20 Ocak 2018 Cumartesi

Canan Karatay balonu patlarken

Akıl, mantık, sağduyu ve vicdan duygularımızı yitirdiğimiz bu "yeni Türkiye" macerasında; nispeten "akılı ve mantıklı" bir görüntü veren ama aslında "kripto-gerici" veya "neo-fırsatçı" dediğimiz tuhaf kişilikler de gündemimizden eksik olmuyor.

"Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir" atasözünde işaret edildiği gibi, bu "akıl yoksunluğu ve gericilik" çağında, sanki biraz daha farklı laf eden akademik ünvanlı kişileri matah bir şey sanıyoruz. Bu kişilerin yazdıklarında, söylediklerinde keramet arıyoruz.

Oysa bu kişilerin söyledikleri ve yazdıklarını "dikkat ve mantık" süzgecinden geçirince foyaları hemen dökülüveriyor.

Geçtiğimiz haftalarda İlber Ortaylı adındaki "kripto akp'li oportünist" kişinin foyasını meydana çıkardılar. İlgili yazı için TIK'layın

Son yıllarda sağlıklı beslenme, diyet gibi konularda ahkam kesen ve kendine bir tür "müritler sürüsü" edinen Canan Karatay adlı şahıs da bu furyadan... İşte bu yazı, onun foyasını meydana çıkarıyor.




Canan Hanım lahmacun yerken yakalanınca lahmacunu en sağlıklı yiyecek ilan etti!..

Mutia Canan Erdem 1943 yılında, modern tıbba tepki olarak doğdu. Biz bugün Prof. Dr. Canan Karatay olarak tanıyoruz onu…

Babası Ömer Naimi Bey ilginç bir adam. Harput’un köklü, Nakşibendi bir ulema ailesinin oğlu. 1892’de doğuyor. Medrese tahsilli. 1926 yılında, Şeyh Said ailesinin Palevi koluna bağlı babası müftü Kemaleddin Efendi ile birlikte Şark İstiklal Mahkemesi‘nde yargılanıyor. Ne oluyorsa bundan sonra oluyor, Ömer Naimi’yi Elazığ’daki en ateşli Cumhuriyet savunucularından birisi olarak görüyoruz. Önce Ankara Hukuk Mektebini bitiriyor. Ardından, Elazığ’da Halkevi başkanlığı, baro başkanlığı ve CHP delegeliği yapıyor. İkinci evliliği Zonguldak’ta çalışan genç fizik öğretmeni, Mutia Canan’ın annesi olacak Vasfiye Hanımla.

1950’de CHP iktidardan gidince, Ömer Naimi’de yepyeni ve hızlı bir değişim başlıyor. CHP örgütünden uzaklaşıyor, hacca gidiyor, sakal bırakıyor, Erdem olan soyadını Efendigil olarak değiştiriyor. Nihayet, 1954 yılında, kendini tamamen ilme vermek üzere avukatlığı bırakıyor. Sonrasında vaizlik yapıyor ve 1956 yılında, doğup büyüdüğü ve belki de geçmişin peşini bırakmadığı Elazığ’ı terk ederek Sarıyer Müftüsü oluyor. İstanbul’da başka ilçe müftülükleri de yaptıktan sonra 1966’da terk-i dünya ediyor.
Ömer Naimi’nin yaptıklarının bizi etkileyen Canan Karatay dışında bir sonucu daha var. Her nüfuzlu aile reisi gibi Kemaleddin Efendi de ittifak evliliklerini iyi biliyor. Nitekim, yıllarca kimselere vermediği kızı Raşide’nin ‘Ankara Hükümeti’nin atadığı savcı Mehmet Şefik’le nikâhını Cumhuriyet’in ilan edildiği gün kıyıveriyor. Bu evliliğin ürünü, yaşı biraz ileri solcuların yakından tanıdığı Albay Talat Turhan. Ömer Naimi farklı bir güç odağıyla ittifak yapıyor ve ilk eşinden olan kızlarından Nezihe’yi Elazığlı tüccarlardan Mehmet Koloğlu’yla evlendiriyor. Bu evliliğin ürününü ise hepimiz tanıyoruz: AKP hükümetleri döneminde uçuşa geçen Kolin İnşaat.
Mutia Canan’ın, babasının siyasi ve zihinsel dalgalanmalarından bağımsız olarak, bir taşra eşraf kızının alabileceği en iyi, en çağdaş eğitimi aldığını görüyoruz. Babasının avukatlığı bıraktığı yıl yatılı olarak başladığı Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun oluyor. Kardiyoloji dalında, uluslararası ve ulusal sahada başarılı bir kariyer yapıyor. 1979 yılında ise Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim görevlisi Ali Başak Karatay ile evlenerek, en çok benimseyeceği soyadına kavuşuyor.
***
Elbette tüm bunlar Karatay’ın algı çeperimize girmesi için yeterli değil. Bunun için yeni, bambaşka bir mecraya açılması gerekiyor ve bu hamlesindeki aracı da İslamcı cenahın reklamcılık-medya sektöründeki harika çocuklarından Tevfik Rauf Baysal. 1980’ler ve sonrasında yetişmiş İslamcı okumuşlarda yayınevlerinin ve bunları himaye eden işadamlarının damgasını takip etmek mümkün. (İz Yayıncılık, Ahmet Şişman ve Ensar Vakfı konusunu şu yazımda ele almıştım: ENSAR VAKFI’NIN BİLİNMEYENLERİ) Aslında hayata hayli hedonist bir noktadan atılan Baysal da reklamcılık-medya sektöründe sonradan hidayete eren bir kuşağın gölgesine girince, İnsan Yayınları ve onun hâmisi, Ahmet Şişman’ın teşvikiyle bu yayınevini satın alan, bir dönemin İlim Yayma Cemiyeti yöneticisi İlhan Akıncı ekolünün mirasçısı oluveriyor.
Baysal 2005 yılında Hayy Kitap’ı aslında bir çeşit hobi olsun diye kurduğu zaman İnsan Yayınları’nın temel ilgilerini de devralıyor. Birincisi İnsan Yayınları’nın Mahmud Erol Kılıç uzmanlık ve koordinasyonunda yürüttüğü tasavvuf çizgisi. Nitekim Baysal’ın yayımladığı, yayınevinin manifestosu olarak lanse ettiği ilk kitap reklam dünyasının tasavvuf üzerinden hidayete eren isimlerinden Turgay Özen’in bir şiir kitabı. Sonraları Mehmet Altan, Nilüfer Göle, Ferhat Kentel gibi dönemsel müttefiklerle söyleşileri, Genç Siviller gibi dönemsel araçların propaganda kitapçıklarını basıyor ama İnsan Yayınları’nın ikinci temel ilgisini de diri tutuyor. Böylece, İnsan Yayınları’nın “Batı tıbbı” karşıtlığı, akılcılık ve pozitivizm eleştirisi eksenlerinde sarıldığı alternatif tıp merakını tasavvuf konusunda olduğu gibi daha popüler, güncel, kolay okunur bir formata büründürüp okura sunuyor. Ahmet Rasim Küçükusta, Ahmet Aydın gibi tıp dünyasına içeriden eleştirileriyle tanınan isimlerin özellikle sağlık endüstrisine karşı, beslenme, doğal yaşam temalarıyla süslenmiş kitaplarını basıyor.
Bu yıllardaki Karatay’ı ömrünü tıp alanında geçirmiş, ilerleyen yaşlarını kendi branşındaki bazı yanlış algı ve uygulamalara karşı mücadeleye adamış, idealist bir hekim olarak görüyoruz. Özellikle kolesterol konusundaki görüşleri zincir e-postalar, sosyal medya paylaşımları sayesinde sınırlı bir çevrede de olsa bilinir hale gelmiş durumdaydı. Baysal ile işbirliği ise hayatının bundan sonraki yönünü belirleyecekti.
Karatay’ın görüşlerinin Baysal’ın ölçütlerine göre daha okunabilir, doğrudan uygulanabilir, gündelik hayatta rahatça yer edinebilecek, hem de paket halinde, her şeye cevap verebilecek hale getirilmesi gerekiyordu. Çözüm ise belliydi: Diyet kitabı. Nasıl ki Ahmet Aydın, Loren Cordain’in Paleo diyetini alıp, eğip büküp, Türkiye’ye “uyarlayıp” Taş Devri Diyeti adıyla kendisine mal ettiyse, Karatay da taraftarı olduğu ketojenik, düşük karbonhidrat diyetlerinden alıp devşirip, bir güzel “uyarladı” ve Baysal’ın yayımladığı, Karatay Diyeti adı verilen kitabıyla tanındı.
Kitap çok sattı satmasına da 2011 Türkiye’sinde kimsenin sırf kitap satmakla tanınmayacağını Baysal çok iyi biliyordu. Ayrıca, Karatay’ın tıp bilgisinin ötesinde, kitabın sınırlarını rahatça aşabilecek potansiyelinin farkına varmıştı. Kadın oluşu, rahatlığı, fazlasıyla “yalın” üslubu, aykırı ve uç beyanları, huysuzlukla sevimlilik arasında giden tarzı Karatay’ı kısa sürede kadın programlarının aranan konuğu haline getirdi. Karatay tanındıkça kitabı daha çok sattı ve Hayy Kitap’ı hobi olarak başlayan butik tarzda bir yayınevi konumundan alıp “A sınıfı yayınevleri” arasına yerleştirdi. Bir başka deyişle, Hayy KitapKaratay’la birlikte uçuşa geçti.
Onu televizyonlarda görerek hayranı olan insanların da kendilerince haklı gerekçeleri vardı. Yıllar yılı aynı ekranlara, benzeri reklam-tanıtım bağlantıları üzerinden çıkan “zayıflama uzmanı” doktorların, diyetisyenlerin dediklerinden çok farklı şeyler söyleyen birisiyle karşılaşmışlardı. Beslenme denilen olgunun, diyet kavramının sağlıklı yaşamın bir parçası olduğunu, “bir kibrit kutusu peynir”, “iki haftada on kilo”, “salatalık diyeti” şarlatanlıklarıyla pek ilgisi bulunmadığını gördüler. Karatay’ın kitabını da alıp, bu yeni anlayışı kendilerinin, yakınlarının hayatlarında uyguladılar ve olumlu sonuçlar aldılar.
Zamanla Karatay’ın sadık, bundan sonra adeta ne dese inanmaya hazır bir takipçi kitlesi oluştu. Doktorlara karşı zaten zayıf olan güvenlerini Karatay’ın etkisi altında tamamen yitiren ve hekim tavsiyelerini bir yana bırakan hastaların başına neler geldiği ise herhalde haber değeri taşımadığı için medyanın ilgisini çekmedi. Böylece, hani şeyh uçmaz, mürit uçurur misali, uçuşa geçme sırası artık Karatay’a gelmişti. Hem de ne uçuş. Nasıl ki herkes Karatay hakkında konuşuyordu, Karatay her şey hakkında konuşabilirdi. O da konuştu.
Karatay konuştukça “araziyi” daha iyi tanıdı. Şöhretin kapılarını, diyetisyenlere ve hekimlere olan haklı güvensizliği belki de yine haklı şekilde kullanarak araladığı gibi, ilaç şirketlerine, gıda üreticilerine karşı güvensizliği kullanmayı da öğrendi. O zaman çok iyi anladı ki kendisini takip edenlerin kaygıları arasında sağlıklı yaşam aslında küçük bir yer tutuyor. Onlara istediklerini vermekte tereddüt etmedi. Muktedirlere, tekellere, yabancılara, bilgi sahiplerine, kısacası, yaşattıkları hayal kırıklıkları nedeniyle içten içe nefret ettikleri ama laf etmeye güçlerinin yetmediği, dillerinin dönmediği tüm odaklara, onların adına taarruz eden cesur ve bilgili, hafif çatlak profesör rolünü kendisi de çok sevdi.
***
Karatay söylüyor da ne söylüyor? Esasen üç başlıkta toplamak mümkün: 1. Bugün dünyada genel kabul gören ama nispeten yeni yaklaşımlar (kolesterolün çok boyutlu işlevi, yaşam tarzı olarak diyet anlayışı, şeker tüketiminin riski gibi), 2. Dünyada popüler, özellikle ABD kaynaklı sahtebilim inançları (aşı karşıtlığı, şeker yükleme testi, GDO fobisi gibi), 3. Tamamen Karatay’ait yerli ve milli dokunuşlar (“Başbakanımız haklı, milli içkimiz ayrandır”, “çocuklarınıza Türk kahvesi içirin”, “lahmacun en sağlıklı besindir” gibi). Dikkatle bakarsak, yalnızca üçüncü başlıktakiler Karatay’ın buluşları. Ancak, Karatay asıl diğer ikisinin kendi dâhiyane keşifleri olduğu yönünde bir imaj oluşturmakta kararlı.
Şurası açık; Karatay belki de uzmanlık eğitiminden beri bu kadar okumamış, araştırmamıştır. Nitekim yurtdışında hangi sahtebilim inançları, özellikle hangi beslenme modaları revaçtaysa hemen şıpınişi bir okuma yapıyor ve ekranlara koşup onu satıyor. Hepsini tüketince, yerli ve milli dokunuşunu yapıyor. Örneğin, buğday konusundaki değişken ve çelişken tavrı Paleo diyetin tahıl karşıtlığından glüten fobisine, oradan “heritage grain” modasına uzandı. Eldeki tükenince de o meşhur son sözü söyledi: “Lahmacun en sağlıklı besindir”.
Karatay’ın böyle sakarca manevraları konuyu az çok yakından takip edenlerde bir gülümseme yaratıyor elbette. Ancak, öyle konular var ki tebessüm etmek mümkün değil. En son harlandırdığı aşı karşıtlığı bunlardan birisi. Anlaşılan o ki sevdiği rolü ömrü oldukça, gücü yettikçe oynamak istiyor. Hekim sorumluluğunu da bunun önünde bir engel, bir sınır olarak görmüyor. Ve hekim bir arkadaşım dert yanıyor. Karatay’ın kuyuya attığı taş sayesinde, bazı anneleri bebeklerine aşı yaptırmaya ikna edememeye başlamışlar. Kim bu anneler? Üniversite mezunu, görece ileri yaşta, meslek sahibi, yabancı dil bilen, internetle fazlasıyla haşır neşir anneler. Karatay’ın birinci derece etki alanı işte bu profil. Bazılarının Karatay’ın etkisini küçümsedikleri için sandığı gibi “cahil cühela takımı” değil hiç de.
Aşı tartışması mahkemelik oldu:
Peki buna karşılık, “cahil cühela takımı” ne yapıyor? Merak etmeyin, BİM’den kiloyla Centrogofret alıp çocuklarına yedirmeye de, çocuklarının aşılarını, kontrollerini ihmal etmemeye de devam ediyorlar. Kaldı ki onlar Ahmet Maranki’yi gerçekten profesör sanıyor hâlâ. AKP’nin yeni orta sınıfı mı? Onlar bir dönemin iğreti first lady’si Dr. Sare Davutoğlu’nun himayesine de mazhar olan “modernize” Tıbb-ı Nebevi uygulamalarına meraklı. Şimdilerde bebeklerine hacamat yapmayı tartışıyorlarmış. Çocuğun başına bir şey gelirse soluğu Emsey Hastanesi’nin kapısında, yine modern tıbbın kucağında alacaklar, ayrı hikâye.
Böylece, Karatay’ın alıcı kitlesinin temel profili de ortaya çıkmış oluyor: Bir dönemin moda tabiriyle “Beyaz Türkler”. Yani kentli, okumuş, seküler orta sınıf ve özellikle bu sınıfın kadınları. Bir dönem Karatay’ın “tribün liderliği” görevini üstlenen, şimdilerde Karatay’la aralarının kaya tuzu yüzünden (!) açıldığı söylenen Nurçin ve Okan Çağlar çiftine, yönettikleri Sağlıklı Yaşıyoruz sayfasının takipçilerine bir göz atmanız yeterli.
Ne ilginç, kendilerini ülkenin en kültürlü, en aydın kesimi olarak görenler Batı’da fanatik Hristiyanların, aşırı sağ komplo teorisyenlerinin başını çektiği aşı karşıtlığının abonesi olabiliyorlar. Aslında sürpriz değil. Bu kesim memlekette pazarlanan envai çeşit akıl ve bilim karşıtlığının yüksek kâr marjlı alıcısı olarak görülüyor.
Rengârenk ürünlerle dolu, albenili raflardan bezeli bir süper market. Ne ararsanız var. Şeyhlere, gavslara karışmadan mutasavvıf olmak mı istiyorsunuz? İşte Elif Şafak, işte Cemalnur Sargut. Tanrıyı göğüs kafesinizde hissetmek mi istiyorsunuz? İşte Nevşah Fidan Karamehmet. Meleklerle yaşamak istiyorsanız kötü bir haberimiz var. Beki Erikli bir takipçisi tarafından öldürüldü. Kuşkusuz “çok yardımcı” olmuştu hayatına. Daha kimler var? Saat başı seans ücretli ‘guru’lardan, ‘master’lardan mı bahsedelim? Referanslı, sertifikalı yaşam koçlarının kitaplarından, kişisel gelişim setlerinden mi? Yoksa çok daha hesaplı, kafe köşelerinde bakla falı açan “medyum”lardan mı? Bunların hepsi fazla yüzeysel, apolitik mi geldi? İşte Gaia dergisi. Artık bilumum New Age zırvalığı politik radikalizm sosuna bulanmış şekilde Türkçe okuyabileceğiniz güzide mecra.
Karatay da böyle bir süper markette kendi rafını dizmekle meşgul. Aslında o da ister ki daha geniş bir alıcı kitlesine hitap etsin, buraya kısılıp kalmasın. Eskiden bazı kadın programlarında “sık yememek iyidir çünkü Peygamberimiz de günde iki öğün yerdi” dediğini hatırlıyorum. Lafın devamını getirmekte zorlanıyor, bir çeşit Nihat Hatipoğlu olma planlarının böylece suya düştüğünü hissediyordu. İşte bu nedenle, bildiği sularda yüzmek, pazarlama stratejisini kendisinin de mensup olduğu zümrenin hassasiyetlerine göre düzenlemek zorunda kaldı.
Karatay’ın söyleşilerine bakın, çocukluğundaki Elazığ’ın ne kadar çağdaş olduğundan, ailesinden ve hele ki babasından söz etmeyi çok sevdiğini göreceksiniz. Karatay’a göre babası tam bir Cumhuriyet aydını. Öyle ki adamcağızın tüm ömrünü Cumhuriyet balolarında tango, vals, fokstrot yaparak geçirdiğini sanırsınız. Karatay’ın pazarlamacı resmi tarihinde örneğin dedesinin, savcı damadına rağmen İstiklal Mahkemesi’nde aldığı mahkûmiyet de yok, babasının 1950’den sonra dine dönüp müftü olması da. Çünkü “Cumhuriyet kızı” imajına halel getirmeyen anlatılarla sunulması gerekiyor Karatay’ın. Ayşe Arman’ın bir söyleşisin girişinde “rahmetli Türkân Saylan’a benzettim” demesi gibi ucuz numaraların da, Karatay markasının asla Hayy Kitap markasının gölgesinde bırakılmamasının da nedeni bu.
***
Karl Marx’ın “din halkın afyonudur” lafını bilmeyen yoktur herhalde. Marx dinin halkın acılarını dindirmek için kullandığı, yüzeysel ama etkili bir çare olduğunu dile getirir ve böylece bir tür sempati ifade eder. Karatay’ı ele alırsak, hitap ettiği kitleye, diyetisyenler, doktorlar, ilaç şirketleri ve bir bütün olarak sağlık endüstrisinin yaşattığı acıların, hayal kırıklıklarının, bunlar karşısında duydukları çaresizliğin dermanı olmayı vadediyor, onların acılarını dindiriyor.
Ancak, Marx’ın bu sözü mutlak biçimde eksiktir. Çünkü dini yalnızca bireysel, psikolojik boyutta ele almakta, belki çok daha belirleyici olan toplumsal, siyasal, ekonomik boyutları göz ardı etmektedir. Ünlü sözün “din halkı uyutma aracıdır” şeklindeki, sonradan ortaya çıkmış hatalı yorumu da bu eksikliği giderme çabasından kaynaklanıyor kuşkusuz.
Ne gariptir ki Karatay’ı öncelikle o hatalı yorum anlamında “afyon” olarak görmek gerekiyor. Çünkü günümüzdeki eylemleriyle tam da iktidarın yönelimleriyle, toplum mühendisliği projesiyle uyum içinde, bu ülkenin akılcılık, bilim ve aydınlanma birikimine, bu birikimi en çok taşıdığı iddiasındaki kesimleri etkileyerek saldıran bir figür olarak beliriyor. Üstelik bunu İslamcı bir patronla, medyayla kol kola gerçekleştiriyor. İşte bu yüzden, Karatay ister para, ister şöhret, ister alkış için olsun ürettiği tüm laf kalabalığına, tezvirata, hatta az sayıda akla yatkın görüşünün insanların hayatlarında yarattığı olumluluklara bakmaksızın, esas olarak bu yönüyle karşı çıkılmayı hak ediyor.
"yeni Türkiye" adlı tımarhanede nispeten "akılı ve mantıklı" bir görüntü veren ama aslında "kripto-gerici" veya "neo-fırsatçı" dediğimiz tuhaf kişilikler de gündemimizden eksik olmuyor.

"Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir" atasözünde işaret edildiği gibi, bu "akıl yoksunluğu ve gericilik" çağında, sanki biraz daha farklı laf eden akademik ünvanlı kişileri matah bir şey sanıyoruz. Bu kişilerin yazdıklarında, söylediklerinde keramet arıyoruz.

Oysa bu kişilerin söyledikleri ve yazdıklarını "dikkat ve mantık" süzgecinden geçirince foyaları hemen dökülüveriyor.

Geçtiğimiz haftalarda İlber Ortaylı adındaki "kripto akp'li oportünist" kişinin foyasını meydana çıkardılar. İlgili yazı için TIK'layın