1 Mayıs 2018 Salı

Sosyal medya yalanlarına niçin inanıyoruz?



“Başımızı derde sokan bilmediğimiz şeyler değil, bildiğimizden emin olduğumuzu düşündüğümüz şeylerdir.’’ – Mark Twain
Sosyal medyada, işyerlerinde, komşularımızla tartışmalarda ve televizyonlarda son zamanlarda artarak şahit olduğumuz bir ‘gerçek’, demokrasi hakkında şüpheleri de artırıyor. O gerçek şu: Bir yanlışı savunanlar, gerçek ortaya çıktıktan sonra bile tavrını düşüncesini gözden geçireceği yerde, daha da fanatikleşerek yanlış iddiasına bağlılığını şiddetlendiriyor.
Desteklediğimiz politikacının bir konuda yalan konuştuğu apaçık ortaya konduğunda, politikacıyı bu yalanından dolayı kınayacağımıza, daha hararetle savunma pozisyonuna giriyoruz. Neden? Bu sorunun cevabı, bütün dünyada demokrasinin en büyük handikabı haline gelen ‘keskin kutuplaşmayı’ da açıklayan şeydir belki de…
Hepimiz, makul ve adil bir tartışma ortamında muhataplarımıza fikrimizi kabul ettireceğimize çok inanırız. ‘‘İnsanlar bizim gibi düşünmüyorlar, çünkü bizi dinlemiyorlar. Bizi bir dinleseler, yanlış fikirlerini anında değiştirecekler’’ diye düşünürüz.
Bu büyük yanılgının sebebi insanı ‘akıldan’ ve bu akla hitap eden ‘rasyonel bilgiden’ ibaret görmek. Birçok modern sosyal ve politik teorinin başarısızlığı, insan doğasıyla ilgili bu indirgenmiş bakış açısından kaynaklanıyor. Tartışılan politikaların çoğu rakamsal ya da niceliğe dökülebilen rasyonel verilere bina ediliyor.
Son zamanlarda yapılan bazı bilimsel çalışmalar, demokraside bilginin gücüne inananların canını sıkacak türden sonuçlar ortaya koyuyor. O araştırmalara göre, gerçek veriler/bilgiler, siyasal görüşümüze fikrimize yön verecek güce sandığımız kadar sahip değil. Hatta, kanaatimizin yanlış olduğunu ortaya çıkaran gerçeklerle yüzleştiğimizde, kanaatimizi değiştireceğimize, ona iyice sarılıyoruz.
Michigan Üniversitesinden Brendan Nyhan başkanlığında bir araştırma grubunun yaptığı çalışma da bunlardan biri. “When Corrections Fail: The Persistence of Political Misperceptions (Düzeltmeler Başarısız Olduğunda: Politik Yanlış Algılarda Süreklilik)” başlıklı araştırma raporu, ‘‘Journal of Political Behavior’’ adlı bilimsel yayının 2010 yılı Haziran sayısında yayımlandı.
Araştırma, yanlış bilgilendirilmiş insanların özellikle de bir partiye körü körüne bağlı insanların, gerçek bilgilerle yüzleştiklerinde bile fikirlerinde bir değişiklik olmadığını ortaya koyuyor. Aksine gerçeklerle karşılaştıklarında fikirlerindeki fanatiklikleri artıyor.
Bu konuda en popüler örnek son 10 yılda ABD’de yaşandı. Neoconların, Irak savaşını savunurken temel argümanları, Bush yönetiminin, Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve 11 Eylül saldırısını planlayan kişi olduğu yönündeki iddiasıydı. Ancak, Irak’ta tek bir kimyasal silah ele geçirilemediği gibi 11 Eylül ile Saddam rejimi arasında en ufak bağ bile bulunmadı. Dahası George W Bush birkaç yıl sonra bunu bizzat kendisi de itiraf etti. Northwestern Üniversitesisosyologlarından Monica Prasad ve ekibi, ortaya çıkan bu gerçeklerin, Bush destekçilerinin fikrini değiştirip değiştirmediğini araştırdığında şu çarpıcı gerçekle karşılaştı: 11 Eylül Komisyonu’nun kapsamlı raporundaki bilgiler ve Bush yönetiminin kendi itirafları bile, bu tabanın, Saddam yönetiminin kimyasal silahları var ‘kanaatini’ değiştirmeye yetmemişti. Irak’ta kimyasal silah bulunduğuna ‘hala’ inanan 49 kişiden sadece biri bu gerçekler kendisine aktarıldıktan sonra iddiasından vazgeçti.
Yine, Dartmouth Üniversitesi profesörlerinden Benjamin Valentino’nun YouGov işbirliğiyle 2012 yılında yaptığı ankette de, 10 yıl sonra hala Cumhuriyetçilerin yüzde 63’ünün Irak’ta kitle imha silahı bulunduğuna inanmaya devam ettiği tespit edildi.
Amerikalı gazeteci Joe Keohane, Boston Globe gazetesinde yayımlanan bir yazısında, ‘‘gerçeğe dair veriler, güçlü antibiyotik gibi etki ediyor yanlış kanaat sahibine. Yanlış kanaatini daha da güçlendiriyor’’ tespitinde bulunuyor.
Bu tespitler aslında demokrasi için kötü işaret. Çünkü, seçmenlerin neredeyse üçte ikisi, belli politik görüşlere ‘zaten’ sahip, zihni belli sabit kanaatlerle dolu insanlardan oluşuyor. Kararsızların oranı, çok nadiren dörtte bire yaklaşıyor. Ve düşünün ki siyasi görüşlerin sahiplerinin çoğu, görüşlerini çürüten objektif ve nerdeyse kesin bilgileri öğrendiklerinde, tamamen bilgisiz yandaşlarından çok ama çok farklı bir tepki vererek, yanlışta ısrarlarını derinleştiriyorlar.
Michigan Üniversitesi araştırmasını yöneten grubun başındaki politik bilimci Brendan Nyhan, ‘‘İddiasının yanlış olduğunu kabullenmek kesinlikle bir tehdit’’ diyor ve ekliyor: ‘‘Bu fenomene ‘geri tepme’ diyoruz. Zihinsel ahenksizlikten kaçınmak için bir psikolojik savunma mekanizması…’’
Stony Brook Üniversitesi’nden Charles Taber ve Milton Lodge’un 2006 senesinde yaptıkları araştırma da, demokrasideki gerçek problemin, tahsil seviyesi düşük seçmen ve sofistikasyon seviyesi düşük politikacı olmadığını savunuyor. Araştırmacılar, eğitimli kişilerin, kanaatlerini değiştirebilecek yeni bilgilere, sofistike ve eğitimli  olmayanlara göre çok daha kapalı olduğunu ortaya çıkarmış. Taber ve Lodge bunu şu açıdan önemli buluyor: Bu eğitimli kişiler demokrasi teorisinin en ağırlıkla dayandığı kişiler.

Bilgi sandığımız bir çok şey aslında kanaat

Fikirlerimizi zaman içinde ölçe biçe oluşturduğumuzu düşünmek hoşumuza gidiyor. Ama maalesef sorgulaya sorgulaya oluşturmuyoruz çoğunu. Dahası, ‘‘bilgi’’ sandığımız şeylerin çoğu ‘‘kanaat’’ aslında.  Bunun çok büyük bir riski var. Kaynağı belirsiz, yanlış, eksik bir bilgiyi bile, kanaatimizi takviye ettiği için sorgulamaksızın kabul etmeye eğilimliyiz. Bu takviye de haklı olduğumuzdan duyduğumuz konforu artırırken, doğru bilgilere daha az kulak vermemize yol açar. Sahte olduğu ispatlanmış birçok fotoğraf ve bilgi özellikle sosyal medyada bu sebeple kendine yer bulmaya ve bir hissiyat oluşturmaya devam ediyor.

Eminim, ben haklıyım sendromu

Çoğu zaman gerçeğin en uzağında olan insanlar en saldırgan politik tavırlara kayıyor. Illinois Üniversitesi’nden James Kuklinski öncülüğünde 2000 senesinde Illinois eyaleti içinde yapılan sosyal araştırmada, politik tercih sahiplerinin, ülke gündemini en fazla meşgul eden, dolayısıyla en fazla bilginin dolaştığı konularda bile pozisyonlarının ‘bilgilere’ değil, ‘kanaatlere’ dayalı olduğu tespit ediliyor. Kuklinski, buna ‘Eminim, ben haklıyım’  sendromu diyor ve uyarıyor:
‘‘Bu sadece, insanların çoğunun yanlış kanaatlerinin düzeltilmesine direneceğini değil, kanaati en temelsiz olanın, kendini düzeltmeye en az yanaşacak olacağını da ifade eder.’’
Peki nasıl oluyor da yanlışlarda bu kadar ısrar edebiliyoruz? Hatta bazen dediklerimizin yanlış olduğunu bile bile haklı olduğumuza inanmaya devam edebiliyoruz? İnsan, doğası gereği tutarlı olmaya eğilimlidir. Psikolojik araştırmalar, insanların, bilgileri, mevcut yargılarını pekiştirecek şekilde yorumladığını gösteriyor. Her hangi bir konuda genel bir kanaatimiz varsa, bu kanaatimizi destekleyen bilgileri ‘pasif’ olarak hemen kabul ediyorken, fikrimizi yalanlayan bilgileri ise ‘aktif’ olarak reddediyoruz. Kitap okurken bile, mevcut yargılarımızı yalanlayan değil pekiştiren satırların altını çiziyoruz çoğunlukla.

Güdülenmiş düşünme

Newsweek dergisi de 2009 yılında ‘‘kitle imha yalanları’’ adlı haberinde bu soruyu Buffalo Üniversitesi’nden sosyolog Steven Hoffman’a sormuştu:
‘‘Neden gerçeği ortaya çıktığı halde yalanlara inanmaya devam ediyoruz?’’
‘‘Motivated reasoning’’ yani ‘‘güdülenmiş düşünme’’ diyor Hoffman. Rasyonel düşünmüyoruz. Neye güdülenmişsek bu inancımızı destekleyecek bilgileri arıyoruz. Ve onu bulduğumuzda bu bilginin sağlam olup olmadığı ile nerdeyse hiç ilgilenmiyoruz.
Peki öyleyse, demokratik uzlaşmayı, toplumsal barışı nasıl sağlamak tamamen imkansız mı? Hayır, durum tamamen umutsuz değil. Bilimin ‘insan’ algısı değiştikçe bu handikabı aşacak yeni yollar açılıyor. Genetik uzmanları, nörologlar, psikologlar, sosyologlar, ekonomistler, antropologlar yaptıkları araştırmalarda, insanı anlama yönünde yoğun bir çaba içinde. Son yıllarda bulduklarının esası şu ki, biz insanlar zannettiğimiz gibi öncelikle aklımızın bilincin cereyan ettiği kısmının ürünü değiliz. Aklımızın bu kısmının altında sınırlarını bilemediğimiz ‘ben’in etkisi altındayız. İnsan ‘zihni’nin bu arkada kalan daha derin kısmı, iddia edildiği gibi sadece bastırılmış cinsel arzuların depo edildiği karanlık mağaralar da değil. Birçok kararımızın kaynağı ve çok etkili düşüncelerimizin tohumlarının olduğu yerdir burası. Virginia Üniversitesi’nden Timothy Wilson, Strangers to Ourselves adlı kitabında, insan beyninin sadece tek bir ‘an’da, 11 milyon parça bilgiyi algılayabildiğini yazıyor. En cömert tahminler bunun sadece 40 tanesinin farkında olabileceğimiz yönünde. Yani düşünce ve yargılarımızın çoğunun asıl kaynağının farkında bile değiliz.
Beynimiz insan olarak çevremize çabuk adapte olabilmemiz için, çıkarsama (istihraç), sezgi gibi kestirme muhakeme araçlarına sahip. Yani bilgisayarların, akıllı telefonların yazı programlarında sözcüğü otomatik tamamlama fonksiyonu gibi. Bu kestirmeler olmaksızın çok az şey yapabiliriz. Kendimizi tamamen onlara bıraktığımızda ise fanatizme sürüklenme riski çok yüksek.
İnsan beyni üzerinde yapılan araştırmalar, tercih, üslup ve kararlarımızda, hissiyatımızın aklımıza, sosyal bağlarımızın biyolojik bağlarımıza, karakterimizin IQ’ümüze daha baskın olduğunu ortaya koyuyor. İnsanın sistemi akılla yönlendirilen doğrusal ve mekanik bir sistem değil, organik ve kompleks bir sistem. Fransız aydınlanmasının ‘rasyonel’ yaklaşımı insanı izaha yetmiyor. Siyasi tercihlerimizin, siyasi pozisyonlarımızın rasyonel tercihler olduğunu sanıyoruz ancak, duygularımızın (korku, umut, aşağılanma, iltifat görme, haz vb.) yönlendirdiği algılarımız, rasyonelliğimizin ve analitik zekâmızın çok önünde.
Yani, insanı açık fikirli hale getirecek, fanatizm ve kutuplaşmaya ilaç olacak en önemli şey ‘bilgi’ ve  ‘akılcı ikna çabası’ değil, ‘diyalog ve güven’ ortamı… Korkunun olduğu yerde demokrasi de özgür düşünce de çalışmıyor.
Korku, yarının bugünden de kötü olacağı düşüncesinin ürettiği bir duygu. Yoksa, zayıflığın yarattığı bir duygu değil. Umut ise yarının bugünden daha iyi olacağını hissetmekten kaynaklanır.
Joe Keohane de, insanların aslında farklı bakış açılarına karşı rahatlığını belirleyen önemli bir faktörün korku ve özgüvensizlik olduğunu kaydediyor. ‘‘Kendinizle barışıksanız, kendiniz hakkında rahatsanız, özgüveniniz yerindeyse farklı düşüncelerle bir arada olmaktan çekinmez, onları tehdit olarak algılamaz, onları da dinlersiniz. Ancak kendinizi özgüvensiz ve tehdit altında hissediyorsanız diyaloga kapalı olur, ötekini asla dinlemez ve düşman gibi görürsünüz.’’
Bu, demagog politikacıların, kitleleri, özellikle de kendi tabanlarını ajite etmekten veya ötekilerle korkutmaktan nasıl nemalandıklarını da açıklayan sır aynı zamanda. Çünkü hitap ettikleri kitleden ne kadar çok kişiyi ‘şeytani ötekilerin tehdidi altında oldukları’ korkusuna mahkum etmeyi başarırlarsa, o kadar kişinin karşı düşünceyi dinlemesini engellemiş olurlar. Demagoglar ve fanatizm için en büyük tehdit, kendisi gibi olmayanla, bir arada olmaya, bir arada yaşamaya ve diyaloga açık özgüveni yüksek insanlar ve bu tür insanlarla dolu bir toplumsal yapı…