir müddet için Ali Sami tarafından takıma davet edilen bu genç sporcu, arkadaşlarının Fenerbahçe isminde bir takım kuracaklarını öğrenince oraya geçmek için izin istemiştir Ali Sami’den… Ali Sami Bey ise bunun "Galatasaray için de iyi olacağını" söyleyerek mahcup ve terbiyeli bu beyefendiyi oraya gidebilmesi için serbest bırakmıştır. Galip Bey’in gittiği yer neresidir ki sanki? Orası Kadıköy’ün güzel gençlerinin bin bir çaba ve emek ile kurduğu "kardeş" kulüp Fenerbahçe’dir. Bu, Galatasaray ve Fenerbahçe için şunu göstermektedir. Tarihlerinde sayısız kez bir araya gelmiş bu iki köklü kulübün birbirleriyle sporcu alışverişinde bulunması, birbirlerine destek olması, birbirlerinden feyz alması kadar doğal bir olay yoktur ve tüm bunlar, her iki kulüpten de karşılıklı olarak mümkün mertebe gerçekleşmiştir. Bu durum, bir diğerini küçültmemiş, aksine büyütmüştür. Derbinin büyük bir derbi ve tarihsel anlatı haline dönüşmesi işte bu saiklerle mümkün hale gelmiştir.

NÂZIM HİKMET'İN ANLATTIĞI...

Bu saiklerden birini büyük usta, komünist şair Nâzım Hikmet açıklamaktadır. 1936 yılında, kendince üslubu ve tutkusu ile anlatmıştır:

“Geçen gün bir dostum dayattı, ‘İlle de gidip Fener-Galatasaray maçını seyredelim’ dedi. Bende kıramadım dostumu, gittim maçı seyrettim. Futbol denilen şey dört bir yanında binlerce insanın toplandığı bir meydanda yapılıyor. Meydana, teker teker saydım, yirmi iki delikanlı çıkarılıyor. On birinin üstünde sarı-kırmızı yollu yollu gömlekler; öteki on birinde sarı-lacivert fanilalar…

Ne yalan söyleyeyim, bu hengâmede ben de heyecanlanmadım değil. Fakat benim heyecanlanmam etraftaki binlerce seyircinin coşkunluğu yanında devede kulak kabilinden. Oyunu seyredenler ikiye bölünmüşler. Herkes dilediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti, alabildiğine…

Bu işin birçok tarafları hoşuma gitmedi desem yalan söylemiş olurum. Muayyen bir manada, demokrasiyi anlamak isteyenler Taksim Stadyumu’na gitsinler. Ben kendi payıma güzel, berrak ve heyecanlı bir iki saat geçirdim orada.”

109 YIL SONRA BU AKŞAM...

İşte bu akşam, 109 yıllık tarihsel derbinin bir uğrağı daha olacak Kadıköy’de Papazın Çayırı’nda. Bu derbiyi tarihsel anlatılarıyla ya da sembol figürleriyle anlatmak ne kadar zor olsa da yaşamanın ayrı bir heyecanı ortaya çıkardığı aşikâr. Ancak açık olan bir şey daha var ki o da, tüm bu yaşanan tarihselliği izlemenin farklı eğilimleri tetikliyor oluşu.

Hani hepimizde vardır ya saklanan, saklandıkça ortaya çıkma hevesi artan ve bize enerji ikmal eden küçük mutluluklar…

Belki de o mutluluk sadece böyle bir maçın, böyle görkemli tarihi olan kulüplerin sadece var olmasıyla, yaşamasıyla ilgilidir. Kazanmayla, böbürlenmeyle, hakaret yarışına girmekle, emekçi karakterdeki geçmişleri "3 puanlık" bir hevese feda etmekle hiçbir tarihsel olay ya da anlatılar büyük olmaz. Olmamıştır da…

Büyüklük, koskoca bir çınar gibi olgunlaşmış bir gelenek ile büyümek, büyürken de onu nesiller boyu takip edenlerin büyütmesiyle, bizlere anlatmasıyla oluyor. İşte, bu maçları o yüzden izlemenin ayrı bir değeri oluşuyor ya da izleyenlerle büyütmek mümkün oluyor sevgimizi.

Aynı, yine Nâzım’ın 1923’teki dizelerinde büyüttüğü gibi:

Futbolda eski kurdum.

Fenerbahçe’nin forvetleri

Mahallede kaydırak oynayan birer piç kurusuyken

Ben

En ağır hafbekleri yere vururdum

Futbolda eski kurdum

Santırdan alınca pası

Çakarım

Hoooooooooooooooooooooooooop!

5 numro top

Açık ağzından girer golkipin karnına.

Bana mahsustur bu vuruş

Futbol potinlerim

Kurşun kalemimden öğrendi bu zanaatı!

O kurşun kalemim ki

9 deliğinizden vücudunuza her tıktığı mısra

İşkembenizde taş

Şairiz be,

Şairiz dedik ya be arkadaş.